Vahşi hayvanları evcilleştirmeye dair geleneğimizde anlatılan birçok hikaye olduğunu biliyoruz. Leyla ile Mecnun hikâyesinde Mecnun çöllere düştüğünde çevresinde av hayvanları ile avcı hayvanlar bir arada idi. Hacı Bektaş Veli’ye ait olduğu söylenen resimlerde bir tarafında geyik diğer tarafında aslan yer alır.
Aslan ile geyik, kuzu veya diğer evcil hayvanlarla birlikte görünmek olağan üstü bir olaydır ve bu durum insanlar arasında hürmet görmenin sebebidir. Aslanı terbiye etmek ile ilgili konular sadece hikayelerde değil menkıbelerde de benzer hikâyeler anlatılır.
Tasavvuf geleneğimizi derinden etkileyen sufilerden Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin (ö. 1240) ruhâniyettinden devamlı istifade ettiğini söyleyen Ebû Medyen-i Mağribî (ö. 1198) ile ilgili anlatılan bir menkıbede aslan ile kuzunun yanyana durmasından bahsedilir. Menkıbe şöyledir:
Türkçenin de Türkçesi: Râşid Efendi’nin Sırf Türkçe Divân’ı
Ensar Karagöz, merhum Mehmet Şevki Eygi’nin Cumhurbaşkanlığı Külliyesi Kütüphanesine bağışladığı kitaplarını kataloglarken çok ilginç bir divanla karşılaştığını fark eder. Şeyh Râşid Efendi’ye (d. 1861-ö. 1945) ait olan bu eserin ilginçliği içinde Arapça ve Farsça kelimeler geçmeyen şiirlerden oluşmasıdır.
Cerrahî âsitanesine bağlı Sertarikzade Tekkesi şeyhi olan Râşid Efendi eserini harf devriminden 5, dil devriminden 9 yıl önce 1923’te kaleme almış. Daha önce de Mevlid’i Türkçe Doğum olarak çeviren Râşid Efendi bir sözlükçü gibi çalışmış ve yabancı dillerden Türkçeye geçen kelimelere bulduğu karşılıklara dair Yâd Dili adında bir eser ile Türkçeden Türkçeye bir sözlük olan Türk Dili adında eserler kaleme almış. Sırf Türkçe Divân’ın da temelini oluşturan Lügatü’l-Etrâk adını verdiği Niyazi Mısrî Divânı’ndan seçtiği kimi şiirleri sadeleştirerek hece vezniyle yeniden yazmış.
Somuncu Baba’yı bilmeyenimiz yoktur. Tekkesi ekmek fırını olan bu büyük veli, pişirdiği ekmekleri Bursa sokaklarında “Mü’minler, somunlar” nidalarıyla satarken yaptığı işi anlayan kişi sayısı çok azdı. Rivayete göre ekmekleri sırtında ve elinde tuttuğu bir tablaya koyar, “müminler, somunlar” diyerek satardı. Bursalılar ondan ekmek almak için birbirini çiğnermiş. Çünkü ondan ekmek alanlar sadece bir ekmek almaz, aynı zamanda nazarına mazhar olmakla feyizlenirler, gönülleri inşirah bulurmuş.
Cevabını merak ettiğimiz soru şu: Somuncu Baba ekmeklerini neden ‘müminler, somunlar’ diyerek satıyordu? Mümin ile ekmek arasında kurduğu ilişki neydi?
Son zamanlarda ülkemizde yaşananları hepimiz üzüntü ve endişe ile takip ediyoruz. Ülkenin doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine her köşesinden anna-babasını öldüren evlatlar, çocuklarını katleden anneler-babalarla ilgili haberleri televizyonlar ve sosyal medya her gün üzerimize boca ediyorlar ve bizi derin yeis içinde bırakıyorlar. Sahtekarlığın bin türünü görüyoruz ve ne yapacağımızı bilemez bir haldeyiz. Tevfik Fikret’in;
Doğruluk dilde yok dudaklarda Hayr ayaklarda şer kucaklarda
Dediği devri yaşıyor gibiyiz. Bu haberleri gördükçe ve işittikçe Nâbî merhumun;
Bizim ilahilerimiz ve kimi türkülerimiz Kuran’ın ve Hz. Peygamber’in sözlerinin kısa açıklamalarıdır. Anlamını pek düşünmeden dinlediğimiz kimi türkülerimiz ve şarkılarımızda âyet ve hadis mealleri yer alır. Dolayısıyla anlamlarını düşünerek türkü dinlemek nafile ibadet gibidir. Bu hakikati bilen ecdadımız hayatın her anını ayet ve hadislerle doldurmuş, her tarafımızı Kuran ve hadisle donatmış ve örmüş. Eğlendirirken bile öğretmeye ve eğitmeye devam etmiş. Sadece adını söylememiş.
Ayet ve hadislerin mealinden oluşan türkü ve şarkıları dinlemek bizi her türlü kötü düşünceden koruyan birer zırh aynı zamanda. Türküyü hakkıyla dinleyip anlayan kimseden zarar gelmemesinin altında bu hakikat yatar. Sözlerimizi daha somut bir hâle getirmek için örnek verelim.
Erol Sayan’ın Gülizar makamında bestelenmiş çok güzel bir Yunus bestesi vardır.
XIX. yüzyılda Erzurumlu Emrah ve Seyrânî’den sonra âşık edebiyatının en tanınmış temsilcisi kabul edilen Geredeli Aşık Dertli’nin (ö. 1846) Hz. Hüseyin için yazdığı dokunaklı bir şiiri var. Diyar diyar dolaşan ve bir müddet İstanbul kahvehanelerinde de saz çalan Dertli’nin aşağıda açıklamaya çalışacağımız şiir için bir de hikaye anlatılır.
Yine böyle bir muharrem ayıdır. Ehl-i beyt muhibbi Dertli Hz. Hüseyin için yanıp yakılmaktadır. Çevresindekiler onun Hz. Hüseyin’i gerçekten sevip sevmediğini öğrenmek isterler. Eline bir ustura tutuşturup
- Madem Hüseyin’i bu kadar çok seviyorsun. Al şu usturayı Hz. Hüseyin aşkına boğazına çal!
Mâh-ı matem Muharrem ayı geldi. Edebiyatımızda bu ayda özellikle ilk on gününde okunmak üzere Kerbela’yı anlatan “maktel-i Hüseyin” veya kısaca “maktel” dediğimiz türde birçok eser kaleme alındı. Ancak hiçbiri Hz. Hüseyin ve yakınlarının Kerbelâ’da şehid edilmesini konu alan eserlerin verilen genel isim olan makteller içinde Fuzulî’nin Kâşifî’nin Ravzatü’ş-Şühedâ’sından esinlenerek kaleme aldığı Hadîkatü’s-Süadâ’sı kadar meşhur olmadı ve rağbet görmedi
İlmi neşri Prof. Dr. Şeyma Güngör tarafından yapılan eserin ayrıca Selahaddin Güngör tarafından Hadikatu’s-Suada: Hakikate ermişlerin bahçesi Kerbela; Mehmed Faruk Gürtunca tarafından Saadete Erenlerin veya Kerbelâ Şehitlerinin Bahçesi ve Servet Bayoğlu tarafından Erenler Bahçesi, adıyla hazırlanmış baskıları vardır. Sezai Karakoç’un Armağan: Fuzuli'nin Hadikat-üs Suada'sından uyarlama’sından da bahsetmesek eksik kalırdı.
Tarikat-i Halvetiyye meşâyihinden, Halvetiyyenin Sivasiyye kolunu kurduğu için pîr olaak anılan devrinin önde gelem mutasavvıf alimleri arasında yer alan, aynı zamanda iyi bir şair olan Abdülehad Nûrî Hazretlerinin (ö. 1651) her dinlediğimde kalkıp peşinden gitme arzusu uyandıran güzel bir nutk-ı şerifi var. Ayasofya cami kürsü şeyhliği esnasında vaaz ederken kendisine kutbiyyet makamı verildiğinde söylediği rivayet edilen ilahinin sözlerini takdim edeyim:
Semâdan sırrı tevhîdi duyan gelsin bu meydâne Derûn içre bugün Allah diyen gelsin bu meydâne
Görenler nûr-i Gaffâr’ı duyanlar sırr-ı Settârı, Cihânda şîşe-i ârı, kıran gelsin bu meydâne<br> Salâdır ehl-i irfâne getirsin cânı kurbâne Bugün başını merdâne koyan gelsin bu meydâne
21 Ağustos 2020 tarihli Cumhurbaşkanlığı kararı ile yeniden ibadethaneye çevrilen Kariye Cami dört yıl süren bir restorasyondan sonra 6 Mayıs 2024’te düzenlenen bir törenle ibadete açıldı. Kariye camii de İstanbul’un fethinden sonra Ayasofya, Küçük Ayasofya, Hırâmî Ahmed Paşa, Koca Mustafa Paşa, İmrahor İlyas Bey, Mesih Paşa, Atik Mustafa Paşa, Fenârî Îsâ, Vefa Molla Gürânî, Zeyrek, Eski İmaret vb. camiler gibi kiliseden çevrilenlerdendir.
Bir manastır için XII. yüzyılda inşa edilen ve XIV. yüzyılda genişletilerek mozaiklerle süslenen bir kilise olan ve sanat tarihçilerinin yoğun ilgisine mazhar olan Kariye Camiini diğerlerinden ayıran özelliği, iç duvarlarında ve kubbesinde bulunan sanat değeri çok yüksek mozaik ve fresklerdir. Dışarıdan bakıldığında taş ve tuğladan ibaret sade bir yapı olan kilisenin içi görenleri hayran bırakan resimlerle süslüdür.
Bektaşi fıkralarını bilmeyenimiz, duymayanımız yoktur. Bazen gülmek bazen birilerine bir durumu izah etmek bazen de eleştirmek için aklımıza geldikçe bildiğimiz kadarı ile anlatırız. Ancak çoğu kere fıkranın bir hikmetinin olup olmadığını düşünmeden anlatır ve güleriz. Oysa fıkralar, ilk anlatıldığında fark edilmeyen ancak dikkat edilince görülen bir hikmet taşır.
Fıkralar, şairlerin rint rolüne bürünüp zahitleri eleştirdikleri gibi ham softaları, dini şekilden ve kuraldan ibaret sanıp neredeyse yaptıkları ibadetleri metre ile ölçüp günahlarını ve sevaplarını gram ile tartanları eleştirmek için anlatıldığını çoğu kere gözden kaçırır, dine karşı lakaytlığın temsilcisi olarak görürüz. Oysa onların kayıtsız kaldıkları din ve inanç değildir.
Allah’ımıza şükürler olsun, yine bir ramazana kavuştuk. Ramazan tüm ihtişamı ve ihsanlarıyla geliyor. Ramazanın gelişini türlü şekillerde kutluyoruz, sevincimizi farklı biçimlerde paylaşıyoruz.
Ramazanın gelişini anlatan ve niçin sevinmemiz gerektiğini açıklayan şiirler de bu bu biçimlerden biri. Aralarında Derviş Yunus, Üftâde, Aziz Mahmut Hüdâyî, Abdülehad Nurî, İsmail Hakkı Bursevî, Şeyh Ahmed Suzî, Ahmet Remzî Dede ve isimlerini sayamadığım mutasavvıf şairin ramazanı tebşîr eden şiirleri var. Bu ilahilerin büyük bir kısmı da bestelenmiş ve ramazan ilahileri olarak asırlardan beri icra edilmekte ve edilmeye de devam edecek.
Ramazaniye hakkında bir kanaat oluşması için Ahmet Remzi Dede’nin şiirini açıklamaya çalışalım. Ama öncesinde kısaca Dede’yi tanıtalım.
Edebiyatımızda ve kültürümüzde bir nazım biçimi olan mesnevi denilince akla Mevlana’nın eser-i meşhuru, bir nazım türü olan mevlit denilince akla Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necât’ı geldiği gibi yine bir nazım türü olan mirâciyye denilince de Nâyî Osman Dede’nin Mi‘râciyye’si gelir. Bu üç eser o kadar şöhret bulup hüsn-i kabul görmüşlerdir ki genel bir isim olan biçim ve tür adı aynı zamanda eserlerin adı olmuştur.
Sâkıb Efendi’nin tezkiresinde Mi‘râciyye’nin bestelendiği tarihten itibaren her yıl Mi‘rac Kandili’nde okunduğunu söylemesi, yazıldığı andan itibaren hüsn-i kabul gördüğünü ve kandillerde Mi‘râciyye okuma geleneğinin Osman Dede ile başladığını göstermektedir. Osman Dede’den başka mi‘râciyye besteleri olmakla birlikte günümüze sadece Osman Dede’nin eseri ulaşmış, diğerleri maalesef unutulmuştur.
Kaf dağından kar bağışlamak, rahmetli annemin kullandığı deyimlerden biriydi. Kendisinden maslahat istenen birinin vermemek için kırk dereden su getirmesini ifade etmek için söylerdi. İstenen şey çok kıymetli imiş gibi saklayıp vermek istemeyenlerin durumunu bundan daha güzel izah etmenin bir yolu var mıdır, bilmiyorum.
Kaf Dağı’nın masallarda geçen efsanevi bir dağ olduğunu bilirsiniz. Orayı gidip gören kimse yoktur. Uzaklarda bir yerdedir ve halkın muhayyilesinde cennet gibi bir yerdir. Anka kuşunun, meleklerin ve perilerin yaşadığına inanılan zümrütten yaratılan Kaf Dağı bağlık bahçeliktir ve orada kar, kış soğuk olmaz. Mutluluk ve zenginlik yurdudur. Bu deyimi kullanan kimsenin gidemediği bir dağdan olmayan karı bağışlaması, olması iki kere mümkün olmayan bir şeyi vermesi, verilecek şeyin çok değerli olduğuna işaret eder. Kendisinden bir şey istenen kişinin gözünde malının ne kadar kıymetli olduğu çok güçlü bir şekilde ifade edilmiş olur. Ayrıca olmayacak vaatlerde bulunanların durumunu ifade etmek için de söylendiği vakidir.
Yeni bir yıla girdik. Bilmiyorum siz kendinizi nasıl hissediyorsunuz ama sosyal medyada yazılanları, paylaşılanları gördükçe kendimi garip ve kimsesiz hissetmeye başladım. Son yıllarda hissetmeye başladığım bu duygu bende artık iyice galip oldu ve Diyarbakırlı Ahmet Hâmî Efendi’nin (ö. 1747),
Ehl-i dil ârâm eder her kande kim rağbetlenir Gâh olur gurbet vatan, gâhi vatan gurbetlenir
(Gönül ehli rağbet gördüğü zaman ve yerde rahat eder, kalır. O yüzden onlar için bazen vatanları gurbet, gurbet ettikleri yer vatanları olur.)
Yazıcıoğlu Mehmed Efendi’nin Muhammediyye isimli eserini duymayanımız, bilmeyenimiz yoktur. Yazıcıoğlu’nun Arapça yazdığı Megāribü’z-zamân adlı eserinin Kitâbü Muhammediyye adıyla manzum ve serbest tercümesi olan Muhammediyye Osmanlı coğrafyasında halk arasında en çok okunan kitapların başında gelir.
Kaynaklarda ve üzerine yapılan çalışmalarda Muhammediyye’nin türü konusunda farklı görüşler ileri sürülür. Hakkında en sık ileri sürülen görüş siyer, mevlit ve naat olduğudur. Hatta bunlardan aynı anda ikisinin de olduğunu iddia edenler bile vardır. Ancak kitap dikkatlice tetkik edildiğinde Muhammediyye’nin siyer, mevlit ve naat olmadığı, bu türlerden hiçbirinin içine sığmayacak kadar farklı ve geniş olduğu fark edilir.
Fuzulî, Şem’î, Kazancı Bedih ve Muzaffer Ozak nerede buluşur?
Sabah sabah bir arkadaşımız Kazancı Bedih’in okuduğu,
Ben beni bilmem neyim dünyâ nedir ukbâ nedir Söyleyen kim söyleten kim aşk nedir sevdâ nedir
Sözleriyle başlayan türküyü paylaştı. Birkaç kez dinledikten sonra durup düşündüm. Urfalı Kazancı Bedih’in söylediği türkü, Konyalı bir saz şairi olan Şem’i’nin Bağdat Hilleli Fuzûlî’nin bir gazeline yazdığı bir divanî idi.
Genellikle halk müziği sanatçıları tarafından okunan bu türkü aynı zamanda Cerrahî Âsitanesi postnişinlerinden Muzaffer Ozak Efendi tarafından da İstanbul’da, Fatih Karagümrük’te 20 Nisan 1982 tarihindeki zikir meclisinde okunmuştu.
Gündemi takip ediyorsanız seccade üzerinde yapılan tartışmaları biliyorsunuzdur. Maalesef tartışma sosyal medyaya düşünce inanılmaz noktalara taşındı. Seccadeye basan, farkında olmadan bastığı için özür dilemesine rağmen taraftarları bizi bir kez daha hayal kırıklığına uğratacak yorum ve tenkitlerde bulundu, bulunmaya devam ediyor. Seccadenin dindeki yerini ve anlamını bize öğretmeye kalkıştılar. Öğretirken de hakaret etmeyi unutmadılar tabi. Hele biri “İslam’a göre seccadeye ayakkabı ile basmak diye bir günah yoktur” diyerek seccadeye basmayı meşrulaştırınca dayanamayıp yazdım.
Beni üzen konu seccadeye ayakkabı ile basılması değil, görmeden, bilmeden basılabilir. Kasıtlı olmadığı sürece bir sorun oluşturmaz. Üzüldüğümüz nokta seccadenin bizim kültürümüzde ifade ettiği anlam konusunda küçücük de olsa bir fikirlerinin olmaması ve bizi anlamamalarıdır.
Naz, Farsça bir kelime olup sözlükte “mahbubun âşık-ı bî-çâreye eylediği şive ve istiğna”, “sevgilinin şive ve istiğnası” “Şive, işve, eda ve istiğna” “Kendini beğendirmek amacıyla takınılan edâlı tavır, cilve” “Bir şeyi istediği halde kendini ağıra satmak için hemen kabul etmeyip istemiyormuş gibi davranma” ve “Şımarıklık” olarak tarif edilir.
Tasavvufta ise dervişlerin nezdinde maşukun âşığına aşk kuvveti vermesidir. Yani kendini daha çok sevmesini istemesidir. Naz cezbe ve galebe halindeki sâlikin Hak’la tekellüfsüz ve samimi bir şekilde tartışmasıdır. Tasavvufta naz ehli yüksek bir makamdır ve bu makama erişenlerin yani Allah’a nazı geçenlerin sayısı oldukça azdır.
Bir zamanlar âşinası olduğumuz tedebbür, Kamus-ı Muhît’te “Bu dahi bir mâddenin ser-encâmını mülâhaza ve tefekkür eylemek manâsınadır” şeklinde, Vankulu Lügati’nde kısaca “Bir nesneyi fikr etmek” şeklinde açıklanır. Kelimenin kökü olan dubur ise “Her şeyin akib ve muahharına denir. Ve bir nesnenin âhir ve encâmı” ve “Bir nesneye ¡akıbetine ve meâline nazar etmektir.” de denir.
Tedebbür ile tezekkür arasındaki fark tezekkürün geçmişe, tedebbürün geleceğe yönelik olmasıdır. Dolayısıyla tedebbür;
Halk dindarlığı okumuşların dindarlığından farklı mı?
Son yüzyılda, özellikle 1970’lerin ikinci yarısından sonra dedelerimizin nenelerimizin dini hayatı ve inançları sorgulandı. Zaman zaman kimi uygulamaların dinde yeri olmadığı söylendi, hatta daha da ileri gidip gizli şirk ile suçlayanlar bile oldu. Kırsaldan kente göç ve şehirlerde mahalle hayatının kaybolması ile birlikte değişen sosyolojik yapının da etkisiyle halk dindarlığı eski hüviyetinden hızla uzaklaşıp bugün neredeyse hayatımızdan çıkacak hâle geldi.
Halk dindarlığı gerçekten kitabî dinden farklı mıydı? Yoksa İsmail Kara Hocamızın işaret ettiği gibi aralarında sadece seviye farkı mı vardı? Ben ecdadımızın asırlar boyunca tevhidi ve Hz. Peygamber sevgisini imbikten süzülmüşçesine en saf haliyle yaşadıklarını, halkın dini tecrübesini bir halı gibi ilmik ilmik dokuduklarını düşünenlerdenim.
Bir kurumun üniversite olabilmesi için aranan temel şartlardan ilki, ilke ve değerler üzerine kurulmuş olmasıdır. Bu ilke ve değerleri ise toplumun ait olduğu inançlar manzumesi ve dünyaya bakış açısı belirler. Bu bakış açısı aynı zamanda bizim için varlığı anlamlandırmadır. Varlığı anlamlandırmak demek onun bilgisini (epistemoloji) ortaya koymakla da yakından ilgilidir. Kısaca, her kurumun altında bir kurucu felsefesi olmalıdır ve bu felsefenin kaynağı o kurumun yapacaklarını belirler.
Biz çok uzun zamandan beri kendi kurucu felsefemizi düşünmüyoruz, dünyamızı ödünç aldığımız düşünceler üzerine inşâ ediyoruz ve maalesef çoğunlukla bir şeylerimiz eksik kalıyor. Bu durum, bizi mukallit mesabesine düşürüyor ve ne kadar başarılı olursak olalım birilerini taklit etmiş olmaktan öteye geçemiyoruz. Oysa bizim dünyaya yeni bir şeyler söylememiz lâzım ve ödünç düşünce taklitlerle bunu yapmak da mümkün görünmüyor.
Bizim edebiyatımızda sevgilisi uğrunda can vermeyene, can vermeye hazır olmayana âşık denmez. Âşıklığın birinci şartı canı cânân için kurban edebilmektir. En büyük sevgili ise sebeb-i hilkat-i âlem ve mefhar-ı benî âdem olan efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hazretleridir.
Âşığın sevgili yolunda can vermesini anlatan pek çok menkıbe vardır ama ben Mehmet Akif’in Necid Çöllerinden Medine’ye şiirinde anlattığı Sudanlıyı hiç unutmam. Şiiri bilirsiniz. Bilmeseniz de duymuşsunuzdur. O şiirde Mehmet Akif bir Sudanlı âşıktan bahseder. Âkif, şiire çölü tasvir ederek başlar. Ancak onun tarif ettiği çöl cahiliyye dönemi Arap şairlerinin tarif ettiği gibi değildir. Çöl yokluk, zayıflık ve ümitsizlik menbaı gibidir. Çölde ümitsiz bir haldeyken Âkif’in “Canân’ımın yeşil yurdu” dediği Hz. Peygamber’in türbesinin kubbesini, görünce bu sefer iklim değişir, bahar olur adeta. Karamsarlık ümide, keder neş’eye ve hüzün sevince dönüşür. Sevgilisini gören âşığın hâlini tasvir eder Âkif. Önce Hz. Peygamber’in huzurunda hissettiklerini anlatır, sonra İslam dünyasının perişan hâlini hatırlayıp bundan kurtulması için dua eder. Hz. Peygamber’in ravzasının önünde dua ederken bir ses duyar.
Sözleri Abdürrahim Karakoç’a bestesi Ekrem Çelebi’ye ait;
Can özünden besmeleyi çekende Dil yanmazsa ben yanarım sultanım Hak uğruna bir sefere çıkanda Yol yanmazsa ben yanarım sultanım
Türküsünü dinlerken aklıma nedense hep Mevlid’in tevhid bahri gelir ve o bahri dinler gibi türküyü dinlerim. Neden düşündüğümü izah edeyim, haklı olup olmadığıma siz karar verin.
Malum, rebiyülevvel, yani Mevlit ayındayız. Ben, Mevlid’in bizim kültürümüzdeki yerini şekerin içindeki çaya benzetiyorum. Şekerin çayın içinde erimesi gibi kültürümüzde erittik. Çaya baktığımızda şekeri göremiyoruz ama içildiğinde tadını alıyoruz. Mevlid’i de asırlardan beri dinleye dinleye iliklerimize kadar sindirdik, kültürümüzün her zerresine işledik, ancak dikkatlice baktığımızda anlıyoruz. Abdurrahim Karakoç’un türküsüne de Mevlid’in kokusu ve tadı gizlenmiş gibi.
Dünyanın her tarafında ikinci bir dili bilmek ve konuşmak önemli ve değerlidir. Bazı dilleri bilmek ise moda oluyor. Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Farsça ve Arapça bilmeyeni okumuş-yazmıştan saymazlardı. Tanzimat ile birlikte moda dil Fransızca oldu. Mühendisler arasında Almanca kıymet kazandı. II. Dünya Savaşı ile İngilizce devreye girdi ve tüm dünyanın konuştuğu dil oldu. İngilizce yanında Rusça, Çince, Hintçe, Japonca, Portekizce, Arapça gibi dünyada konuşanı dillerden birini de bildiniz mi artık siz de toplumda ayrıcalıklı ve özel bir insan oldunuz demektir.
Dil bilme meselesinin fazla abartılıp her şeyi sadece dil bilmekle değerlendirildiği durumlar da oluyor. Bu durumda gösterilen tepkileri anlamak için Nasreddin Hoca fıkraları kâfi.
Dönemin hekimi Calinus asistanlarından deliler için hazırlanmış ilaçtan ister. Öğrencisi neden içmek istediğini sorunca şöyle cevap verir:
- Bir deliye rastladım. Bir müddet yüzüme baktı. Gözünü kırpıp yakamı çekti. Bende kendinden bir şey görmeseydi, yüzünü çevirip bana bakmazdı. Cinsiyetimden şüphelenmeseydi o niçin kendi cinsinden olmayana baktı?
Mevlana, Mesnevî’de Calinus’un başından geçen bu olayı anlattıktan sonra konuyu şu hikmetli sözle özetler:
İki insan ülfet etse hiç şüphe etme, aralarında müşterek bir taraf vardır.
Konuştuğumuz lisan ile inancımız arasında derin bir bağ olduğunu hiç düşündüz mü? Kişiyi, imanı konuşturur veya kişinin konuşmasından imanı anlaşılır.
Ne demek istiyor bu adam dediğinizi duyar gibi oluyorum. O zaman konuyu biraz daha açayım.
Malum birkaç gün önce bayramdı. Her bayram olduğu gibi büyükler, eş, dost ve akraba arandı, ziyaret edildi. Bir araya gelindi, muhabbetler edildi. Şahidi olduğum bir muhabbette konuşanlardan birinin geçmiş olsun demesinden telefonun diğer ucunda olanın hasta olduğu anlaşılıyordu. İmanından ve ahlakından zerre kadar şüphe duymadığım bu arkadaşımız dostuna “Sen bu hastalığı yenersin, yeneceksin” mealinde lakırdılar edince dikkatimi çekti ve düşünmeye başladım.
Mevlanâ’nın kurbanı tarif ettiği rubaisini bilirsiniz ama hatırlatmak için şuraya yazayım:
Ey dil, to vü derd-i û, ki dermân înest
Gam mî-hor o dem me-zen, ki fermân înest
Ger pây ber-arzû nihâdî yek çend
Küştî seg-i nefs-râ vü kurbân înest
Şöyle buyuruyor Hazreti Pîr:
Ey gönül! Sen ve onun derdi, derman budur. Gam çek ama şikâyet etme, ferman budur. Eğer arzularını ayaklarının altına alırsan o zaman köpek nefsini öldürürsün, kurban da budur
Damda deve aramak mı kolay, karanlıkta iğne aramak mı?
Evet, soru çok açık sanırım. Nasreddin Hoca’nın yaptığı mı, yani karanlıkta iğne veya yüzük aramak mı daha zor, yoksa İbrahim Edhem’in sarayının bacasında devesini arayan adamın yaptığı mı? Karanlıkta iğne bulunur mu? Veya sarayın bacasında deve aranır mı?
Eh biri Nasreddin Hoca, diğeri de Attar’ın Tezkire’sinde ve Mesnevî’de geçiyor. Demek ki bir hikmeti var. Hikmeti ne olabilir? Gelin birlikte düşünelim. Ama öncesinde fıkrayı ve menkıbeyi hatırlayalım. İlk olarak Nasreddin Hoca fıkrası.
Teşrîfiyle müşerref olduğumuz ramazan-ı mağfiret-nişân, , bana mı öyle geldi bilmiyorum, bu sene göz açıp yummuş gibi geçti ve şükürler olsun bayrama eriştik.
Hâneleri bayram telaşı sarmışken ve hazırlıklar had safhaya ulaşmışken dervişler ve aşıklar da kendilerince bir telaşa kapılır. Ancak onların telaşı bayrama hakkıyla erişmeyi murad etm telaşıdır. Onların bayramdan anladıkları biz sıradan insanların anladıklarından biraz farklı. Farkı bir nutk-ı şerîf üzerinden göstermeye çalışayım.
Merhûm Muzaffer Ozak Efendi’nin Hakan Alvan tarafından bestelenen ‘Bayram edelim’ redifli müstesna güzellikte bir nutk-i şerîfi vardır.
Ramazan ayı gelince hep oruçtan, ibadetten bahsedilir. Ancak manevi iklim içinde ramazana has bir kültür ve sosyal hayat da ortaya çıkar. Ramazan’a has iftar ve sahur davetleri gibi insanların sosyalleştikleri ortamların yanı sıra mevsimine göre değişen sazlı sözlü eğlenceler de olur ve bunların hepsi bir şekilde Ramazan’la ilgilidir.
Teravihten sonra kurulan bu meclislerde dini ve ahlaki konuların yanı sıra hikayeler ve fıkralar da anlatılır. Çünkü insanın sadece öğrenmeye değil gülmeye de ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç da anlatılan fıkralarla sağlanır.
Ramazan ve oruç olunca fıkralar da oruç, iftar, sahur ile ilgili komik denilecek olaylar anlatılır ve gülünür. Sahura kalkamayan, iftarını erken açan, oruç tutmakta zorlanan veya tutmayan, oruçlu iken yapılan ilginç davranışlar, olaylar hep fıkralara konu olur. Ancak fıkralar arasında Bektaşi fıkralarının yeri başkadır. Bektaşi babası, fıkralarda genellikle oruç tutmadığı için eleştirilen bir figürdür. Ancak Bektaşi babası, verdiği cevaplarla oruç tutup da ahlakını taşımayanların foyasını meydana çıkarır. Orucun nasıl tutulması gerektiğini öğretir adeta. Ne demek istediğimi birkaç fıkra ile açıklamaya çalışayım.
Bize Bâb-ı Âlî değil Bâb-ı Ali peşinde koşanlar lazım
Zor zamanlarda yaşıyoruz. Nereye evrileceğimizi kestiremediğimiz günler içindeyiz. İstikametimizi ve nerede duracağımız bilemez olduk. Bâb-ı Ali’yi unutup Bâb-ı âli peşinde koşar olduk.
Şimdi siz bana Bâb-ı âlî ile Bâb-ı Ali arasında ne fark var diye sorarsınız, bilirim. O halde anladığım kadarı ile izaha gayret edeyim.
Bâb-ı âlî
Bâb-ı âlî ‘yüce kapı’ demek. 18. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı hükümeti mânasında kullanılan bir tabir. Pakalın meşhur sözlüğünde bâb-ı âlîyi “Osmanlı imparatorluğunun münkariz olduğu güne kadar devlet idaresinin merkezi sayılan yere verilen isim” olarak tarif eder.
Anadolu irfânı sıkça telaffuz edilen kavramlardandır. Bu sözü kullananlar, hemen peşinden Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli isimlerini de sıralar ve kendi meşreplerince anladıklarından yola çıkarak Anadolu irfanını açıklamaya çalışır.
Açıklamalarına itiraz etmeyeceğim ama benim Anadolu irfanından anladığım onlardan biraz farklı. Ben Anadolu irfanı denilince, Anodolu’da Kuran ve sünnet zemininde gelişen tasavvufî hayatın Türkün töresi, örfü ve adetleri içinde erimesini ve sinmesini anlıyorum. Camide kılınan namazdan kız istemeye, komşuluktan alışverişe kadar hayatın her anına sirayet eden bu ruhun masallar, ninniler, hikayeler, bilmeceler, darb-ı meseller ve türkülerle nesiller boyunca aktarıldığını ve bu ruhla beslenenlerin Anadoolu irfanı ile yoğrulduğunu düşünüyorum.
Bu yoğrulmanın ne olduğunu daha önce fıkra, masal, bilmece gibi anonim halk edebiyatı ürünleri üzerinden göstermeye çalışmıştım. Bu sefer de bir türkü üzerinden göstermeye çalışayım.
Halvetiye tarikatını bilmeyenimiz yok. İslâm dünyasının en yaygın tarikatı olan bu tarikata, piri, yani ilk kurucusu Ömerü’l-Halvetî’ye (ö. 1398) nispetle Halvetiye, müritlerine de Halvetî deniliyor.
Ülkemizdeki en yaygın tarikat olan Halvetiye, halvetten geliyor. Halvet ise kişinin günahtan korunmak ve rahatsız edilmeden ibadet edebilmek için insanlardan uzak yerlerde yaşamayı tercih etmesi demek. Sözlüklere bakıldığında belki biraz daha farklı tanımlara tesadüf edersiniz ama anlam olarak üç aşağı beş yukarı bu şekilde tarif edilir.
Gelenekte, sözlük ve ıstılah anlamları olan kelimeleri yeniden anlamlandırmak yaygın. Ancak bu tanımlar daha çok zevkî olup kişiye özeldir ve o sözlüklerde, kitaplarda o tanımlar kullanılmaz, bildiğimiz tanımlar kullanılır.
Başlığı çok mu iddialı buldunuz? O zaman bana müsaade edin, önce Kur'ân’da anlatılan bir kıssayı tefsirlerden nakledeyim, sonra da bir masal anlatayım. Aralarında benzerlik olup olmadığına siz karar verin.
Kur'ân-ı Kerîm’de Ahkâf sures, 21-29. Ayetler arasında Hz. Hûd’un kıssası anlatılır. Ahkâf, Âd kavmini kavminin yaşadığı bölgenin adıdır. Hz. Hud, yüksek ve taştan binalar ile cennete nazire olarak bağ ve bahçeler inşa eden kibirli Âd kavmini, putları bırakıp yalnız Allah’a kulluk etmeleri, aksi halde büyük bir felâkete uğrayacaklarını haber vererek uyarır. Âd kavmi bu uyarılarına kulak asmaz, küfür ve inkârlarında ısrar ederler. İnkâr ve haddi aşmalarının cezası olarak, her şeyi yıkıp yok eden korkunç bir kum fırtınası ile helâk edilir. Bunun mahiyetine dair ise tefsirlerde yer alan rivayetlerden biri şöyledir.
dörtlüğü ile başlayan şiiri dikkatimi çekmişti. Daha sonra “kalk” anlamındaki “kum” redifli birçok şiire daha tesadüf ettim. Özellikle mutasavvıf şâirlerin seher vakti uyanık olmaya çok dikkat ettiklerini bu vesileyle bir kez daha öğrendim.
Ol zaman rızka manidir uyku
Somuncu Baba’yı da duymuşsunuzdur. Aksaraylı Şeyh Hamiddîn Efendi’ye mesleğinden dolaylı “Somuncu Baba” lakabı verilir. Bu melâmî-meşrep ârif ve âlim şeyh, Hacı Bayram Velî’mizin de mürşididir. Bursa Ulucamii’nin açılışında Fatiha suresini yedi farklı şekilde tefsir edince cami cemaati onun ne büyük bir âlim ve Allah dostu olduğunu anlar.
Bu sözün hikâyesini bir arkadaşımdan dinledim. Amerika’da olduğu yıllarda Haitili dindar Katolik komşusu, evini temizleyen bir Protestan dindar bir temizlik görevlisinin yaptığı işi gördükten sonra onu takdir etmek üzere “İşini Müslüman gibi yapmışsın.” der. Arkadaşımız dalga geçtiğini, işini güzel yapmadığı için öyle söylediğini düşünür. Önce yapılan işe bakar, etraf pırıl pırıldır. Söylenen sözlerden bir şey çıkaramaz ve Haitili komşusuna dönüp sorar:
- Siz yapılan temizliği beğenmediniz mi?
- Hayır, aksine çok beğendim.
- İşini Müslüman gibi yapmışsın, dediniz. Ne kastettiniz?
- Bizim Haiti’de güzel yapılan işleri beğendiğimizi ifade etmek için bu sözü kullanırız. Orada “güzel ve temiz iş yapmak” manasında bir deyimdir. Halk arasında kullanılır.
Bu söz Haiti’de nasıl vücut buldu bilmiyorum ama ben bu hikâyeyi dinleyince aklıma hemen “Kul bir iş yaptığında Allah onu en güzel şekilde yapmasını ister.” Hadis-i şerifi geldi. Bilirsiniz ama hatırlama kabilinden bir kez daha anlatayım.
Meraklıları ve ilgilileri bilir. İçinde bulunduğumuz günler (04-06 Temmuz), dünyanın güneşe en uzak olduğu günlerdir. Günöte veya Afel günü de deniliyor. En yakın olduğu gün ise 03 Ocak. Arasında 5 milyon km fark var. Bir düşünür müsünüz lütfen. Hem yaz, hem de güneşin en uzak olduğu zaman. Kışın ise en yakın olduğu zaman. Ya güneş bu kadar uzak olmasa idi bu mevsimde ne yapardık?
Düzeni kuran, mükemmel tasarlamış.
Peki dünya nedir, güneş nedir?
Burada, başta eski Mısır olmak üzere kadîm topluluklarda güneşin tanrı olmasından ve gök cisimlerine tapanlardan bahsetmeyeceğim. Kur'ân-ı Kerîm'deki Güneş (Şems) sûresine de değinmeyeceğim, edebiyatımızda güneş redifli kaside ve gazelleri hatırlatmayacağım, benzetmelere de girmeyeceğim.
"O zaman neden bahsedeceksin be adam?" dediğinizi duyar gibiyim. Sabrınızı daha fazla zorlamadan konuya gireyim.
Cami, İslam’da ibâdet hayatının merkezini teşkil eder, mihrâb ise caminin merkezini. Çünkü mihrâbın bir anlamı da sadr, yani “bir mekânın en kıymetli yeri” olmasıdır. Ona mihrâb denilmesinin nedeni caminin en kıymetli yeri olduğundan olsa gerek.
Mihrâb, kaynaklarda “İslâm sanatında cami, mescid ve namazgâhlarda kıbleyi ve imamın namaz kıldırırken duracağı yeri gösteren mimari eleman” şeklinde tarif edilir ama ben kısaca imamın namaz kıldırırken durduğu yer diye açıklayayım.
Mihrâbdan bahseden kaynaklarda onun tarihsel gelişiminden ve mimari özelliklerinden uzun uzun bahsedilir. Ancak ben, bu yazıda size, mihrâbın simgesel anlamından bahsedeceğim.
Aziz Doğanay’ın, ilgilisi olanların mutlaka edinmesi gereken, Mimari ve Tezyinî Unsurlarıyla Câmî isimli camileri her yönüyle ele alıp incelediği çok değerli bir kitabı var. Doğanay, eserinde, selâtin camilerin bölümlerini anlatırken dört kapısı olmasından da bahseder.
Öteden beri merak edip önce kendime sonra çevreme sorduğum ve cevabını aradığım bir soru vardı. Bu millet, dinini ve o dinin peygamberinin ahlâkını nasıl öğrendi ve özümsedi, hayatının içine soktu? "Anadolu irfanı" olarak tesmiye edilen bu irfan, nasıl teşekkül etti?
Anadolu irfanı denilince akla önce Yunus Emre, Hâce Bektâşî Velî, Hacı Bayram, Âhî Evren geliyor ama kastım bu değil. Bu büyük isimlerin de bir parçası olduğu aziz milletimizin temellük ettiği, kaynağı din olan ancak ilk bakışta dinî herhangi bir simge görünmeyen erdemli davranışları kastediyorum.
Sorduğum soru, beni önce kıraat meclislerine götürdü. Bu meclislerde okunan kitapların şüphesiz katkısı vardı ama sorumun cevabı hâlâ eksikti.
Kadir gecesinde tertip edilen bir Mukabele-i Şerif
Ruşen Eşref Ünaydın'ın, Mütâreke yıllarında kaleme aldığı ve kendine "İstanbul seyyahı" ve "çeşmeler kâşifi" unvanlarını kazandıran yazılarından oluşan zevkle okuduğum bir kitabı var. Bu kitapta, İstanbul'da zamanla teşekkül eden ve hayatı zenginleştirilen örf ve âdetleri ve mimarî eserleri anlatır. Morallerin dibe vurduğu bir dönemde yazılan makaleler, halka ümit ve moral vermenin yanı sıra ne kadar büyük bir millet olduğumuzu hatırlatır ve makus talihin değişeceğine ve güzel günlerin geleceğine dair inançları tazeler.
Ruşen Eşref'in, kitabında anlattığı şeylerden biri de "Kadir gecesinde Mevleviler" başlığı altında, 100 yıl öncesinin İstanbul'unun bir köşesinde, Yenikapı Mevlevihânesi'nde ihyâ edilen Kadir gecesidir. Ruşen Eşref'in, belîğ ve selîs ifadeleriyle olan metnini okuyunca bana hak vereceksiniz.
Bugünlerde, ülkemizde en çok tartışılan konuların başında, zannımca aşı olma meselesi geliyordur. Tartışılsın. Bilenler, bildiklerini anlatsın, doğruları söylesin, muhalefet edenler de neden karşı çıktığını anlatsın. İş bu kadarı ile kalsa iyi, ancak kalmıyor ki. Lâf kıtlığında asma budamak için birbiri ile yarışan televizyoncular, konu ile ilgisi ve bilgisi meşkuk ve malûmâtfurûş birkaç kişi ile Hz. Âdem aleyhisselâm efendimizden bu vakte gelinceye değin, dünyadaki tüm gelişmeleri ve ilimleri bilen gazetecileri karşılıklı oturtup horoz dövüştürür gibi kışkırtıcı sorularla birbirine saldırtıp "Oh ne güzel, herkes bizi seyrediyor", diyerek ellerini ovuştura ovuştura seyrediyor. Sonra, hiçbir şey olmamış gibi dağılan kadro, ertesi gün bir başka konuda, çadırı kurup tiyatroya yeni bir oyun ile devam ediyor.
Etsinler, bir şey diyeceğim yok. Alt tarafı seyretmeyiz, olur biter. Ama geçen gün bir arkadaşımızın annesi, beni gördüğünde, bir şey bildiğimi zannederek iki soru sorunca yazmadan edemedim. İlki aşı olup olmayacağım, ikincisi de aşının orucu bozup bozmayacağı idi.
Mehmet Âkif'in, bildiğim kadarı ile bestelenmiş bir şiiri var. Şerif İçli'nin, Hüseyni makamından bestelediği şarkı, Safahat'ın 7. kitabı Gölgeler'de yer alan Gece isimli şiirden alınmış bir dörtlük:
Ezelden âşinânım ben, ezelden hem-zebânımsın
Berâber ahde bağlandık ne olsa yâr-ı cânımsın
Ne olsam zerrenim, kalbimde hâlâ çarpar esrârın
Gel ey cânân, gel ey can kalmasın ferdâya dîdârın
Bu dizelere bakarak, şairi hakkında birçok şey söylenilebilir. Herhalde bilmeyen birine sorulup şairinin kim olduğunu tahmin etmesi istenilse çoğu kişinin aklına Mehmet Âkif gelmez. Biz şiirin hikâyesini, Ertuğrul Düzdağ'ın hazırladığı, Safahat neşrinde, dipnotta verilen bilgiden takip edelim.
Sırtında yük taşıyan bir hayvanı görsem ben taşıyorum sanırım!
Başlığı, Dursun Çiçek'in, Türkünün Ötesi Neşet Ertaş (İstanbul: Muhit Kitap, 2021) isimli kitabından ödünç aldım. Beğenerek ve ilgi ile okuduğum kitapta altını çizdiğim birçok yer oldu. Ama hiçbiri, Dursun Çiçek'in Neşat Ertaş'tan işittiği bu cümle kadar etkilemedi, sarsmadı beni.
Babası Muharrem Ertaş'ın bir eşeği vardır ve her yere eşeği ile gider. Büyük ustanın vefâtından sonra heykeli yapılır. Heykelde Muharrem Usta, eşeği üstündedir. Neşet Usta, "Canın üstüne başka bir can olmaz. O, eşek bile olsa can taşıyor, yıllarca onun üstünde duracak babam. İndirin babamı. Yan yana üç ayrı can olarak yapılsın, kabul etmem öbür türlü." der ve heykele bile rızâ göstermez.
Öyle bir hassasiyet ki günümüzde hiçbir hayvan hakları savunucusu, bu kadar müessir bir cümle kuramaz. Bence o sözü söyleyebilmek, hayvan haklarından çok daha öte bir şey olmalı.
Bugün üç ayın ilk Cuma gecesini, yani Regâip kandilini idrak edeceğiz. Kesin olmamakla birlikte, kâinatın övüncü efendimizin anne karnına bu gece düştükleri ve bu yüzden özel bir gece olduğu rivâyet edilir.
Kandillerde okunmak üzere şiir yazmak, edebiyatımızda bir gelenek. Mevlid kandilinde okunmak üzere mevlitler, Mirâc kandilinde okunmak üzere mirâciyeler yazılmış iken Regâip kandilinde okunmak üzere Regâibiyenin yazılmasını 18. asra kadar beklemek zorunda kaldık. Hz. Peygamber'in anne karnına düştüğü geceye, beyitlerde veya şiirlerin, özellikle mevlitlerin bir bölümünde değinilirken, bu konuyu müstakilen ele alan şiirler yoktu. 18. asırda ilk yazılan regâibiyenin ardından yazılmaya başlandı ama sayısı diğerlerine göre hâlâ çok az.
Mehmet Akkuş tarafından yayımlanan Halveti-Uşşâkî şeyhi Salâhî Efendi'nin (ö. 1783) Regâibiye'si bilinen en eski şiir. Âlim Yıldız'ın tanıttığı Üsküdarlı Sâfî'nin (ö. 1901) Leyle-i Regâib başlıklı şiirinden başka Hakan Yekbaş'a göre; Receb Vahyî, Kemâlî Efendi, Ârif Süleyman Bey, Mehmed Fevzî Efendi, Şemseddin Canpek'in de regâibiyeleri var.
Diğer dillerde bizim 'muhabbet' gibi çok anlamlı bir kelime var mıdır bilmem. Ama şu kadarını söyleyeyim, bizi bilmek demek, biraz da bu kelimeyi tüm anlamlarıyla bilmek demek.
Muhabbeti; sevgi, aşk, sevdâ, dostluk, bağlılık, sohbet, yârenlik etmek anlamlarında kullanıyoruz. Birini sevdiğimizde ona muhabbet besleriz. Sevdiğimizle oturup konuştuğumuzda muhabbet etmiş oluruz. Bir erkek ile bir kadının birbirini tanımasına ve sevmesine vesile olanlara muhabbet tellâlı deriz. Ama konu tasavvuf olunca kelime farklı anlamlar kazanmaya başlar.
Eskiler muhabbeti, şiddetine göre on dereceye ayırmış. Evveli ilgi duymak, âhiri muhabbetin şiddetiyle yok olmak olan muhabbet olmaz ise yolculuk da olmaz. Sırayla açıklayalım.
Siyer kitaplarını okumayı çok severim. Basılan her kitabı okudum demek çok iddialı olabilir ama ulaşabildiğim kadarı ile, büyük bir kısmını okuduğumu söyleyebilirim. Yayımlanan her kitabı görür görmez alır, okumak için can atarım. Büyük bir merak ve ilgi ile de okurum, daha öncekilerden farkını anlamaya çalışırım. Diğer siyer kitaplarında bulamadığım ve göremediğim şeyleri görünce de mutlu olurum.
Gerek Müslüman olsun, gerekse gayrımüslim olsun, yabancıların yazdığı kitaplar bizimkilerin yazdıklarından daha farklı olur. En büyük fark nedir diye soracak olursanız bizimkilerin Hz. Peygamber'in yanında, onun adamlarından biri imiş gibi yazması, diğerlerinin belirli bir mesafeden bakabilmeleridir, derim. Bu mesafe, onların biraz daha soğukkanlı olmasını ve meseleye daha dışarıdan bakmasını sağlıyor. Belki anlamak için buna ihtiyaç var ama o kitaplar bizimkilerin yazdığı gibi duygu ve heyecan veremiyor. Bir diğer farklı bulduğum husus, yazarların merak ve ilgilerinin farklı oluşu. Ne demek istediğimi bir kitap ve o kitapta anlatılan bir bölüm üzerinden izah etmeye çalışayım.
Ma'lûm, son bir haftayı, Kâbe'ye yapılan saygısızlığı tartışarak geçirdik. Saygısızları, nereden temellük ettiklerini bilmediğim düşmanlıkları ile baş başa bırakalım da Kâbe'nin bizim için ne anlam ifade ettiğini bir şiir üzerinden göstermeye çalışalım. Olur da kendileri için bir anlam ifade etmeyen Kâbe'nin bizim için ne anlam ifade ettiğini görürler, bize ve kutsallarımıza karşı daha saygılı ve özenli davranırlar.
Açıklamaya çalışacağım şiir, Âsitâne-i Cerrâhiye post-nişînlerinden el-Hac Muzaffer Özak Efendi'nin kaleminden dökülmüş, on dörtlükten oluşan bir ilâhî. Muzaffer Efendi, ilahisinde bir hac yolculuğunu tahkiye ediyor. Haccın başlangıcı niyet etmek, gitmeyi arzu etmektir. Şairimiz de şiirine bu arzuyu izhar eden mısralarla başlıyor.
Bir şeyh efendinin vedâ mektubuna göre Melâmîlik ve Melâmîler
Bir Melâmî-Nakşi şeyhi olan Hüseyin Şemsi Ergüneş (1872-1968), vefât etmeden önce ihvânına bir vedâ mektubu kaleme alır ve birtakım nasihatlerde bulunur. Bu mektubun özelliği, Melâmîliğin ne olduğunun ve bir Melâmînin nasıl olması gerektiğinin açıkça yazılmış olmasıdır.
Mektubun müellifi Şemsî Efendi, şeyhi Nûrul'l-Arabî'nin şeyhi Kursavî'nin şeyhi İşan Niyâz Kulı et-Türkmânî silsilesiyle İmam Rabbanî'ye kadar giden Müceddidiye kolu Nakşîlerindendir ve neşvesi diğer kol olan Halidîlerden farklıdır. Cehrî zikir ve tevhîd yorumları ile ehl-i beyt sevgisini daha fazla öne çıkarmaları ile Halidîlerden ayrılırlar. Ülkemizde yaygın Nakşîbendiye kolu, Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî'nin (ö. 1827) kurucusu olduğu Hâlidiye koludur.
TDV İslâm Ansiklopedisi'nde verilen bilgiye göre, bir Müceddidi-Melamî şeyhi olan Şemsî Efendi Âşık Hıfzî adında bir halk şairi ile Sofya Bâlî Baba Tekkesi şeyhi Ahmed Baba'nın kızının evlâdıdır.
İBB, 17 Aralık akşamı, Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nde Evrensel Mevlânâ Âşıkları Vakfı ile birlikte bir Şeb-i Arûs töreni düzenledi ve canlı yayınlandı. İBB'nin böyle özel günlerde etkinlik yapması tabii ki güzel bir şey. Buna itiraz edecek değilim şüphesiz. Ancak kaş yaparken de göz çıkarmamak lazım. Öyle düzenleyecekse hiç düzenlememesi daha iyi. Çünkü törende, gereksiz tartışmalara yol açacak ciddi sorunlar vardı.
Söz konusu Şeb-i Arûs töreninde gördüğüm çok önemli üç sorun var. İlki Konya'dan, geleneğin temsilcilerinden, post serme ve meydan açma yetkisi verilmemiş, yani böyle bir töreni yönetmek için gereken ehliyet ve liyâkata sahip olmayan biri tarafından yönetilmesi, ikincisi mutrip ve semâ heyetinde kadınların olması, üçüncüsü ve sonuncusu Kur'ân'ın ve Naat-ı Mevlânâ'nın Türkçe okunması. İlk düğme doğru iliklenseydi, ikinci ve üçüncü düğmeler de doğru iliklenmiş olacaktı.
Hz. Mevlânâ (ö. 1273), bundan tam 747 sene önce sevdiğine kavuşmak için bekâ yurduna göç etti. Göçtüğü güne de "şeb-i arûs", yani "düğün günü" denilmesini istedi. Bir sûfi için ölüm, korkulup kaçılacak bir şey değil aksine istenilecek ve sevinilecek bir şeydir.
İlk dönem sûfilerinden Dâvud-ı Tâî (ö. 781), birine iyi dilekte bulunacağı zaman, "Ölümün bayramın olsun" ifadesini kullanırmış ve ölümü, zindandan kurtuluş günü olarak görürmüş. Erken dönem sûfilerinden Ebû Bekir et-Tamestânî (ö. 951) ise "Ölüm, âhiretin kapısıdır ve oradan girmeden vuslat gerçekleşmez" diyerek ölümü, vuslat olarak tarif eder.
Geçtiğimiz günlerde, Zeytinburnu Belediyesi himâyesinde, Kazlıçeşme Kültür ve Sanat Merkezi'nde, İbrahim Müteferrika'dan sonra ülkemizdeki matbaacılık tarihinin en önemli ismi Ebüzziya Tevfik Bey'in kurucusu olduğu Matbaa-i Ebüzziya çalışmalarının yer aldığı "Kültür ve Sanat Hayatımızda Ebüzziya Ailesi" sergisi, Ömer Faruk Şerifoğlu'nun küratörlüğünde açıldı. Halen devam eden sergide aileye ait, çoğu ilk kez gün ışığına çıkan önemli belgeler sergileniyor. Sergi ile birlikte, yine Ömer Faruk Şerifoğlu'nun hazırladığı, sergide sergilenen aileye dair belgelerin ve yazıların yer aldığı bir de kitap yayımlandı.
Mektupla uzaktan eğitim
Kitapta şüphesiz çok dikkat çekici belgeler var ama benim içlerinde dikkatimi en çok, Ebuzziya Tevfik'in, Konya'ya sürgüne gönderildiğinde, okula gitmesine izin verilmeyen en küçük oğlu Velid Ebuzziya'ya yazdığı mektuplar çekti.
İnsanlık hallerini ifade eden güzel ve anlamlı kelimelerden biri de “minnet”tir. O kadar güzel ve anlamlı ki ideal insanı tarif ederken ilk sıraladığımız özelliklerden biri, kula minnet etmemesidir.
Minnetin sözlüklerde;
• Yapılan bir iyiliğin yükü, ağırlığı altında ezilme, iyilik yapana karşı kendini dâima borçlu hissetme;
• Yapılan iyiliğe karşı teşekkür etme, şükür, hamdetme;
• İyilik, yardım, bağış, lütuf, kerem anlamları yanı sıra yapılan bir iyiliği başa kakma şeklinde açıklanır.
Ömer Seyfettin bizim neslin tüm hikayelerini bildiği ve kahramanlarını hatırladığı büyük hikayecilerimizdendir. Çocukluğumda tüm hikayelerini okuduğum bu büyük hikayecinin ders kitaplarında mutlaka olması ve her orta öğretim öğrencisinin mutlaka okuması gerektiğini düşündüğüm bir hikâyesi var: İlk Namaz.
Ömer Seyfettin bu hikayesinde soğuk bir kış gecesinde sıcacık yatağından kalkıp abdest aldıktan sonra penceresini aralar ve mahallesine bakar.
Mahallesinin ışıkları yanmaya başlayan evleri ve camii ona on beş seneden beri hiç bırakmadan kıldığı sabah namazlarının ilkini hatırlatır ve okuyucuya kendine has o tatlı ve akıcı üslubuyla ilk kıldığı namazı anlatmaya başlar.
Nasredin Hoca, büyük bilgelerimizden biridir. Birçok mutasavvıfın şiirle ifade etmeye çalıştığı, birçoğunun kitap yazarak sayfalarca anlattığı hakikatleri, o fıkralarının sonunda bir cümle ile adeta özetler. Merâmımı bir misâl ile ifadeye gayret edeyim.
Onun çok bilinen fıkralarından biri, dilimize deyim olarak da geçen, “İpe un sermek”tir. Meseleye girmeden önce fıkrayı hatırlatayım.
Bir gün, bir komşusu, Hoca’dan ip istemiş. Hoca, eve girip çıktıktan sonra komşusuna ipe un serildiğini söylemiş. Komşusu:
-Hoca, hiç ipe un serilir mi?
diye sorunca Hoca cevabı yapıştırmış:
- Vermeye gönül olmayınca serilir.
Malum, iki kapılı bir han olan bu dünyada gece gündüz yürüyoruz. Ve biz bu dünya misafirhanesinde bir ömürlük misafiriz. Misafirin, dilimizde iki anlamı var. Biri konuk, diğeri yolcu. İkisi de evi ve vatanı dışında olmayı, yani yolda bulunmayı, yolculuk yapmayı gerektiriyor. Bu, genel yolculuk. Bir de yolculuk içinde yolculuk var. Gazali’ye göre iki türlü yolculuk var: Rihle ve sefer.
Rihle
Rihle, talebelerin ilim için yaptıkları yolculuk ile hocaların araştırma yapmak için çıktıkları fiziksel yolculuk olarak tanımlanıyor. Bir hadiste, “İlim elde etmek amacıyla evinden çıkan kimse evine dönünceye kadar geçirdiği tüm zamanını Allah yolunda harcamış sayılır” buyurulduğundan, İslâm coğrafyasında ilim öğrenmek için yolculuk yapmak yaygın bir gelenek haline geldi. Başlangıçta hadis öğrenmek için yapılan yolculuklara rihle denilirken daha sonra, tüm ilimleri öğrenmek için yapılan yolculuklar için de kullanılmaya başlandı. Bu yolculukların altında devrin meşhur âlimlerinden icâzet alarak adlarını ulema silsilesine yazdırma arzusu da vardı şüphesiz.
Çok sıkıntılı bir dönem geçirdik geçiriyoruz. Ne zaman biteceğini de kimse bilmiyor. Sadece birtakım tahminler var. Bu belirsizlik herkes gibi beni de zaman zaman bunaltıyor. Bunaldığımda ve sıkıldığımda da kendimde bir iş yapacak güç bulamıyorum. Ne yapacağımı bilemez halde bazen boş boş oturuyorum. O vakit canım ne kitap okumak istiyor ne de başka bir şey yapmak. Bir yere de gidemiyoruz malum nedenlerden dolayı. Kasvet içimi kaplıyor ve kendimi büyük bir kuyunun içine düşmüş hissediyorum. Bunun üzerine bir de kötü haberler duyunca moralim iyice bozuluyor.
Hayat bu şekilde geçmez, biliyorum. Birkaç güne kadar okullar açılacak, dersler başlayacak. Muhtemelen sıkılacak vakit bulamayacağım. Ders hazırlıkları, dersler, ödevler, öğrencilerden gelen sorular ve daha birçok işle meşgul olacağım. Ama içimizdeki sıkıntı hep bir yerlerde kalacak gibi.
Bana kahramanını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim
Geçen haftayı bir şarkıcının iki arkadaşı ile birlikte yaşlı bir adamı dövmesi üzerine çıkan tartışmalarla geçirdik.
O olayda şarkıcının ve adamlarının işlediği suçlar göründüğünden çok daha fazla. Kendinden büyük biri ile sokak ortasında tartışmak, hakaretler etmek, kavgada rakibinden önce vurmak, kendinden büyük birine el kaldırmak, güçsüz ve zayıf birine saldırmak, muhatabının karşılık vermediği halde vurmaya devam etmek, aman diyene el kaldırmak, yere düşmüş birine tekme atmak, öleceğini zannederek kelime-i şehâdet getirmesinden adamın içine düştüğü durumu anlamamak, kelime-i şehâdeti ezan sanmak, dinin simgelerinden birini duyduğunda azılı din düşmanı gibi saldırmak, dine ve dindarlara hakaret etmek, büyük ve önemli bir iş yapmış gibi göğsünü gererek evine gitmek.
İbrahim Kalın onca işinin gücünün arasında güzel kitaplar yayımlamaya devam ediyor. Son olarak daha önce İngilizce olarak yayımlanmış bir makalesini birazcık genişleterek Perde ve Mânâ Akıl Üzerine Bir Tahlil adıyla Türkçeye kazandırdı. Batı ve İslam medeniyetinde aklın yerinin ve algılanışının mukayeseli bir şekilde anlatıldığı kitabın ilk bölümünde Batılı akıl, ikinci bölümünde ise Müslüman akıl etraflıca açıklanıyor. Böylelikle okura ikisi arasındaki fark daha net bir şekilde gösterilmiş oluyor.
İbrahim Kalın Batı’da tanrının yerine ikame edilen aklı Doğu’da olduğu yere koyuyor ve insan için ne anlama geldiğini büyük İslam filozofları ve mutasavvıflarının sözlerinden örnekler vererek izah ediyor. Bunu yapmaktaki amacı ise aklı erdemden koparmamanın yollarını aramak, bulunan yolları göstermek. Çünkü dünyaya kötülük yapan aklı kutsamanın bizim için ne bir anlamı var ne da faydası.
Müslümanların Ramazan orucu farz olmadan önce oruç tuttukları Muharrem ayına eriştik, hamd olsun.
Ramazandan sonraki en faziletli orucun tutulduğu Muharrem ayına eriştik, hamd olsun.
Peygamber efendimizin 9-11 Muharrem günlerinde yani bu sene 28-29 ve 30 Ağustos tarihlerine tekabül eden günlerde oruç tutmamızı tavsiye ettiği aya girdik, hamdolsun.
Müslümanların traş olmadıkları, çamaşır değiştirmedikleri, yıkanmadıkları, cinsi münasebette bulunmadıkları, sofralarına su koymadıkları, eğlenceden uzak durdukları günlere girdik, hamd olsun.
Başlık, ilk okuduğumda pek bir şey anlamadığım bir beyitten ödünç alınma. Kimin söylediğini bilmediğim beyit şöyle:
Ehl-i irfânım diye kimseye ta’n etme sen
Defter-i irfâna sığmaz söz gelir dîvâneden
Şair bize irfan ehliyim, şöyle hocayım, böyle şeyhim, şu kadar okul bitirdim diye başkalarını küçük görme, aşağılama. Senin bilmediğin öyle kimseler vardır ki irfan mekteplerinde okutulan kitaplarda göremeyeceğin güzellikte ve derinlikte sözler söyleyen nice divâneler, meczuplar vardır.
Bir konuda gerektiğinden fazla tepki gösteriliyorsa o konuda iyi gitmeyen bir şeyler var demektir. İnsan hakları, kadın hakları, çocuk hakları, hayvan hakları, çevre ve doğa hakkı son yıllarda haberlerde sıkça karşımıza çıkan konular ve toplum bu konularda çok hassaslaştı. En ufak bir ihlalde sosyal medya yıkılıyor ve failler verilebilecek en üst cezalarla tecziye ediliyor. Böylece ihlallerin önü alınmaya çalışılıyor.
Belki bu bir çözüm ama ben daha kesin bir çözüm biliyorum. O da çocuklarımıza atalarımızın anlattığı hikayeleri anlatmak. Hikâye ile bu sorun çözülür mü diye soracaksınız hemen. O zaman sizden iki dakikanızı istirham ederek bir hikâye anlatayım. Sonra tekrar konuşuruz.
Geçen sene vizyona çıkan ve yapılması için 30 yıl beklenen Nazif Tunç’un Karınca isimli filmini nihayet seyredebildim. Vesile olan Karantina Sohbetleri-Zoomiler grubuna teşekkür ederim. Şimdi bir bu grup eksikti, bunlar da nereden çıktı gibi sorular aklınıza gelebilir. Korkmayın, endişelenmeyin, bunlar öyle ilk akla gelen gruplardan değil. Kimseye zararları olmayan bir grup. Daha sonra ne olduklarını ve ne yaptıklarını anlatırım.
Nazif Tunç, kendi ifadesiyle Türk sinemasının Yücel Çakmaklı ile girdiği ‘manevi gerçekçilik’ vadisinde sağına soluna bakmadan, herhangi bir ekonomik kaygı gütmeden Türk milletinin tarihsel gelişimine ve inanç geleneğine uygun filmler yapmayı amaç edinen bir yapımcı-yönetmen.
Hz. Âdem’in yeryüzüne indirildiğinden her gün kaç kişinin öldüğünü takip ettiğimiz bugünlere gelinceye değin insanoğlu için değişmeyen bir hakikat var. Süleyman Çelebi bu hakikati çok veciz bir şekilde dile getirmiş:
Her ne denlü çok yaşarsa bir kişi
Âkıbet ölmekdürür ânın işi
İsterseniz 150 yıl yaşayın, sonunda ölüm gelip bizi bulacak. Ölüm ne kadar eski ise ölümsüzlüğü aramak da o kadar eski.
Hayatımda ilk defa camide bayram namazı kılmadan bayramı geçiriyoruz. Din İşleri Yüksek Kurulu bayram namazının evde kılınacağını söyleyince rahatladık ama yine de çocuklarla birlikte evde kılmamıza rağmen içimiz buruk, bir garip olduk, ne yapacağımızı ve söyleyeceğimizi bilemedik.
Zahiri bayram namazını camide kılamadık diye bu kadar üzülürken acaba hakiki bayram namazını kılıp kılmadığımızı hiç düşündük mü?
Mesnevi’de geçen güzel hikayelerden biri de yolun kenarına diken eken adamın hallerinin anlatıldığı hikaye. 2. ciltte yer alan bu hikayede bir adam evinin yola bakan tarafına insanları rahatsız etmesi için dikenler diker. Yoldan geçenler rahatsız olurlar ve valiye şikayet ederler. Vali adamı uyarır ama adam bugün yarın derken bir türlü dikenleri sökmek istemez. Sonunda dikenler büyür ve adam dikenleri sökecek mecali bulamayacak kadar yaşlanır.
Bu hikaye de Mesnevi’nin ibret dolu hikayelerinden biri. Hikayemizin iki kahramanı var. Biri yolun kenarına diken eken adam.
Su deyince akla hemen temizlik, beyazlık, şeffaflık gelir. Suları renklerine göre söyleyince de genellikle aklımıza meşrubat gelir. Sarı su deyince aklımıza limonata, kırmızı su seyince vişne şerbeti, kara su deyince karadut suyu veya pekmezden yapılan şerbet gelir. Peki beyaz su akan, sarı su akan ve kara su akan ırmak deyince aklınıza ne gelir? Saçmaladığımı düşünmeyin hemen. Bu ırmaklar bir masalda geçiyor. Ne demek istediğimin daha iyi anlaşılması için bir örnek vereyim.
Hâsılım iki cihânda sensin...
Nesimî'nin Na't-ı Şerif'i ve Açıklaması
Seyyid Nesimi'nin yaşamı hakkında kaynaklarda kesin bir bilgi yoktur. Gerçek adı İmadüddin olan şair Bağdat'ın Nesim ilçesinde doğmasına nispeten Nesimî mahlasını kullanmıştır. Doğum yılı kesin bilinmemekle beraber 1339-1344 tarihleri arasında doğmuş olabileceği tahmin edilmektedir. Bunun gibi ölüm tarihinde de ittifak edilmiş bir tarih yoktur. Kaynaklarda en sık geçtiği şekli, şiir ve fikirlerinin şeriata aykırı olduğu iddia edilerek Halep'te 807/1404'de derisi yüzülerek öldürüldüğüdür.
Herhalde günümüzde insanların en büyük derdi kilo vermek. Hemen herkes farklı bir yöntem deniyor kilo vermek için. Ben, bin bir zahmet çekerek bir ayda ancak birkaç kilo verebildim. Doksan dört kilo idim, ancak doksana kadar düşebildim. Daha aşağıya inemiyorum. Ama bu hikayede tavsiye edilen rejimi uygulayınca daha kolay kilo verdim.
Bilmeceler hayatımızdan yavaş yavaş çıkıyor. Yerini ise ilk duyduğumuzda bize komik gelen ama insana bir şey katmayan, o anı eğlenceli hale getiren tek katmanlı çözümü basit olduğu halde cevabı hemen akla gelmeyen "Dört tane fil taksiye nasıl biner?" gibi Amerikan bilmeceleri adı verilen bilmeceler alıyor. Bu bilmeceyi babalarımıza dedelerimize sorsak 'o ne biçim bilmece' der gibi yüzümüze bakarlardı. Çünkü onlar hiçbir filin taksiye sığamayacağını düşünür ve akıllarına cevap olarak mantıklı bir şey gelmezdi. Oysa cevabı fillerin sığıp sığmayacağı ile ilgili değil, çok basit: İkisi öne, ikisi arkaya biner.
Malum nedenlerden dolayı evdeyim. Bilim Kurulu üyesi hocalar başta olmak üzere uzman doktorların açıklamalarını pür dikkat dinliyorum ve uyarılarına uymaya çalışıyorum.
Kandil gecelerini nasıl ihya edersiniz? Sadece ibadet ederek mi? Benim birkaç yıldan beri yaptığım bir iş var. Edebiyatımızda miracı anlatan eserleri okumak veya mevlitlerin miracın anlatıldığı bahisleri okumak. Bu sene malum, evlerdeyiz, çocukları da toplayıp yüzyıllardan beri bu topraklarda yapıldığı gibi sesli okumak niyetim var. Belki bu vesile ile böyle bir adet başlatırım evde.
Bugünlerde ülkemizin üstünde kara bulutlar dolaşıyor adeta. Neredeyse her gün bir başka felaket veya kaza haberi ile uyanıyoruz. Önce deprem haberleriyle perişan olduk, İdlib haberleri ile sarsıldık, Van'da hep birlikte çığ altında havasız kaldık ve büyük bir uçak kazası ile tersyüz olduk.
En son uçak kazası haberini aldık ve uzmanlar tvlerde uzun uzun nedenlerini açıklıyor. Kazaların tek bir nedeni yok. Hava şartları, uçak, pilot ve havaalanından kaynaklanıyor olabilir. Hatta bunlardan birden fazlası bir araya gelerek kazaya neden olabiliyor.
Evlerden çıkmadığımız şu tehlikeli günlerde gözle görülmeyecek kadar küçük bir virüs bize birçok şey öğretti ve unuttuğumuz birçok şeyi hatırlattı. Bunlardan biri de aslında yaşamak için o kadar şeye ihtiyacımız olmadığı. Daha da ötesi hayatta eşyadan ve varlığımızdan daha önemli şeyler olduğunu fark etmemiz. Eskilerin bir lokma bir hırka sözünün ne kadar doğru olduğunu tecrübe ettiğimiz günleri yaşıyoruz.
Birkaç ay öncesine kadar hiç ölmeyecekmiş ve dünya bizimmiş gibi yaşıyorduk. Hepimizin aklında bir hesap vardı, arabalar, evler, elbiseler, eşyalar ve daha birçok şey. Oysa uğruna hayatımızı verdiğimiz bu nesneler gerçekten ihtiyacımız mı idi?
Malum nedenlerden dolayı evdeyim. Bilim Kurulu üyesi hocalar başta olmak üzere uzman doktorların açıklamalarını pür dikkat dinliyorum ve uyarılarına uymaya çalışıyorum.
Her ne kadar;
Anladım ki beyhûde imiş fazlaca tedbîr eylemek,
Bir kulun kârı değildir, takdîri tebdîl eylemek.
Diyen şair gibi düşünsem de hekimlerin sözünü de dinlememezlik etmiyorum. Çünkü bilirim ki;
Etme tedbirinde noksan gerçi takdîrindir iş
Hüsn-i tebdir eyle emrinde Hüdâ takdîr eder
Üstad Ekrem Demirli son yazısında gözle görünmeyen bir virüsün koca ülkeleri batma noktasına getirmesine ve güçlü ve sağlıklı olduğunu düşünenlerin kendilerini korkudan eve hapsetmesinden hareketle Yunus Emre’nin meşhur şathiyesini hatırlattı bizlere.
Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu
Demirli, bu beyitte ilahi tecellilerin gücüne vurgu yapıldığını zikrettikten sonra malum ve meşum virüs olaylarını bu beytin yardımıyla açıklıyor. Ben de Ekrem Demirli’nin bıraktığı yerden devam ederek meseleye bizden öncekilerin yaptıkları yorumlarla devam edeyim.
Kandil gecelerini nasıl ihya edersiniz? Sadece ibadet ederek mi? Benim birkaç yıldan beri yaptığım bir iş var. Edebiyatımızda miracı anlatan eserleri okumak veya mevlitlerin miracın anlatıldığı bahisleri okumak. Bu sene malum, evlerdeyiz, çocukları da toplayıp yüzyıllardan beri bu topraklarda yapıldığı gibi sesli okumak niyetim var. Belki bu vesile ile böyle bir adet başlatırım evde.
Hz. Peygamber’in miraç mucizesini öğrenmek için aklımıza gelen ilk kaynak siyer kitaplarıdır. Onlardan da ilgili bahis okunabilir. Ama ille de edebi metinler. Niçin ısrar ettiğimin anlaşılması için bir örnek vereyim. Hamidullah’ın meşhur siyer kitabından tamamını alıntılamayacağım için sadece miraç olayının gerçekleştiği gecenin başlangıcını şuraya alayım:
“Bayrak”, “Fetih Davulları”, “Selimler”, “Kubbeler”, “Süleymaniye” gibi kendisinden daha çok bilinen şiirlerin de sahibi olan bayrak ve vatan şairi olarak bildiğimiz Arif Nihat Asya’nın;
Seccaden kumlardı...
Devirlerden, diyarlardan
Gelip göklerde buluşan
Ezanların vardı
dizeleriyle başlayan “Naat”ı duygu ve estetik bakımından son devirde yazılmış naatlerin en mükemmel örneklerinden biri.
Son günlerde sıkça işittiğimiz “Şehitler tepesi boş değil” cümlesi de Arif Nihat Asya’nın en çok bilinen birkaç şiirinden biri olan Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor isimli şiirinin ilk mısraı.
Khan Akademi’yi duymuştum, yaptıklarını biliyordum ama yazdığı kitabı okumamıştım. Kabaca eğitim-öğretimi sınıf dışına çıkarmak ve okulda öğrenebileceklerden daha fazlasını zaman ve mekâna kayıtlı olmadan öğrenme imkânı sunmak. Kitabı geçen hafta okudum ve aklıma bana bundan birkaç ay önce bir arkadaşımın sorduğu soru geldi.
Arkadaşım, bana, çalıştığı üniversitenin yöneticilerinden birinin kanunda yazılı diye Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü programına Türk Dili dersini, Tarih Bölümü programına İnkılap Tarihi dersini ve İngilizce Öğretmenliği ve İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü programına da İngilizce dersini koymanız lazım, olmaması yasaya uygun değil, suç işliyorsunuz, diye uyardığını anlattı. İnsan, kanunda yazılı olan bir maddenin koşulsuz herkese uygulanması gerektiğini sanan ve genel hüküm-özel hüküm ilişkisinin varlığında bihaber olan yöneticinin sadece hukuk bilgisi hakkında değil mantık bilgisi hakkında da şüpheye düşüyor.
Şükürler olsun, üç aylar mevsimine girdik. Mübarek kabul edip kutladığımız kutsal gecelerin ilkini, “bol sevap ve mükâfat, faziletli amel” anlamına gelen Regaip Kandilini recep ayının ilk cuma gecesinde idrak edeceğiz inşallah.
Kanuni’nin oğlu II. Selim döneminde camilerin aydınlatılıp minarelerde kandiller yakılmasından dolayı kutsal gecelere zamanla kandil geceleri adını vermişiz. Ancak kutsal gecelerde kandil yakma ve şehri aydınlatma adeti çok daha eski tarihlere gidiyor. 11. Asırda Kudüs’te ve Bağdat’ta kutsal gecelerde kandil yakıldığına dair rivayetler var.
Kandil geceleri ve bu gecelerde yakılan kandiller türkülerimize ve ilahilerimize de girmiş. Harabî’nin meşhur nefesinin şu dörtlüğünü bilmeyenimiz var m?
Kandil geceleri kandil oluruz
Kandilin içinde fitil oluruz
Hakkı göstermeye delil oluruz
Fakat kör olanlar görmez bu hali
Ülkemizde son günlerde tartışılan ve önümüzdeki günlerde de uzun süre tartışılacağını düşündüğüm konulardan biri dergahlar ve cemevleri meselesi. Yasalara göre dergahların ve cemevlerinin statüsünü tartışmayacağım. O konuyu hukukçular, siyasetçiler ve siyasetbilimciler tartışsın.
İbadethaneler bir dinin tüm mensuplarının toplu olarak veya tek başlarına ibadet etmeleri için yapılmış özel mekânlardır. Dergah ve cemevleri ise dinin içinde belli bir grubun dinin genel kurallarına ilaveten kendilerini, hayatı ve dünyayı anlamak için çıktıkları yolculukta mensubu bulundukları tarikata has merasim ve nafile ibadetlerin yapıldığı özel mekanlardır.
Mabet, ibadethane ve tapınak. Hepsi aynı anlama gelen biri Arapça, biri Arapça-Farsça ve biri de Türkçe üç kelime. Mabedin dilimizde biri sözlük biri de terim olmak üzere iki anlamı var. Sözlük anlamı ibadet edilen yer demek. Terim anlamı ise “Bir dine bağlı olanların belli zamanlarda toplu olarak veya tek başlarına ibadet etmeleri için yapılmış özel mekân” Bir de mecaz anlamı var: Büyük bir sevgi ve saygı ile bağlanılan yeri ifade için tamlamalarda tamlanan olarak kullanılıyor, meşhur ve büyük bir tiyatro salonu için tiyatronun mabedi, denilmesi gibi.
Bizim konumuz olan tarife dikkat ettiyseniz bir yerin ibadethane olması için;
1. Bir dine bağlı olması,
2. Takvime ve zamana kayıtlı olarak muayyen vakitlerde toplanılması,
3. Topluca ibadet edebilecek olması gibi üç şartı taşıması gerekiyor.
Klasik şiirimizin 19. asırdaki son temsilcilerinden Keçecizâde İzzet Molla’nın (ö. 1829) dillere pelesenk olan bir beyt-i bercestesi vardır.
Meşhûrdur ki fısk ile olmaz cihân harâb
Eyler ânı müdâhene-i âlimân harâb.
Molla, düzenin fısk u fücur ile yıkılamayacağını, çünkü bunların bertaraf edilebileceğini, ancak ondan daha tehlikeli olan alimlerin hakikatleri farklı nedenlerle söylemekten kaçınmasının düzeni yıkacağını söyler. Bu beyti son günlerde ülkemizin üstünde dolaşan kara bulutlarla bozulan moralleri düzeltmek, üzüntümüzü hafifletmek ve daha önemli bir konuya dikkat çekmek için birazcık değiştirelim:
Bugünlerde ülkemizin üstünde kara bulutlar dolaşıyor adeta. Neredeyse her gün bir başka felaket veya kaza haberi ile uyanıyoruz. Önce deprem haberleriyle perişan olduk, İdlib haberleri ile sarsıldık, Van’da hep birlikte çığ altında havasız kaldık ve büyük bir uçak kazası ile tersyüz olduk.
En son uçak kazası haberini aldık ve uzmanlar tvlerde uzun uzun nedenlerini açıklıyor. Kazaların tek bir nedeni yok. Hava şartları, uçak, pilot ve havaalanından kaynaklanıyor olabilir. Hatta bunlardan birden fazlası bir araya gelerek kazaya neden olabiliyor.
Malumunuz zaman zaman Mesnevi’den kimi hikayeleri günlük hayatta karşılaştığımız kimi olaylarla aralarındaki bağlantıya işaret ederek naklediyorum. Bunu da Mesnevi’nin devamlı okunması gereken bir eser olduğunu ve bize her gün yeni bir şey söyleme ihtimali olduğunu göstermek için yapıyorum. Mesnevi’den fazla hikaye anlatmış olacağım ki bir arkadaşım geçenlerde bana şöyle ilginç bir soru sordu.
İsmail, sen hep Mesnevi’den hikayeler anlatıyorsun. Mevlâna şayet La Fontaine masallarını okumuş olsa idi onları da örnek olarak verir miydi?
Seneler önceydi. Ya asistandım ya da olacaktım. Bir arkadaşımla birlikte bir büyük ve güzel insanın sohbetini dinlemeye gitmiştik. O güzel insan mutad sohbetini yaptıktan sonra müridi olduğunu tahmin ettiğim biri bir soru sordu. Efendim, dedi, iyi insanın kötü arkadaşı olabilir mi?
Tüm gözler merakla o büyüğe döndü. Hazret, önce bir nefes aldı, sonra mütebessim bir çehre ile anlatmaya başladı.
Kötü kimdir, arkadaş kimdir? Bize göre kötü nefsine zebun olan kişidir. Kötü huyları olan ve insanlara kötülük yapan kişidir.
Dünya öküz ile balığın üzerindedir, şeklinde bir hadis-i şerif olduğu söylenir. Sahih olup olmadığı tartışmalarının yanı sıra hadisin ne anlama geldiği veya nasıl anlaşılması gerektiği de tartışılmış hadisçiler arasında.
Hadisin müteşabih özellikler taşıdığı, hadiste geçen kelimelerin sözlük anlamının değil mecazi anlamlarının anlaşılması gerekli olduğunu söyleyenler bu hadisi şöyle açıklamışlar.
Cenab-ı Allah, yarattığı her nesne için bir melek görevlendirmiştir. Dünya için de iki melek görevlendirmiştir. Bunlar Sevr (öküz) ve Hut (balık) isimli meleklerdir. Burada öküz ile kastedilen Sevr meleğidir.
Hz. Pir, Mesnevî-i Şerif’inin 23. Beytinde şöyle buyurur.
Ey sevdası güzel aşkımız! Mutlu ol. Ey bütün hastalıklarımızın tabibi.
Hastalık nelerdir? Kişiyi kuvvetten düşüren, günlük hayatını aksatan, mecalsiz bırakan her türlü şey. Bedenimiz için hal böyle iken ruhumuz için nasıl acaba! Kişinin tabiatına göre bir şeyi çok istemek hastalıktır. Nefsine göre ise boş hevesler hastalıktır. Çünkü tüm kötü sıfatları boş heveslerdendir.
Kötü sıfatlar arasında yedi tanesi vardır ki bunlar diğerleri arasında öne çıkar. Bu yedi kötü sıfat kişiye cehennemin yedi kapısını açar. Kişi o yedi kötü sıfatından yani hastalıklarından kurtulmadıkça cehennemin yedi kapısı onun için hep açık kalır.
Son günlerde daha önce duymaya alışık olmadığımız haberleri almaya başladık. Bizde intihar haberleri pek olmazdı. Sonra tek tük çıkmaya başladı, daha sonra da arttı. Şimdi de toplu intihar haberleri duymaya başladık. Korkarım bu gidişle bu tür haberleri almaya devam edeceğiz.
Haberi siz de duymuş veya okumuşsunuzdur. Fatih’te birlikte yaşayan, akrabaları olmayan, yaşları 48 ile 62 arasındaki dört kardeş topluca intihar etti. Bu intiharın nedenlerini üzerine bir sürü yorum yapıldı.
Mevlâna, Mesnevî’sinin 20. beytinde bize şöyle seslenir.
Harislerin göz testisi dolmadı. Sedef, kanaatkâr olduğundan inci ile doldu.
Beyit yorumlanarak şöyle de tercüme edilebilir:
Hırs sahiplerinin testiye benzeyen gözleri dolmadı, yani doymadı ve gönüllerine kanaat gelmedi. Onun için içleri kederden ve yükten kurtulmadı. Vücud metaları itibar pazarında rağbet görmedi. Oysa sedef gibi kanaat etselerdi varlıkları aziz olur ve birçok faydasını görürlerdi.
Mesnevi’nin ilk bölümü olan ilk on sekiz beyitte Hz. Pir, ham olanların pişmiş olanların halini anlayamayacağını, o yüzden sözü uzatmanın bir anlamı olmadığını ve kısa kesmek gerektiğini söyler. Beyit vesselam ile biter. Vesselam söze konulan nokta mesabesindedir ve vesselam denildikten sonra sohbet, konuşma, ders anlatılan veya konuşulan her ne ise biter.
Bursevî, pişmiş olan kamil kimselerin hallerini ham olan sıradan insanların hiçbir zaman anlamayacaklarını, anlamaları için onların yaşadıklarını yaşamaları gerektiğini söyler. Nasıl kırk defa bal denilse de ağız tatlanmazsa büyük insanların başlarından geçenleri tecrübe etmedikçe de onların halleri anlaşılmaz.
Hayvan masallarını okur musunuz? Ben okurum. Okurken de eskilerin neden hayvan masallarını okuduklarını daha iyi anlarım.
Kelile ve Dimne ve Ezop’la başlayan hayvan masalları aslında eğitim için yazılmış eserler, bir nevi ders kitabı. İnsanlara, her birinin bir karakteri temsil ettiği hayvanların hikâyeleri üzerinden hayatı, toplumu ve insanı öğretmeyi amaçlayan metinler. Ne demek istediğimi bir örnek üzerinden anlatmaya çalışayım.
Malum geçen ay Türkiye güvenliğini sağlamak için Barış Pınarı ismini verdiği harekât düzenledi.
Ben şanslı bir adamım, onca şey söyledikten sonra insanım diyecek halim yoktu, yazdıklarımı okuyan, okumakla kalmayıp bir de eleştiren ve bana akıl veren okurlarım var. Kendisi gibi düşünmediğim ve yazmadığım için eleştiren okurlarımla anlaşmada zaman zaman sıkıntı yaşasam da sonunda bir noktada buluşuyoruz.
Adamlık giderse insanlık da gider, başlıklı yazıdan sonra bu sefer başka bir okurumuz yazımızın eksik olduğunu, adam ile Âdem arasındaki ilişkiye değinmediğimi, adamlık dilden giderse Adem’in hakikatinin izah edilemeyeceğini söyledi ve bana Adem’i tanıtmamı istedi.
Birkaç hafta önce Ölür ise ten ölür canlar ölesi değil başlıklı bir yazı yazmıştım hatırlarsanız. Yazının ardından bir hanım okurumuz beni kadın-erkek ayrımına dikkat etmemekle itham etti. Öyle bir şeyi düşünmediğimi ve yapmadığımı, erkekler için de aynı şeyleri yazdığımı desem de verdiğim örneklerin hep kadınlardan olduğunu söyleyerek iddiasında ısrar etti.
Cinsiyet ayırımcılığı o ana kadar pek düşünmediğim ve üzerinde durmadığım bir konu idi. Öğrenci iken karşılaştığım bir sahneyi hatırladım birden. Kadıköy’de oturup Beyazıt’a okula gittiğim için her sabah vapura binerdim. Sisli günlerde de seferler iptal olurdu ve sisin kalkmasını beklerdik. Böyle bir günde fakülteden de tanıdığım devrimci bir grup arkadaşla karşılaşmıştım.
Bir grup arkadaş ile birlikte seyahate çıkmıştık. Sabah namazı vakti Edirne Selimiye Camiine denk geldi. Cemaati bekleyecek vaktimiz yoktu. İçimizde sesi ve tilaveti düzgün bir arkadaşımız imamlık yaptı, bir başka arkadaşımız da müezzinlik. Cemaat olup namaz kıldık.
İmamlık yapan arkadaşımız mihraba geçmedi, teeddüpten iki adım arkada durdu. Bizler de imamın arkasında safa durduk. Camie gelenler de cemaati görünce safa dizildiler ve namazı kıldık. Allah kabul etsin.
Bir adamın karakter sahibi olduğunu nasıl anlarsınız?
İnsan mı demeliydim yoksa? Bugünlerde adam-kadın tartışması kelimeler üzerinden yürütülüyor. Konudan sapmamak için o bahsi bir başka yazıya bırakarak sorumuzun cevabını aramaya başlayalım.
Bu soruya herkes farklı cevaplar verebilir. Hatta siz de bir ölçek geliştirebilirsiniz. Çevrenizde çok beğendiğiniz ve karakter sahibi olduğunu düşündüğünüz birini örnek alır, onun hayran olduğunuz özelliklerini sıralarsınız, alın size bir ölçek daha.
Ben bu sorunun cevabını Fevrî’nin Sokullu Mehmed Paşa’yı ve ahlakını anlattığı eseri Ahlak-ı Mehmed’de arayacağım ve yüksek seciye sahibinin nasıl olması gerektiğini izah etmeye çalışacağım.
Geçenlerde Adalet Ağaoğlu ile yapılan bir röportajı okudum ve Ağaoğlu’nun şu sözleri çok dikkatimi çekti:
64 yıllık eşim öldüğünde yarım kaldım. Bu kadar uzun yaşamayı hiç istemezdim, kendimden sıkıldım
Bu sözleri okuyunca aklıma bir arkadaşımın geçen sene 84 yaşında vefat eden annesinin sözleri geldi. Merhûme teyzemiz, bu dünyada yeteri kadar kaldığını, eşini çok özlediğini, öte dünyaya göç etme vaktinin geldiğini anlatırmış ve adeta kısa bir süre sonra otobüsü kalkacak yolcu gibi bavulu hazır ölümü beklermiş.
Bir bayrama daha kavuşuyoruz, kavuştuk. Kavuşturana hamd olsun.
Hali vakti yerinde olanlarımızı kurban heyecanı sardı. Kimi hayvan pazarlarını geziyor, en besili, en güzel ve en ucuz hayvanı arıyor. Varsa ortaklarıyla birlikte kesecekler, paylaşacaklar. Allah kestikleri kurbanı, akıttıkları kanı kabul etsin.
Bir kısmımız, çevremde kurban eti verebileceğim fakir kimse yok, diye bir kısmımız da kurban kesmek ile uğraşmamak için veya kesecek imkanları olmadığı için STK’lara bağışlayacak. İnternet üzerinde hangi kuruluş nerelerde ve kaç paraya kestiğini araştıracak. Allah onların da yaptıkları yardımı ve adlarına kesilen kurbanı kabul etsin.
Allah’a olan yakınlığımızı göstermek niyetiyle, her yıl belli günlerde, belli özellikleri olan bazı hayvanların ibadet maksadıyla kesilmesine kurban diyoruz. Bu genel anlamın sorumuzun cevabını içerdiği söylenemez. Sorumuzun cevabını, verebilmek için Kur’an’da, Maide suresinde anlatılan Hz. Âdem’in (as) iki oğlunun kurban kesme olayına dikkatlice okuyalım.
“Habil ile Kabil Allah için kurban etmişlerdi de Habil’inki kabul edilmiş Kabil’inki kabul edilmemişti. O zaman Kabil Habil’e ‘Ant olsun seni öldüreceğim’ demiş Habil de ‘Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder’ demişti.”
Eskiden kitaplar bu kadar yaygın ve ulaşılabilir değil iken, okuma-yazma bilenlerin sayısı çok az iken okuma yazma bilenler tarafından topluma okunmak üzere eserler kaleme alınırdı. Bu kitapların bir kısmı dini konularda halkı bilgilendirir iken bir kısmı da günümüzde eğlenmek amacıyla seyredilen, televizyonun, sinemanın veya bunlara benzer ortamların işlevini yerini getirirdi. Halk hikayeleri, destanlar, efsanelerin yanı sıra dinleyenlerin merak duygularını gıdıklayan konularda da kitaplar yazılır ve bu konuların amiyane tabirle bol bol geyiği yapılır, şakalaşılırdı. Anlatılanlara özellikle kadınlar ve çocuklar inanır ve gerçekmiş gibi kabul ederlerdi.
Sivâsî ve Asaf Hâlet Çelebi’ye aynı şeyleri terennüm ettiren ne idi?
Mutasavvıfların üzerinde özenle durdukları konuların başında kalbin temizlenmesi gelir. Kalbin temizlenmesi ise iki aşamalıdır. İlki Yunus Emre’nin gönül pasını yumak olarak tarif ettiği gönlü kötü düşüncelerden arındırmak, ikinci aşama ise iyi ve güzel şeyler de olsa bu dünyaya ait olan nesnelere, kavramlara ve şahıslara olan sevgiyi oradan kaldırmaktır. Bunlardan ilki şeriat ile, ikincisi de tarikat ile olur. Böylece boşalan gönül Allah ve sevgisi ile dolacaktır. Buna da marifet denir. Marifet sahibi olduktan sonra da hakikat kendiliğinden gelecektir. Tasavvuf yolcusunun arzularının en önemlisi de budur.
Mesele mühim olunca özellikle mürşit mesabesinde olan mutasavvıflar bu konuda özlü sözler ve şiirler söylemişler, müritlerine ve takipçilerine gönlü temizlemenin yollarını anlatmışlar, cesaretlendirici ve ümit verici vaaz u nasihatlerde bulunagelmişlerdir.
Bu yıl da Ramazan geldi. Bizi ona kavuşturan Allah'a hamdolsun. Ramazanla birlikte televizyonlarda ve gazetelerde uzmanların görüşlerini dinleyeceğiz, okuyacağız. Bizi tok tutacak yiyeceklerin neler olduğunu söyleyecekler, hangi meşrubatın bizi susatmayacağını anlatacaklar. Bir kısım insanlar uzmanların bu tavsiyelerine uymaya çalışacak, gün boyunca kendilerini tok tutacak yiyecekleri sahur sofralarına koymakla meşgul olacaklar. Oruçlu iken susuzluk çekmemek için neler yapılması gerekiyorsa onları yapacaklar. Böylece açlık ve susuzluk hissetmeden oruçlarını tutmuş olacaklar. Allah oruçlarını kabul etsin.
Zaman zaman ortalıkta bir 'kifayetsiz muhteris' lafı dolaşıp durur. Ne anlama geldiğini anladığım kadarı ile açıklamaya çalışayım. Kifâyetin, sözlüklerdeki anlamı şu; yeter miktarda olma, yetişme, elverme, kâfi olma ve bir işi yapma husûsunda başkasına ihtiyaç göstermeyecek güçte olma, yeterlik, iktidar. Muhteris ise şu anlamda: Çok istekli, çok arzulu, coşkulu, ateşli kimse ve doymak bilmeyen, kanâat etmeyen, hırslı (kimse), haris. Bu durumda kifayetsiz muhterisi, bir işi yapabilmek için gereken bilgi, beceri ve tecrübeden mahrum olduğu halde yetersizliğine bakmadan o işi yapma konusunda aşırı istekli olan ve bu uğurda her şeyi yapabilen kişi olarak tanımlayabiliriz. Devamı için tıklayınız.
Günümüzde okula yapabileceğinden çok daha fazla yük bindiriliyor. Okul, hem bilgi hem görgü hem ahlak hem davranış hem hikmet hasılı hayata dair her şeyi okuldan bekliyoruz.
Acaba bu mümkün müdür? Bence mümkün değil, okul çok önemli ama tek başına yetmez. Aile, mahalle, iş yerleri ve burada ismini sayamadığım birçok mahfil vardı ve buralarda halk için yazılan kitaplar kıraat edilir, bilgi aktarımının yanı sıra oturmasını, kalkmasını da öğrenirdi. Kabiliyeti varsa hikmet ve irfan sahibi de olurdu ve bu irfan ancak meclislerde kazanılırdı.
Günlük hayatımızda zaman zaman öyle derin ve içli sözlerle karşılaşırız ki ilave bir söz söylemek mümkün olmaz. Yerinde ve zamanında söylenen bu tip sözlerin büyüsü ve etkisi bizi öyle kuşatır ki, artık ne bizde bir söz söylemeye mecal ne de söz söylemeye ihtiyaç kalır. Ne demek istediğimi size üç örnek ile açıklamaya çalışayım.
"Akıllı olmak yetmez, erdemli olmak da lâzım" başlıklı yazımın ardından okurlardan gelen birkaç e-posta, erdemden ne anladığımı, erdemli insan ile neyi kastettiğimi açıklamam gerektiğini düşünmeye sevk etti beni. Açıklamadan önce kısa bir açıklama daha yapayım; başlık, bir arkadaşımla "erdemli şehrin insanları" üzerine konuşurken zikrettiği "erdem vergisi" deyişinden ilhamla orada duruyor. Kavram hoşuma gitti. Yazacaklarımı bu kadar az sözle bu kadar öz ve güzel ifade edecek başka bir tamlama bulamazdım. Baş tacı yapıp kendisinin de izniyle başlık olarak kullanıyorum.
Malum mahalli yöneticilerimizi belirleyeceğimiz seçimlere kısa bir süre kaldı. Adaylar hummalı bir çalışma içinde, seçilmek için gayret ediyorlar. Peki hiç beş yıl boyunca yaşadığımız kasabayı yönetecek belediye başkanının nasıl olması gerektiğini düşündünüz mü?
Eskiler düşünmüşler ve düşündüklerini de kitaplaştırmışlar. Siyasetname türü böyle bir ihtiyaçtan doğmuş. Bir ülkeyi, bir şehri, bir beldeyi yönetmeye talip olanları uyaran kitaplar yazmışlar ve adına da siyasetname demişler.
Dostlarım beni uyarır bazen çok safsın diye. Karşındaki adamı tanımıyorsun, sana akıl veriyormuş ve yardım ediyormuş gibi davranıyor ama kendi menfaatini kolluyor. Sen de inanıyorsun ve ona yardım ediyorsun derler. Ben de Halik bilsin yeter, derim. Evet, saf bir tarafım var. Hatta benimkisi biraz ahmaklık düzeyinde saflık. Saflığımız bizi korur, derdim de nedenini bilmezdim. Ama şikayetçi değilim bu durumdan. Şairin dediği gibi zekamızla baş edebilirsiniz ama saflığımızla asla diyenlerdenim.
Şimdi siz bu adam kendi kendine yine ne anlatıyor diyeceksiniz yukarıdaki satırları okuyunca. İzah etmeme müsaade buyurunuz.
Birgün her zamanki gibi dersimden çıkmış, odama geçiyordum. Adetim olduğu üzere önce çaycıya uğrayıp büyük bardak çayımı aldım sonra odaya geçtim. Elimdekileri masanın üzerine bıraktım. Bir taraftan bilgisayarımı açmaya çalışırken diğer taraftan masanın üzerini toparlıyordum. Biri kısık sesle selam vererek içeri girdi bu arada. Öğrencilerden biri bir şey soruyor zannettim önce. Başımı kaldırınca uzun zamandan beri görmediğim eski bir arkadaşımı gördüm. Bu taraflarda bir işi varmış, işi erken bitmiş, bir arkadaşını görmek için üniversiteye gelmiş, onu ararken benim adımı görünce kapıdan içeri girmiş.
Sohbet-i erbâb-ı dil bir lahza sensiz olmasın.
Hürmetin inkar eden, dünyada hürmet bulmasın...
Malumunuz, kahve üzerine bir yazı yazdım. Yazı üzerine ehibba ve yârân arasında çayı sevenler hal dilleriyle bana, günde beş öğün beşer bardak çay içen adamsın, nasıl böyle bir ihanet içerisinde olursun, der gibi bakınca dayanamadım ve bu satırları kaleme aldım.
Efendim, çay şarabu’l-ârifîndir, derler. Elhak doğrudur. Çayı sevmeyen derviş olmadığı gibi çay içilmeyen tekke de olmaz. Çünkü Allah’ın nimeti çoktur lakin seveni için çay gibisi yoktur. Hatta ehl-i dilden bir zatın Peygamber efendimiz zamanında çay olsaydı, çay içmek sünnet olurdu. Çünkü çay sohbete sebeptir." Dediği yazılı kitaplarda.
Dervişler arasında yaygın olmasının bir nedeni de Ahmed Yesevî’dir. Bir gün Hıtay’a gider. Hava sıcak olduğu için yol kenarında oturup dinlenir. Bir köylü, Ahmed Yesevî’den hamile karısı için dua ister. Yesevî hazretleri de dua eder ve kadın kolayca doğurur. Köylü de kendisine çay ikram eder. Hoca Yesevi, o zamana kadar hiç görmediği çayı içince bir rahatlar, bir rahatlar ve yorgunluğu gider ve ellerini açıp şöyle dua eder; "Ya Rabbi bu içeceğe revaç ver. Bizi sevenler içsin, faidelensinler."
Ol nedir kim bir güzel esmer civân Râhat-ı ruhu hayât-efzâ-yı cân Anın içip meyledip erbab-ı dil Iyş u nûş eyler anınla her zamân
Şimdiki İstanbulluların pek bilmedikleri bir bilmecedir bu dörtlük. Cevabı ise esmer, cana can katan, gönül ehlinin meylettiği ve her zaman içtiği kahvedir. Aslı şairin dediği gibi;
Nefesinden senin ey kahve meşamm-ı câna
Bûy-ı Rahman erişir belki Yemen’den gelen
Yemen’den gelir. Bazı şeyhler Yemen dağlarını kendilerine yurt edinip dervişleriyle beraber bir tür “kalp” ve “bun” dedikleri taneleri döğüp yerlermiş. Bazısı da kavurup suyunu içermiş. Dervişlerin meşrebine ve mesleğine uygun olan bu kuru ve soğuk gıda dervişler vasıtasıyla tüm dünyaya yayılmış ve;
Tütün kahve iki dane birâder
Cihânı müşterek zabt eylemişler
Geçenlerde bir arkadaşıma uğradım. Çay söyledi, içerken bir ara, hayırdır, dedi, artık Mesnevi’den hikayeler yazmıyorsun, hikayeler mi bitti, sen yazmayı mı bıraktın, diye sormaz mı? Şaşırdım, ne demek istiyor acaba dedim kendi kendime. Şaşkınlığım yüzüme vurmuş olacak ki şakayla karışık takıldı:
Kızma hoca, alıştırdın bizi hikayelere, o yüzden söyledim.
Yok, kızmadım felan dedimse de arkadaş beni teselli babında birkaç lakırdı daha etti, çayımı içtim ve müsaade isteyip ayrıldım.
Hem yürüyor hem arkadaşın dediklerini düşünüyordum. Ne Mesnevi’de hikaye biterdi, ne de ben yazmayı bırakmayı düşünüyordum. Sayılı olduğu için hikayelerin okunması bitebilir, ama her hikaye her okunuşta ilk defa okunuyormuş gibi yeni ve farklı kapılar açtığı için aslında hiç bitmez. O yüzden Mesnevi manalar ummanıdır ve içilmekle bitmez. Mesnevî’yi anladın mı okuduğun her hikâye Mesnevi’denmiş gibi gelir. Nasıl der gibi baktığınızı görür gibi oldum. Açıklayayım.
Hurûfîlik ve Bektâşilik Ne İdiler ve Nasıl Kaynaştılar
Sâdık Vicdânî, Tomâr-ı Turûk-ı Aliye’den Melâmiyye, Halvetiyye ve Kâdiriyye’yi yayımladıktan sonra serinin dördüncü kitabı olarak Sûfî ve Tasavvuf’u yayımlar. Bu eserinde, Mufassal Bektâşîyye Silsilenâmesi adında bir kitap neşredeceğini söyler. Varlığından böylece haberdar olduğumuz bu kitap yazarın fırsatı, imkanı ve vakti olduğu halde bugün tam olarak bilmediğimiz bir nedenden dolayı yayımlanmamıştır.
Bulgaristan’daki Türbelerin Güncel Durumu Üzerine Bir Değerlendirme
1389-1978 yılları arasında Osmanlı Devleti’ne bağlı birkaç vilayet olan Bulgaristan’da Türkler binlerce mimari eser vücuda getirmişlerdir. Bunlardan bir kısmı zamanla yıkılırken büyük bir kısmı 1877-8 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından Ruslar tarafından yıkılmış, bir kısmı da Bulgar milliyetçileri tarafından sonraki yıllarda yakılmış ve yıkılmıştır. Üç bini aşkın eserden geriye kalanların sayısı bugün üç yüzü bulmamaktadır. Bu makalede; Bulgaristan’a yapılan iki seyahatte tespit edilen ve günümüze kadar kalmayı başarmış türbe ve tekkelerin bugünkü durumu üzerinde durulacak, ortak özelliklerine göre birtakım tasniflerde bulunulacaktır. Türbelerin mevcut durumları ortaya konularak konuya dikkat çekilecek ve bundan sonra yapılacaklara bir nebze de olsa ışık tutulmaya çalışılacaktır.
Yukarıdaki resmi gördünüz. Buna benzer resimler ve cümleler sosyal medyada sıkça paylaşılıyor. Zaman zaman resim üzerinden toplumun bir kesimi aşağılanıyor ve istiskal ediliyor. Bunu paylaşanlara göre içinde bulunduğumuz kötü hallerin ve gelişmiş bir ülke olmamazın nedeni hep inşallah ve maşallah sözünü kullanmamızda. Yani işi Allah'a havale etmemizde. Batılılar inşallah demedikleri için çok geliştiler. Toplum olarak inşallah demekten vaz geçersek kurtulacağız.
Acaba gerçekten inşallah dediğimiz için mi geri kaldık? Artık inşallah demezsek gerçekten kurtulur muyuz? İki asırdan beri yüzlerce aydın ve bilim adamının aradıkları sorunun cevabı bu kadar basit olabilir mi?
Buna inananlara önce inşallahın bir Müslüman için ne anlama geldiğini açıklamaya çalışayım fazla vaktinizi almadan.
Toynak sesini duyunca aklına ne geliyor, bana onu söyle!
Aziz kardeşim,
Bana tasavvuf hakkında soruyorsun; tasavvufu nasıl öğrenebilirim, hangi kitapları okumalıyım, kime gitmeliyim, diye. Belli ki başından geçenler senin bu konularda düşünmene vesile olmuş. Bence çok doğru sorular soruyorsun. Bu sorulara yıllarca muhatap oldum ve cevabını hep düşündüm. Tam olarak cevap verebileceğimi iddia edemem, eksik olabilir söylediklerim. Ama başlangıç için de bir fikir verebilir zannıyla bu satırları kaleme alıyorum.
Tasavvufun yüzlerce tanımı var, sıralamaya kalkışsam sayfalarca sürer. Ama ben içlerinden birini tercih ediyorum ve sana onu söyleyeceğim. Tasavvuf insan olmayı öğrenmek demek. İnsan derken insan-ı hakikîyi kastettiğimi anlamışsındır. İnsanı bilmeden ve öğrenmeden tasavvufu tam manasıyla anlamak ve bilmek mümkün değil.
Mecnun, bir kabile reisinin dualar ve adaklarla dünyaya gelmiş olan Kays adlı oğludur. Okulda bir başka kabile reisinin kızı olan Leyla ile tanışır. Bu iki genç birbirlerine aşık olurlar. Okulda başlayıp gittikçe alevlenen bu macerayı Leyla'nın annesi öğrenir.
Kızının bu durumuna kızan annesi, kızına çıkışır ve bir daha okula göndermez. Kays okulda Leyla' yı göremeyince üzüntüden çılgına döner, başını alıp çöllere gider ve Mecnun diye anılmaya başlar.
Mecnun'un babası, oğlunu bu durumdan kurtarmak için Leyla'yı isterse de Mecnun (deli, çılgın) oldu diye Leyla'yı vermezler. Leyla evden kaçarak, Mecnun' u çölde bulur. Halbuki o, çölde âhular, ceylanlar ve kuşlarla arkadaşlık etmektedir ve mecâzî aşktan ilâhî aşka yükselmiştir. Bu sebeple Leylâ' yı tanımaz. Babası Mecnûn' u iyileşmesi için Kâbe' ye götürür. Duâların kabul olduğu bu yerde Mecnûn, kendisindeki aşkını daha da arttırması için Allahü Tealâya duâ eder:
Capuletler ve Montagueler birbirine düşman iki ailedir. Aralarındaki bitmek bilmez kin ve nefret vardır ve bir sürü kan dökülmüştür.
Eser ateşli ve heyacanlı olduğu her halinden belli olan Tybalt’ın olayı tam olarak öğrenmeden Romeo’nun arkadaşına saldırdığı sahne ile başlar. Tybalt’ın bu dizginlenemeyen hiddeti sonradan yaşanacak olayların müsebbibi olacaktır. Shakespeare adeta ilk sahneyi okurun Tybalt’ı daha iyi tanıması için yazmıştır.
Bu sahne aynı zamanda Capulet ve Montague aileleri arasındaki düşmanlığı da gösterir. Şehrin yönetici Prens Escalus’un araya girmesi ile olaylar yatışır ama daha sonra küçük bir kıvılcımla tekrar ateşleneceğini okuyucu hissseder ve sezer.
Geçenlerde bir vesile ile Mesnevi’nin ikinci cildinde geçen Ölümsüzlük ağacını arayan padişah isimli hikâyeyi okuyunca yıllar önce sorulan bir soru geldi aklıma nedense. Fi tarihinde bir öğrenci “Aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır sözünde bir mantık hatası yok mu?” diye sormuştu. Ne verdiğim cevabı hatırlıyorum ne de öğrencinin verdiğim cevaptan tatmin olup olmadığını. Bir kez daha cevap vermeye çalışayım.
İnsanoğlu tarih boyunca iki nesneye sahip olmak için uğraşmış durmuştur. Biri onu ölümsüz yapacak bir yiyeceği bulmak, diğeri de bakırı altına çevirecek iksiri icat etmek. Ölümsüzlük meyvesinin olduğu hayat ağacı hakkında çok sayıda makale ve kitap var. Ben meselenin tarihi ve edebi yönüne hiç girmeyeceğim. Merak edenler Gönül Tekin’in Sümerlerden başlayarak dinlerde ve mitolojilerde geçen ölümsüzlük ağacı veya hayat ağacını anlattığı makalelerini okusunlar. Ben neyi kastettiğimi müsaadenizle Mesnevi’den bir hikâye ile anlatmaya çalışayım.
Seyahatlerde çok sık olmasa da insanı heyecanlandıran ve büyüleyen manzaralar çıkabiliyor karşımıza. Bunları bazen güzel bir resim olarak görüyor ve bayılıyoruz, bazen de çağrıştırdığı anlamları düşünüyor, kendimizi kaybediyoruz. Beni en çok heyecanlandıran da bu tür manzaralar.
Ne demek istediğimi veya neyi kastettiğimi bir örnek üzerinden göstermeye çalışayım.
Yukarıdaki fotoğrafı görüyorsunuz. Fotoğraf resim olarak güzel, simetrik kapı, merdivenler, mühürler, beyaz zemin üzerinde koyu yeşil kapı ve önünde dört sıra taştan merdiven. Kompozisyon olarak fevkalade.
Acaba gördüklerimizin hepsi bu kadar mı? Ne düşündünüz bilmiyorum ama ben bu işlerden anlayan birine sordum ve öğrendiklerimi sizinle paylaşmak üzere bu satırları yazıyorum.
Burası bir tekkenin girişi. Gördüğümüz her nesnenin her birinin bir anlamı var ve bir şeyleri sembolize ediyor. Tekkenin önü dünya hayatı, şuursuzca ve mevcudun farkında olmadan yaşadığımız yerler, yaptığımız işler, geçirdiğimiz vakitler.
Geçtiğimiz ay, dört kişilik bir ekiple Bulgaristan’a bir haftalık bir seyahat gerçekleştirdik. Hayatımdaki en zevkli ve eğlenceli yolculuklardan biri olan bu seyahatte Kırcaali, Orta Rodoplar, Filibe, Bulgaristan’ın kuzey doğusundan kuzey batısına kadar gittikten sonra Sofya üzerinden Türkiye’ye döndük. Sabah sekiz gibi otelden çıkıyor, hava karardıktan sonra dokuz gibi otele giriyorduk. Ben 3000 km yol yapmışız altı günde diyeyim, gerisini siz anlayın.
Durduk yerde sadece gezmek için gitmedik tabi ki Bulgaristan’a. Dağ taş demeden köye kasabaya bakmadan dolaşmamızın nedeni, kitaplarda tespit ettiğimiz türbeleri, tekkeleri görmek ve ziyaret etmek idi. Aldığım notları inşallah bir kitap haline getireceğim. Çektiğimiz fotoğraflarla süsleyeceğimiz kitap inşallah yayınlandığında daha geniş bilgileri paylaşmış olacağız. O yüzden ben genel olarak edindiğim intibaı sizlerle paylaşmak için bu satırları karalıyorum. (Klavyeliyorum mu deseydim acaba!)
Hemen ilk başta söyleyeyim, türbelerin durumu pek iç açıcı değil maalesef. Birkaçı istisna, hepsi harap ve bakımsız bir haldeler. Bir kısmının türbelik durumu kalmamış, bir kısmının içi başka bir şeye dönüşmüş, bir kısmı da tüm olumsuz şartlara rağmen hâlâ ayakta durmaya çalışıyor.
Vâfaka şenn tabaka’nın Kıbrıs versiyonu: Dilruba Hanım
Arapça bir darbımesel var: Vâfaka şenne tabaka. Vâfaka uygun düştü, münasip anlamında. Şenn ise küçük su kırbası anlamına geliyor ve erkek ismi. Tabaka’nın bir çok anlamı var. Burada kullanılan anlamı kapak anlamında. Aynı zamanda bir kız ismi. Kap kapağını bulmuş diye çevirebiliriz. Türkçede tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş diyoruz biz. Hikayede ise Şen ile Tabaka birbirine uygun iki çift oldu, şeklinde geçiyor
Darbımesel her ne kadar Arapça olsa da biz de kullanmışız. Nedim’in;
Yunus’u bilmeyenimiz yoktur. Sevmeyenimiz de yoktur. O bizim Yunus’tur. Onun sözleri asırlardan beri bizim dilimizi süsler, zenginleştirir ve onun sözlerini çığırırız. İlahi deyince akla hemen onun adı gelir. Nerede güzel bir ilahi duysak ona yakıştırırız. Güzellik onun şiirlerinin diğer adıdır.
Yunus, insana dair ne varsa hepsini terennüm etmiştir, dile getirmiştir, kağıda dökmüştür. O yüzden insana dair ne ararsanız onun şiirlerinde bulursunuz. Şefkat, hasret, özlem, sabır, acı, keder, sevinç. Listeyi istediğiniz kadar uzatabilirsiniz. Çünkü o kamildir ve insana ait her türlü hissiyatı bilir ve anlatır. Hissiyatı bildiği gibi insan tiplerini de bilir. O, fakiri de bilir, zengini de. Yaşlıyı da bilir genci de. Mutluyu da bilir bahtsızı da. Sarhoşu da bilir, zahidi de. Mütekebbiri de bilir, mütevaziyi de. Kıskananı da bilir, kıskanılanı da. Dini de bilir, tarikatı da. Hocayı da bilir talebeyi de. Dervişi de biliri şeyhi de. Kulu da bilir, sultanı da. Dervişliğin başını da bilir sonunu da. Çünkü o kamil bir mürşiddir. O gerçek tasavvuf konusunda söylenmesi gereken ne varsa hepsini söylemiştir. Onun kadar tevhide ve irfana dair söz söyleyen yoktur. Onun söylemeyip kendisinden sonra gelenlerin söylediği yeni hiçbir şey de yoktur.
Bursevî onun son zamanlarda yetişen mutasavvıfların sonuncusu olduğunu söylerken çok haklıdır. Ondan sonra birçok kamil mürşit gelmesine rağmen onun gibisi gelmedi. Herkesin ve her kesimin sevdiği bir başkası yok neredeyse ondan sonra.
Malum, kimi hocaefendiler televizyonlarda, radyolarda günde şu kadar şu duayı edersen şöyle olur, şunları yaparsan böyle olur, türünden kurdukları cümlelerle kendilerini dinleyenlere vaaz u nasihatte bulunuyorlar. Bir kısım ilahiyat hocaları da çıkıp bunları eleştiriyorlar, anlattıkları şeylerin doğru olmadığını hatta dinde yeri olmadığını söyleyerek eleştiriyorlar. Bu sefer karşı taraf da onlara ahir zaman uleması diyerek eleştiriyor. Bir kesime de eğlence çıkıyor tabi ki. Tarafları kızıştırdıktan sonra ellerinde patlamış mısır, atışmaları ve çatışmaları komedi filmi seyreder gibi gülerek seyrediyorlar.
Bu tartışmaların bir faydası olur mu, bir hakikat çıkar mı diye düşünmeyin, ne faydası olur, ne de bir hakikat çıkar. Laf kıtlığında asma budamaktan başka bir şey değil konuşulunlar, boş lakırdı.
Şimdi siz bu ne biçim soru diyeceksiniz, biliyorum. Sizi tanırım. Hemen bana sütü bozuğun tarifini yaparsınız. Soysuz, karaktersiz, aşağılık kimse dersiniz. Kötü soydan gelen herif dersiniz. İyilik yapılan eli ısıran soysuz, dersiniz. Biraz daha açıp helal süt emmemiş, annesinden emdiği süt bozuk olan, annesi aşına haram karıştırdığı için sütü de bozuk, içen de bozuk olur, diyenleriniz olur. Hayır demem bunların hiç birine. Elhak hepsi doğrudur.
İçinizde cin gibi olanlarınız da benim böyle bir soru sorduğuma göre bir başka anlamı olmalı diye düşünürsünüz hemen. Bilirim, benim okurlarım arasında zekiler çoktur. Eh, madem söyledik, o zaman meramımızı ifadeye gayret edelim.
Aşık Paşa, Garîbnâme’sinin dördüncü bölümünün yedinci destanında cennette akan ırmaklardan bahseder. Cennette akan dört ırmağı Aşık Paşa şöyle izah eder:
Böyle bir şeyle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Bir ara iş çığırından çıkmaya başladı galiba diye düşünmeye başlamadım değil.
Ne demek istediğimi, neyi kastettiğimi biraz daha açayım. Efendim, malumunuz Mesnevi’den Hayvan Hikayeleri kitabı yayınlandıktan sonra çevremdeki insanlar kitapta benim yaptığım açıklamaları yetersiz buldukları için bana yardımcı oluyorlar sağ olsunlar. Ben de bunları sizinle paylaşıyorum. Bu sefer Aslan, Kurt ve Tilki hikayesini eksik anlamış ve yorumlamışım. Farklı bir katmanı daha varmış hikayenin, ama ben fark etmemişim.
Bir aslan, bir kurt, bir tilki birlikte ava çıkmışlar. Birbirlerine yardım ederek av hayvanlarını adamakıllı yakalamayı, onların yolunu kesmeyi planlamışlardı.
Üçü de beraberce o geniş ovada birçok av elde etmek niyetindeydiler. Aslan, onlarla beraber avlanmaktan utanmaktaysa da yine onları ağırladı, onlara yoldaş oldu.
Bir arkadaşımızın köy dönüşünde başından geçenleri anlattığım yazıyı hatırlayacaksınız, tabi ki okuduysanız. Yine bir akşam, neredeyse tamamı üniversite mezunu, doktoralı, mastırlı kişilerden oluşan bir meclisteyiz. Laf döndü, dolaştı, benim yazıya geldi. Eh tabi lafı oraya getirmek için benim de azıcık gayretim oldu, inkar edecek halim yok. Şimdi siz benim yazılarımdan bahsetmek için fırsat kolladığımı felan düşüneceksiniz ama yanılıyorsunuz. Konu kendiliğinden oraya geldi.
Şimdi siz nasıl geldi, söyle de bilelim, dersiniz. Ben de sizi merakta bırakmak istemem.
Malum bayramlarda milletçe bizi üzen tek şey tr1afik kazaları. Bu bayramda trafik kazalarında ölenlerin sayısı biraz azalmış ama hâlâ yüksekmiş, devlet tedbir almalıymış, kamyonlar yola çıkmamalıymış, mış mış da mış. Devletin ihmalini ve kusurunu konuştuktan sonra bu sefer de sürücüler ve arabaların kusurları konuşulmaya başlandı. Acemi sürücüler uzun yola çıkmamalı, şu kadar yaş üzeri arabalara izin verilmemeli, her iki saatte bir mola verilmeli gibi birçok öneri peşpeşe sıralandı.
Bayramların güzel taraflarından biri de uzun zamandan beri görmediğiniz eş dost ve akrabalarımızı görme imkanı bulmamız. Ben de yıllardan beri görmediğim akrabalarımı gördüm, sohbet ettik, halimizi hatırımızı sorduk, başımızdan geçen ilginç olayları paylaştık.
Köydeyiz, yine bir akşam, namazlar kılınmış, kavurmalar yenmiş, herkes kendisini taşıyabildiği bir koltuğa veya mindere zar zor atmış, kendisine birilerinin çay getirmesi için içinden Allah’a dua ettiği bir ortamda akrabalardan biri hiç ilgisi yokken bana işittirmek ister gibi bir şeyler anlatmaya başladı.
- Bir seferinde köyden İstanbul’a dönüyorum. Akşam oldu ve büyük oğlan açım demeye başlayınca biz de yolumuzun üzerindeki Amasya’ya uğrayalım dedik. Yeri gelmişken söyleyeyim, Amasya’yı çok beğendim. Tarihi eserleri öyle güzel ortaya çıkarmışlar ki insanın ayrılası gelmiyor. Bayıldım, diyeyim de gerisini siz tahmin edin artık. Amasya’nın tarihi camilerinden Mehmet Paşa Camiin önünde durduk, arabayı parkedip camiye gittik. İmamı bayram iznine gittiği için cemaatten birinin kıldırdığı akşam namazının ardından oğlanın karnını doyurmak için ırmak yoluna doğru yürüdük. Irmak, yanındaki yol, serin esen rüzgar, ırmağın karşı tarafındaki kral kayaları, evler, konaklar, hepsi o kadar harika idi ki içimden, ne güzel yer, burada bir gün akşama kadar kalabilirim dedim.
Daha önce anlatmıştım sizlere. Bizim büyük oğlan kitapta Papağan ve Bakkal hikayesini okuduktan sonra bana yanlış anladığımı söylemişti. Beni çok şaşırtacak şekilde hikayeye başka bir açıdan yaklaşmıştı. Ben de bunu hem yazmış hem de sağda solda anlatmıştım. Bizim küçük oğlan da okumuş doğal olarak. Okuduktansonra yanıma geldi ve biraz çıkışır gibi hafif sert bir tonda sordu:
- - Baba!
- - Efendim güzel oğlum.
- - Yazını okudum.
- - Ah çok teşekkür ederim. Hangisini?
- - Şu son yazdığın, içinde bakkal ve papağan olan.
- - Ha, onu mu, peki nasıl buldun, beğendin mi?
- - Beğendim ama benim söylemek istediğim başka bir şey.
- - Allah Allah, bizim çocuklara ne oldu böyle! Peki söyle.
Bugünlerde pek neşeliyim. Şimdi siz memlekette bin türlü sıkıntı dert varken bu adam niye neşeli, diye sorarsınız içinizden, bilirim. Hatta
Alemde ki kâmil çeke gam zevk ede câhil
Mısraını hatırlayıp benim cahil olduğumu düşünenleriniz bile olabilir. Böyle düşünenlere de kızmam, alınmam, darılmam. Haklısınız, der geçerim. Memlekette derdin sıkıntının bitmediği bir dönem mi var? Bırakın memleketi, tarihte gamsız tasasız günlerimiz mi var? O halde şairin dediği gibi
Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner Gam ü şâd-ı felek böyle gelir böyle gider.
Sıkıntıları kendimize zevk edinmek en doğrusu. Konudan uzaklaşır gibi oluyorum, farkındayım. Neşemin nedenine geleyim.
Zamanım azaldı. Merak etmeyin, hasta felan değilim. Görevimin bitmesine az bir süre kaldı. Onu kastederek zamanım azaldı dedim. Aklınıza yanlış şeyler getirmeyin hemen. Öteki zamanımın ne kadar olduğunu bilmediğim için azalıp azalmadığını da bilmiyorum. Ama o zamandan da her akşam bir gün daha eksildiğini biliyorum. Yine gevezeliğim tuttu, konudan uzaklaşmaya başladım. Yaşlanıyor muyum ne!
Hala Sultan’ın biyografisi olan bir yazma eseri bu hafta içinde bitirmem lazım. Yoğun bir şekilde üzerinde çalışıyorum. Hava almak için de arada sırada çıkıp dolaşıyorum. Arkadaşların odalarını ziyaret edip onlarla muhabbetle karıştırdığımız çaylarımızı içiyoruz. Yine bir çay dönüşü odama girdim, masama oturdum ve çalışmak üzere bilgisayarı açmış idim ki gözüme bir zarf ilişti. Daha önceden gördüğümü hatırlamıyordum. Üzerinde güzel bir el yazısı ile İsmail Hocamın dikkatine yazılı idi. Hemen sekreter hanımın yanına gittim ve zarfı göstererek bunu masamın üzerine sen mi koydun, diye sordum. Zarfa baktı, hatırlayamadı. Odanıza bir özgeçmiş bıraktım ama zarfı ben bırakmadım, deyince kimse geldi mi bugün, diye sordum. Genç olmasına rağmen yaşlı bir hanım gibi giyinen makyajsız ve saçları beyazlamış bir hanımın iş başvurusu için geldiğini ve odanızı merak etmesi üzerine birlikte içeri girip özgeçmişini masanıza bıraktık, deyince meseleyi anlar gibi oldum.
İçeri girdim, kapıyı kapattım, masama oturdum. Zarf açacağını alıp dikkatlice mektubu açtım ve okumaya başladım.
Aman Allah’ım. Ne kadar ilginçti! Şimdi siz ne geçti bu adamın başından diye merak edersiniz. Arkadaş dediğin de merak eder zaten. Sağolun, varolun. Eksik olmayın. İnsanın kendisini merak eden dostlarının olması ne kadar güzel. Bence gerçek zenginlik de bu. Lafı uzattığımın farkındayım, kızmayın. Siz de adama keyifle iki laf ettirmiyorsunuz canım, hemen kızıyorsunuz. Konuya geliyorum tekrar. Korkmayın, bir kaza bela gelmedi. Kötü bir şey de olmadı. İlginç olup olmadığından bile emin değilim. Bana ilginç geldiği için öyle söyledim. Anlatayım, belki siz de ilginç bulursunuz.
Malumunuz, geçenlerde havaalanında bir kadın yanıma oturmuş, beni fırçalamıştı. Ben de her fırça yiyen adam gibi susmuş, sessizce kadını dinlemiş idim. Hani gelininden şikayet eden kadın, beceriksizmiş de, oğlunu doyuramıyormuş da felan. Ben de kadın gittikten sonra oturdum, olup bitenleri bir güzel anlattım. Hatırladınız sanırım.
Odamda çalışıyordum. Kapıdan kibar bir hanım sesi geliyor. Derken sekreter hanım içeri girip çok kibar bir hanımın geldiğini ve benimle görüşmek istediğini söyledi. Niçin görüşmek istiyormuş diye sordum. Özel bir mesele olduğunu, benimle paylaşmak istediğini söyleyince merak ettim ve hem kadını görmek hem de içeri davet etmek için kapıya yöneldim.
Az sonra anlatacaklarıma inanmayanlarınız olabilir. Herif amma da sallıyor, demiyeceğinizden emin olsam hikayeyi en başından anlatırım ama hem uzatmamak hem de inanılırlığımı zedelememek için anlatmayacağım.
Havaalanındayım. Her zamanki gibi yine vaktinden önce geldim. Bilgisayarımı açtım, Mesnevi’den hikayeler okuyorum. O kadar dalmışım ki yanımda oturan genç kalkmış, yerine bir yaşlı teyze oturmuş. Evladım ne okuyorsun, demese onun o
turduğunu da anlamayacağım ya.
-Sağolun, teyze, iyiyim. Siz nasılsınız?
Diye cevap verecek oldum kadın yüzüme tuhaf tuhaf bakmaya başladı.
-İyisin değil mi çocuğum?
-Çok şükür iyiyim. Siz nasılsınız?
Dedim. Bu kadın da niye aynı sorup duruyor, takıntılı mıdır, nedir dedim kendi kendime ve kafamı kaldırıp kendime yer bakmaya başladım. Kadın iyice telaşlandı.
-Evladım, bir şeyin yok değil mi?
-Teyze iki de bir bana bu soruyu sorup duruyorsunuz. Bende bir tuhaflık mı gördünüz?
Bu kadar çok okunacağını bilmiyordum. Bilsem daha önceden yazardım, diyecek oldum lafı ağzıma tıkadılar:
-Önceden olacakları bilsen zaten bugün burada olmazdın.
Hay Allah, laf buraya nereden geldi şimdi! Dün neredeydim, bugün neredeyim, bir yerlerde olmam mı lazım? Ne biçim laf bu! Ben sıradan bir yazıdan bahsediyordum oysa. İnsan zaten bu devirde zor neşeleniyor. Haberler, facebook, yoldan geçenler, Fenerbahçe, trafik, insanın canını sıkan, moralini bozan o kadar çok şey var ki. Kırk yılın başında bir keyif alalım dedik, onu da çok gördüler. Olacakları bilsem burada olmazmışım. Nerede olurdum peki! Sanki olacakları herkes biliyor. Hani gaybı sadece Allah bilirdi? İmandan bir cüz bu üstelik. İçten gelerek söylediyse tecdid-i iman gerekir. Ben söylemiyorum bunu, bizim caminin her şeyi bilen hocası söylüyor. Ben aklıma bir şey takıldı mı önce ona sorarım. Din işlerinde şaka olmaz. Maazallah adam dinden imandan olur. Yine lafı uzattım, farkındayım. Konuya döneyim hemen.
İnsanda neşe bırakmıyorlar demiştim en son. Ne olmuş biraz sevinsem, kime ne zararı olur?
Yıllardan beri Mesnevi’yi okurum, hakkında yazarım. Anlıyormuşum gibi bir de sağda solda Mesnevi’yi anlatmışlığım da vardır. Ama hâlâ tam manasıyla anlamış değilim. ilk defa okuyormuşum gibi gelen hikâyeleri, sözleri var Mevlana’nın. İki türlü şaşkınlık yaşıyorum bu durumda. Biri benim aptallığıma, diğer Mevlana’nın büyüklüğüne. Kendime şaşırıyorum ve gülüyorum. Çünkü yıllardan beri okuduğumu ve anladığımı sandığım bu kitapta hâlâ anlamadığım yerler var. İkincisi ise Mesnevi’nin büyüklüğü karşısında şaşırıyorum. O kadar gizemli bir kitap ki her dolaştığımda daha önce görmediğim veya farketmediğim bir başka güzelliğini gösteriyor bana.
Bu adam ne geveliyor dediğinizi duyar gibi oldum, haklısınız. Biraz kendi kendime konuşuyor gibi oldum. Merâmımı ve ne kastettiğimi vuzuha kavuşturayım biraz.
Malumunuz, çocuklara Mesnevi’deki hayvan hikâyelerini açıklamaya çalışan bir kitap hazırladım. Bu aralar Mesnevi’deki hikayelerle ile hemhâl oldum anlıyacağınız. Sözü uzatmayayım tekrar, sadede geleyim.
Tahmin edebiliyorum, başlığı biraz tuhaf buldunuz. Yönetici tipi olarak katır ve devenin pek alışık olmadığımız türden bir benzetme olduğunu ben de biliyorum. Günlük dilde kullandığımız anlamıyla düşünecek olursak deve için kaba saba, katır için de inatçı bir insan tipi aklınıza gelebilir. Acele etmeyin böyle düşünmekle, başka anlamları da var. Ne mi? Buyurun.
Hikaye Mesnevî’den.
Nasıl olmuş diye sormayın, bir katır ile bir deve arkadaş olmuş. Birlikte yolculuğa çıkmışlar. Deve iniş ve yokuşlarda, çakıllı ve kumlu yollarda pek düzgün ve pek rahat gidermiş. Buna karşın katır yokuş çıkarken zorlanır, inerken yuvarlanırmış. Devenin bu rahat ve sakin yürüyüşünü görünce dayanamamış, sormuş:
Geçtiğimiz hafta içinde gazetelerde bir haber yayınlandı. Haber şöyle:
...... tarikatına mensup grup ile ...... cemaati mensupları Umre için gittikleri Mekke'de kavga e
ttikleri iddia edildi. Kavganın 25 Nisan akşamı, Kabe’ye bir km uzaklıktaki otel önünde gerçekleştiği belirtiliyor. Sözlü sataşmayla başlayan kavga nedeniyle çok sayıda kişinin yaralandığı, yaralıların hastaneye kaldırıldıkları açıklandı.
Haberi okuyunca önce hafif tebessüm ettim sonra güldüm. Daha sonra da ağlamamak için kendimi zor tuttum. Yunus’un sözleri geldi aklıma:
Dervişlik olaydı taç ile hırka Biz dahi alırdık otuza kırka.
Hayatım boyunca o kadar çok şaşırdım ki şaşırmamayı öğrendim. Öyle olaylara şahit oldum ki aklım havsalam almaz, nasıl olur diye sorar dururdum kendime. Bu olaylarda bir hikmet arardım bazen. Bazen anlamaya çalışırdım neden diye.
Beni önceleri şaşırtan, şimdilerde ise hakikatini anlamaya, görünene değil, ardına bakmaya ve görünmeyen kısmı görmeye sevkeden durumların biri hayatta birbirileriyle arkadaş olamayacağını, bir araya gelemeyeceğini düşündüğüm insanların evlenmesi veya iş yapması olmuştur. Meseleyi anlamamı ise yıllar önce bir kitapta okuduğum karga ile leylek hikayesi sağladı. Ne demek istediğimi daha iyi anlatabilmek için hikayeyi aktarayım önce.
Çölde bir kargayı bir leylekle arkadaşlık yaparken gördüm. Çok şaşırdım, bir leylek neden bir karga ile arkadaşlık yapsın ki, diye düşündüm, durdum. Daha yakından görmek için yanlarına yaklaştım. Hayretler içinde yanlarına yaklaşınca ikisinin de topal olduğunu gördüm. O an anladım ki yükseklerde uçan ak pak olan leylek, kap kara bir karga ile bir zaafından dolayı arkadaşlık yapıyormuş.
Sibel Eraslan’ın Siret-i Meryem’inde geçen Hz. İsa’nın çocukken Mısır’a kaçtıkları vakit himayelerinde bulundukları kuyumcunun başından geçen hikaye çok hoşuma gitmiş ve beni düşündürmüştü. Üşenmedim, düşündüklerimi kaleme aldım. Kitabı okumayanlar için önce hikayeyi anlatayım.
Kuyumcu Hz. Meryem ve oğluna kol kanat gerip evini açan hayırsever bir insan. Birgün içinde altınları sakladığı sandık kaybolur. Ne yaparlarsa sandığı kimin çaldığını bulamazlar. En ufak bir delil yoktur sandığı kimin çaldığına dair. Hz. İsa’nın ise gizli şeylerin yerini bilme konusunda meşhur olmuştur. Annesi de yasaklar Hz. İsa’ya söylemesini. Çünkü başına bir şey gelmesinden korkar. İyiliklerini gördüğü kuyumcunun sandığının bulunması için İsa’ya izin verir.
İsa kuyumcuya tüm adamlarını toplamasını ister. Hepsiyle teker teker görüşür ama geriye iki kişi kalmıştır. Biri kör, diğeri kötürüm olan bu iki kişiden kimse şüphelenmez doğal olarak.
Bugünlerde karşılaştığım bir olay üzerine Mesnevi’deki deve ile fare hikayesi aklıma geldi. Hikaye, fare gibi boyunun, bilgisinin, aklının kıtlığına bakmadan hasbelkader bir yere gelip işgal ettiği makamın ağırlığını kaldıramayanları çok güzel anlatır. Kendini ve haddini bilmeyenleri de çok güzel tarif eder.
Hikaye şöyle:
Bir farecik bir devenin yularını eline geçirdi ve kibirle yola koyuldu. Deve çabuk olduğu için onunla birlikte yola düştü. Farecik de kendisini çok beğendi ve ¨Ne kadar da akıllı ve güçlüyüm, koskocaman deveyi götürüyorum¨ diye gururlandı. Deve, farenin kendini beğendiğini anladı ve içinden, az sonra görürsün ne kadar büyüksün, dedi ve sessizce fareciğin peşinden gitmeye devam etti.
Dede Korkut’u bilen dini ve tasavvufu daha iyi bilir
Şimdi durup dururken bu da nereden çıktı diyenleriniz olabilir. Cümleyi iddialı da bulabilirsiniz. Bir yerden çıkmadı ve iddiam felan da yok. Gündemin yoğunluğundan ve ağırlığından biraz kurtulalım istedim. Hayat devam ediyor ve biz de yavaş yavaş işimize gücümüze dönelim. Pazar sabahı aklıma takılanları paylaşmak istedim, zevkimize ve neşemize ortak aradım, hepsi bu.
Dede Korkut ismini bilmeyen, duymayan yoktur. Ama tüm hikayelerini okuyanımız sanırım o kadar çok değil. MEB Yüz Temel Eser arasına almasına rağmen piyasada kısaltılmış ve özetlenmiş kolay ve çabuk okunan versiyonları çoğaldı. Adet yerini bulsun diye de alınıp şöyle gözden geçiriliyor. Dede Korkut’un önemini bilen ebeveynler özel bir hassasiyet gösterip okutuyorlar. Bazı öğretmenler de konu üzerinde duruyorlar. Ama bunun yaygın olduğunu söylemek sanırım biraz zor. Hatta daha da ileri gidip gereksiz görenler var. Elimde yetki olsa bir KHK ile ben de Dede Korkut’u önemsiz görüp üzerinde durmayan Türkçe öğretmenlerini meslekten atardım.
Neyse, biz konumuza dönelim ve ne demek istediğimizi iki örnek üzerinden anlatmaya çalışalım.
Günlerdir cemaat üzerinden tarikatlar ve tasavvuf dayak yiyor. Hem de hiç haketmediği halde. Oysa tasavvuf bireyseldir ve psikolojiktir. Doğrudan insanın ruh haliyle ilgilidir. O yüzden aynı tarikat ve aynı şeyh efendinin taht-ı terbiyesine girilse bile eğitim farklılık gösterir, kişiselleşebilir. Bu yüzden her bir derviş bir başka çiçeğe benzer. Kimi gül gibi kokar, kimi papatya gibi açar. Çiçek olmaklıkları ortaktır, ama kokuları ve renkleri farklı olur. Her birinin tecellisi farklıdır çünkü. Psikolojik derken kastettiğim budur.
Cemaatler ise toplumsaldır ve sosyolojiktir. Birbirine benzerler, bir tornadan çıkmış gibi olurlar. O yüzden içimizde uzman olanlar muhatabın kılık kıyafetine, bıyık ve sakalına bakarak hangi cemaatten olduğunu hemen anlarlar. Ehl-i tarikin derviş olduğu anlaşılır ama hangi tarikattan olduğunu anlamak biraz daha derinlemesine bilgi gerektirir. Bu da sosyoloji-psikoloji farkı olsun.
Ne demek istediğimi Nasreddin Hoca üzerinden açıklamaya çalışayım.
Kıbrıs doğal güzelliklerinin yanı sıra tarihiyle de oldukça dikkat çekici. Çok zengin bir tarihi birikim var burada. Antik Yunan ve Roma döneminden kalma şehir kalıntıları var. Erken Hıristiyanlık dönemine, özellikle Ortodoksluk için çok önemli din adamlarının mezarları ve adlarına inşa edilen kiliseler var. Bizans, Lusignanlar, Venedikler dönemlerine ait anıtsal mimari eserler var. Ve bizim için önemli iki dönem. Hz. Peygamber’in vefatının ardından başlayan Müslüman fatihlerin akınları ve Osmanlılar tarafından fethedilmesi. Bu iki dönemden kalan çok sayıda şehit mezarlarımız var.
Bu yazıda sizlere ilk dönem hıristiyanları açısından oldukça önemli bir ismi Aziz Barnabas’ı ve onun mezarını tanıtmaya çalışacağım.
Aziz Barnabas Türkiye’de daha çok yazdığı İncil ile bilinir. Bugün Ahd-i Cedîd olarak da bilinen Kutsal Kitap’ta yer alan incillerde teslîs ve enkarnasyon yer alırken Barnabas İncili’nde her ikisi de reddedilir. Bizleri heyecanlandıran kısmı ise peygamberimiz efendimiz Hz. Muhammed’in risâletini müjdeleyen ayetlerin Barnabas’ın incilinde yer alıyor olması. Bu nedenlerden dolayı Barnabas İncili Vatikan tarafından onaylanıp kabul edilmiyor.
Lefkoşa’da ziyaret edilecek mekanlardan biri de Aziz Efendi Türbesi ve Tekkesi. Biraz köşede, kuytuda. Bileni de çok az. O yüzden bulması biraz güç. Ararken Aziz Efendi türbesi olarak değil de Belediye Hali olarak sorun, bilen daha çok çıkacaktır. Çünkü türbe halin içinde. Hali bulduktan sonra gerisi kolay demeyin esnafa sorun, çıraklara veya müşterilere değil.
Belediye Hali içinde, güney doğu köşesinde olan tekke bugün küçük bir mescid ile türbeden oluşuyor. Osmanlı arşiv vesikalarında ismi Şeyh Abdülaziz Zaviyesi olarak geçen tekkenin adına bir de vakıf kurulmuş: Aziz Efendi Tekkesi Vakfı.
Bir zamanlar Lefkoşa’nın en çok ziyaret edilen türbelerinden olan tekke günümüzde unutulmuşluk girdabına düşmüş maalesef. Sadece çok az sayıda kişi tarafından ziyaret ediliyor.
Kimi ittik, kim itmiş, neden itmiş gibi sorularınızı duyar gibi oluyorum. İten, itilen kimse yok, itmekle ilgisi yok ismin. Yitik kelimesinin Kıbrıs lehçesiyle sesletiminden başka bir şey değil.
Peki neden yitik diyorlar? Cevabı şu. Lefkoşa elli bir gün süren kuşatmanın ardından fethedildikten ve surlar geçildikten sonra savaş sokak aralarında da gün boyu devam etmiş ve bir çok kahraman askerimiz bir günü bulmayan bu çatışmalarda şehit olmuş. Kim olduğu bilinmeyen şehitlerimizin mezarları daha sonra bulununca hemen bir sanduka konulmuş ve etrafı çevrilmiş. Veya şehit düştüğü mahallin bilinip tam olarak yerin bilinmediği mezar için kaybolmuş manasına Yitik Dede adı verilmiş.
Bir başka rivayete göre ise savaşın ardından ne sağ ne de ölü olarak bulunamayan, gaiplere karışan ve eren olduğuna inanılan bir askerin kaybolduğu yermiş.
Kıbrıs’ın en doğusunda, Mağusa’da Türkiye’den gelen misafirlerimizi götürdüğümüz önemli bir kaç yerden biri olan büyük bir mutasavvıfın türbesi var. Kıbrıs’ta daha çok “Kutup Osman” olarak bilinen Atpazarlı Osman Fazlı İlâhî’nin türbesi.
Mağusa’yı çok iyi bilmediğim için ilk gittiğimde bulamamış ve yoldan geçmekte olan bir kuryeye sormuştum nerede olduğunu. Kurye bilemedi, yanına geldiği esnafa sordum, o da bilemedi. Bu sefer Namık Kemal Lisesi’nin bitişiğinde olduğunu hatırladım ve okulu sordum, hemen şu bina dediler. Meğer Kutup Osman’ın türbesinin önünde duruyormuşum da haberim yokmuş. Üzücü olan şey vefat ettiğinde tüm Mağusalıların cenazesine katıldığı ve bir zamanlar herkesin bildiği meşhur bir ismi motoruyla her adrese giden bir motokurye ile aynı caddede dükkanı olan bir esnafın bilememesi, daha da üzücü olanı Kutup Osman ismini ilk defa benden duymuş olmalarıydı.
Böyle bir soru dünyanın önde gelen Müslüman entelektüellerinden biri olan Ziyaüddin Serdar’ın Mukaddes Belde Mekke isimli eserini okuyana kadar ne aklıma gelmişti, ne de okuduğum herhangi bir kitapta tesadüf etmiştim. Soru, Serdar’ın adı geçen kitabında Hz. İbrahim’in öyküsünü anlattığı bölümde şöyle geçiyor:
Muhafazakar İslam’ın bu İbrahim (a.s.) öyküsünde bir hususu merak ederim. Tanrı’nın sadık bir kulu olduğu kabul edilen İbrahim, Hacer ve henüz bebek olan oğlunu susuz, yaşanmayan bir yere terk edecek kadar zalim olabilir mi? (İstanbul: Etkileşim 2015, s. 52)
Neden bizim kültürümüzde bu tür sorular sorulmaz, tartışmasına girmek bir başka yazının konusu olduğu için o bahse hiç girmeden bu sözlerden yola çıkarak bir soru da ben soracağım: Dinler tarihi, peygamberlerin tutum ve davranışları, evliya menakıblarıbugünün değerleri ve düşünce yapısı ile ele alınıp kritize edilebilir mi? Edilmeli midir? Edilirse ne olur?
Abdurrahim Fedâî’nin Hâfız Divânı’nın İlk Beytine Yaptığı Şerhin Önceki Şerhlerden Farkı
[Uluslararası Melâmîlik ve Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî Sempozyumu 9-10 Mayıs 2015 Antalya Bildirileri, ed. Rıdvan Yıldırım, Ankara: TİKA, 2016, s. 189-202.]
Sadık Vicdanî Tomar-ı Turuk-ı Aliye’sinde (1995: 19-84) ve Abdülbaki Gölpınarlı, Melamilik ve Melamiler (1982) isimli eserinde Melamileri üç devirde inceler. Bunlar, ilk dönem melamileri olarak da adlandırılan hicretin üçüncü asrında Nişabur’da ortaya çıkan Hamdun Kassâr’la başlayan Melamiyye-i Kassâriyye, orta devre melamileri olarak da anılan Hacı Bayram Veli’nin halifesi Ömer-i Sikkînî’ni ile başlayan Melamiyye-i Bayramiyye ve son devre melamileri olarak da isimlendirilen XIX. asırda Muhammed Nûru’l-Arabî tarafından kurulan Melamiyye-i Nûriyye’dir.
Üçüncü devre melâmilerinin kutbu Nûru’l-Arabî, Kudüs’e yerleşmiş Hz. Hüseyin soyundan gelen bir ailenin çocuğu olarak 1813 yılında dünyaya geldi. Babasının Mısır’a göç etmesiyle de tahsil hayatını Mısır’da tamamlamıştır. Babasının küçük yaşta vefat etmesiyle dayısı tarafından himaye edilmiştir. 1820’de Şeyh Hasan Kuveysni’nin yanında başladığı tahsil hayatı dokuz yıl sürdü. Farklı hocalar ve şeyhlerden feyz aldıktan sonra döndüğü Mısır’da hocası tarafından Rumeli’ye gönderildi. Burada Kazanlı Abdülhalık Efendi’ye intisap etti ve onun ölümüyle de Trabzonlu Şeyh Mustafa’ya bağlandı ve Nakşıbendiyye-Müceddidî icazeti aldı. Ömrünün büyük bir kısmı bugün Makedonya sınırları içinde olan Usturumca ve Üsküp’te geçti. 13 Mart 1888’de[2] Usturumca’daki evinde vefat etti ve vefat ettiği odaya defnedildi.** (Azamat 2005: 560-561)
Yine bir aralık ayı ve yine bir 17 Aralık günü. Mevlana’nın vuslat yıl dönümü, sevdiğine, sevdiklerine kavuştuğu gün.
Şeb-i arûs seven ile sevilenin kavuşma anı olarak sembolleşti. O tarihten önce de vardı bu topraklarda. Mevlana adını koydu sadece. Ondan sonra da devam etti uzun yıllardan beri.
Anneannelerimiz, dedelerimiz, büyüklerimiz ölümü bir yokoluş, bir kaybolma olarak görmediler hiç. Genç iken evliliğe nasıl hazırlanır idiyseler yaşlanınca da ikinci evliliklerine, yani ölüme öyle hazırlanırdı büyüklerimiz. Özellikle eşi kendinden önce ölenler. Rahmetli babamdan çok duymuşumdur, ah Hacer, beni neden bırakıp gittin, ben ne yapacağım sensiz burada, diye sızlandığını. Babamın annemsiz geçen günlerinin ne kadar zor olduğuna ben şahit oldum. Ölümü, bu dertten kurtulmanın ve anneme kavuşmanın çaresi olarak görürdü hep. Ve bir sabah sessizce çıktı evden hiç birimize haber vermeden.
Son günlerde herkes aramızdaki anlayışsız insanların varlığından ve artmasından şikayet eder oldu. Çevremiz, kaba insanlardan şikayet edenlerle dolu. Hoşgörü, sabır, empati gibi kavramlar sık hatırlanır ve hatırlatılır oldu. Hepimiz bu durumdan şikayetçiyiz. Her zamanki gibi her birimiz çok anlayışlıyız, ama karşımızdakiler kaba.
Gören olur, canı çeker diye sokakta yemek yememeyi herkes bilir de sokakta çocukların başını okşamamanın nedeni pek bilinmez. Özellikle 93 Harbiyle başlayan ve sonraki yıllarda devam eden göçler ve savaşlar sonucu binlerce çocuğun babasız kalması üzerine babalar,babası olmayan çocuklar görüp üzülmesinler diye çocuklarını sokakta, çarşıda sevmezlerdi. Böyle düşünceli ve anlayışlı bir millet iken bu kadar şikayet edilecek duruma nasıl geldik?
Başkalarını bırakalım, kendimize bakalım. Kendimize şu soruyu soralım: Sen ne kadar anlayışlısın arkadaş?
Son günlerde gazetelerde okuduğum televizyonlarda dinlediğim haberler, beni ciddi ciddi düşündürüyor. Hep böyle mi idik, yoksa son yıllarda mı böyle olduk, bilmiyorum. Ne demek istediğimi daha açık anlatmak için şahit olduğum bir olayı müsaadenizle paylaşayım.
Bir yolculuk sonrası uçakla Türkiye’ye dönüyoruz. Havaalanına yaklaştık. Pilot kulenin uçak trafiğinin izin vermediği için iniş yapamadığını, izin alır almaz ineceğini anons etti. Yarım saat kadar havada kaldık. Zaman geçtikçe yolcular önce mırıldanmaya, sonra söylenmeye, daha sonra da bağırmaya başladılar. Neymiş, neden havada bu kadar uzun süre bekliyormuşuz, kaptan açıklama yapmalıymış felan filan. Adamın hosteslere bağırması bitince destekleyen alkışlar, bravolar vs. Derken çok geçmeden kule izin vermiş olmalı ki uçak indi. Pilot mutad konuşmasını yaptı ve yeniden pilotu protesto eden alkışlar. Gerçekten pilot bunları hakketti mi?
Bayram oldu dosta geldik îd-i ekberdir bugün Bayram oldu dostu gördük rûz-i enverdir bugün Bayram oldu dostla olduk Kenz-i gevherdir bugün Lütf-ı Hak’la gönle girdik bayram oldu çok şükür”
Lütfi Filiz Efendi yaşadığı bir bayramı böyle tarif eder. Bayram dostlara gidilen gündür, dostun görüldüğü gündür, dostla vakit geçirildiği gündür, dostun gönlüne girildiği gündür. Böyle bir bayram günü de en büyük bayramdır, aydınlık, güneşli bir gündür ve inci mücevherle dolu hazineye sahip olmaktır.
Tarihin en eski dönemlerinden beri ideal insan konusu filozofların gündeminden düşmemiştir. İdeal insanın sahip olması gereken özellikler konusunda Doğudan Batıya filozoflar ve din adamları görüşler ileri sürmüşler, bu konuda insanları uyaran metinler kaleme almışlardır. Biz bu çalışmamızda Antik Yunan kültürünün önemli temsilcisi Eflatun ile edebiyatımızın ve tasavvuf hayatımızın önemli bir ismi olan Mevlana’nın hakikatten habersiz insanları hakikate götüren yolları anlatmak için başvurduğu mağara ve zindan benzetmelerini karşılaştıracağız.
Birkaç gün önce gazetelerde bir siyasi liderin 1 Mayıs kutlamaları için verdiği demeçte yaptığı bir benzetme siyasiler arasında tartışma konusu olmuştu. Tartışmaya konu olan sözler şöyle:
Müslümanlar Kabe'ye giderler hacı olmak için, Museviler Kudüs'e giderler. Dini inançların merkezleri mabetleri vardır. Onun dışında hiçbir yerde onu yapamazsanız. Dini bir inanç açısından söylemiyorum ama işçi açısından da Taksim olmazsa olmaz bir yerdir. Burada anma yapılamazsa o yıl Türkiye'de 1 Mayıs kutlanmamış sayılır. 1 Mayıs şehitleri anılmamış sayılır.
Bir haber sitesinden alıntıladığım bu sözler üzerine tartışma başladı, anlaşılan bir müddet daha devam edecek.
Prizrenli bir veli: Abdurrahim Fedâî ve Risâle-i Iydiyyesi
"Abdurrahim Fedayi ve Rısale-i Iydıyye’si¨, Balkan Studies II History&Literature, ed. Deniz Ekinci vd., İstanbul: Ciril Metedhiy Universtiy, 2011, s. 45-53. br>
Prizrenli bir veli: Abdurrahim Fedâî ve Risâle-i Iydiyyesi
İsmail GÜLEÇ br>
Sadık Vicdanî Tomar-ı Turuk-ı Aliye’sinde (1995: 19-84) ve Abdülbaki Gölpınarlı, Melamilik ve Melamiler (1982) isimli eserinde Melamileri üç devirde inceler. Bunlar, ilk dönem melamileri olarak da adlandırılan hicretin üçüncü asrında Nişabur’da ortaya çıkan Hamdun Kassâr’la başlayan Melamiyye-i Kassâriyye, orta devre melamileri olarak da anılan Hacı Bayram Veli’nin halifesi Ömer-i Sikkînî’ni ile başlayan Melamiyye-i Bayramiyye ve son devre melamileri olarak da isimlendirilen XIX. asırda Muhammed Nûru’l-Arabî tarafından kurulan Melamiyye-i Nûriyye’dir. br>
Nûru’l-Arabî, Kudüs’e yerleşmiş Hz. Hüseyin soyundan gelen bir ailenin çocuğu olarak 1813 yılında dünyaya geldi. Babasının Mısır’a göç etmesiyle de tahsil hayatını Mısır’da tamamlamıştır. Babasının küçük yaşta vefat etmesiyle dayısı tarafından himaye edilmiştir. 1820’de Şeyh Hasan Kuveysni’nin yanında başladığı tahsil hayatı dokuz yıl sürdü. Farklı hocalar ve şeyhlerden feyz aldıktan sonra döndüğü Mısır’da hocası tarafından Rumeli’ye gönderildi. Burada Kazanlı Abdülhalık Efendi’ye intisap etti ve onun ölümüyle de Trabzonlu Şeyh Mustafa’ya bağlandı ve Nakşıbendiyye-Müceddidî icazeti aldı. Ömrünün büyük bir kısmı bugün Mekadonya sınırları içinde olan Usturumca ve Üsküp’te geçti. 13 Mart 1888’de Ustrumca’daki evinde vefat etti ve öldüğü odaya defnedildi.** (Azamat 2005: 560-561)
Divan şairleri arasında bu kadar farklı anlamlarda kullanılan zindanın, mutasavvıf şairlerin şiirlerinde, yukarıda benzetilen unsurların yanında genel olarak üç ana kavram altında kullanıldığı görülür. Bu kavramlar; telmih ve teşbih yoluyla Kuran-ı Kerim’de geçen Hz. Yûsuf kıssası, iktibas yoluyla Hz. Muhammed’in “Dünya müminin zindanıdır.” Hadis-i şerifi ve îhâm yoluyla da Eflatun’un mağara alegorisidir. Bunların dışında her şairin kendi şiir anlayışı içinde zindanı benzettiği unsurlar da vardır.
Kuran’da geçen Hz. Yûsuf kıssası:
Yûsuf kıssası, metinlerde bazen tahkiye, bazen de teşbih yoluyla işlenmektedir. Sufiliğin tarifinin yapıldığı ilahinin şu kıtasını birincisine örnek olarak verebiliriz:
Tasavvuf yoluna çıkanların bir kısmı tevhid sırlarına vakıf olmak isterler. Bazıları vakıf olur ve kendilerinden sonra yola çıkanlara ve çıkacaklara yol göstermek üzere kendi tecrübelerini hocalarından ve şeyhlerinden dinledikleri ve öğrendikleri ile destekleyerek anlatırlar. Bazı ehl-i tevhid hallerini sadece özel sohbetlerinde muhiplerine aktarırken bazıları da kağıda dökerler ve kendilerinden sonraki nesillere de bırakırlar. Her ne kadar açık olarak yazsalar da, tatmayan bilmez, sözü fehvasınca okuyanların büyük bir kısmı anlamaz, bir kısmı taklit eder, çok az bir kısmı gerçek manasıya anlar. Onlar da aslında tecrübeleri ile mukayese ederler, o eşsiz zevk veren yolculuklarını hatırlayarak, geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer, sözleriyle ifade edilen duyguyu yaşarlar.
Mesnevî-i Şerîf'in Üçüncü Beytine Farklı Bir Şerh Denemesi
Mesnevî’nin bir çok isminden biri Mağz-ı Kuran, diğeri de Keşşâfu’l- Kuran’dır. Bu isimlerle anılmasının nedeni altı ciltten oluşan Mesnevî’de lafzen ve mealen iktibas edilen ayet sayısının 700 kadar olmasıdır. Bu sayıya telmih yoluyla işaret edilen ayetleri de ilave edecek olursak bin beş yüz kadar ayet tefsir edilmiş olmaktadır. Bu rakam Kur’ân’ın yaklaşık dörtte birine tekabül etmektedir ve Mesnevî’nin aynı zamanda iş’ârî bir Kur’ân tefsiri olduğunu göstermektedir.
Geçtiğimiz hafta içinde bir arkadaşımızın 84 yaşındaki annesi vefat etti. Kendisine başsağlığı dilerken bize annesinin
ölmeden önceki sözlerini aktardı. Merhûme, bu dünyada yeteri kadar kaldığını, eşini çok özlediğini, öte dünyaya göç etme vaktinin geldiğini anlatırmış ve adeta kısa bir süre sonra otobüsü kalkacak yolcu gibi bavulu elinde hazır beklermiş.
Bu teyzemiz ilk okul mezunu bile değil, belki okuma-yazması da yok, varsa da sonradan öğrenmiş. Kendime, o teyzemizin hayat karşısında bu asil duruşu nerede ve nasıl kazandı, sorularını düşünürken gazetelerde gözüme bir haber ilişti.
Geçtiğimiz ay içinde (16 Haziran 2014) Ayşe Şasa’yı kaybettik. Kendisini, Yeşilçam Günlüğü isimli eseri ile gazete ve televizyonlardan tanıyordum. Hayatını kaybettiği günün ertesinde kendisini tanıyan bir çok gazeteci ve yazar onu anlatan yazılar yazdılar. Ben özellikle Salih Tuna’nın ve Ahmet Kekeç’in yazılarını okuduktan sonra onun Bir Ruh Macerası (İstanbul: Timaş Yayıncılık, 2012) isimli kitabını okumaya Bir çırpıda okuduğum bu kitap aslında bir söyleşi. Kendisine sorulan sorulara Ayşe Hanım’ın içtenlikle verdiği cevaplardan oluşuyor. Okuyanın bazen içini acıtan, bazen de şaşırtın cevaplar. Büyük bir merak, ibret ve hayretle okuduğumu ifade etmeliyim. başladım.
Bir Yunus Emre şarihi olarak İsmail Hakkı Bursevî ve şerhleri
Yunus Emre’nin meşhur ‘Çıktım erik dalına’ mısraıyla başlayan şiirini de şerheden Bursevî’nin, Rûhü’l-Mesnevî’sinde şiirlerinden en çok örnek verdiği şairler sıralamasında Aziz Mahmut Hüdâyî 50 kere ile ilk sırayı almaktadır. Onu 34 ile Muha
mmediye yazarı Ahmet Bicân ve 18 ile Yunus Emre takip etmektedir. Yunus Emre’den sonra Fuzulî, Nef’î, Veysî ve Bâkî gelmektedir.[1]
İsmail Hakkı Bursevî, 17. Asrın önemli mutasavvıflarındandır. Yüzü aşkın eseri arasında özellikle Kuran tefsiri Rûhü’l-Beyân ile Mesnevî şerhi olan Rûhû’l-Mesnevî en önemli eserleri olarak gösterilebilir. Rûhü’l-Mesnevî’yi şerh ederken Arapça, Farsça ve Türkçe şiirlerden bolca örnekler vermiştir. Arap edebiyatından 16, Fars edebiyatından 19 şairin şiirlerini kullanan Bursevî, Türk edebiyatından ise 49 şairden örnekler vermiştir.
Hüdhüd, geleneğimizde ve edebiyatımızın önemli figürlerinden biridir. Kutsal kitabımızda zikredilen bir kuşun edebiyatımıza ve geleneğimize böylesine yaygın bir şekilde girmesi çok şaşırtıcı olmamalı.
Hüdhüd, Kur’an’da Neml Suresinde geçer. Bu surede, hüdhüd öncü ve kılavuz bir kuş olarak anlatılır. 16-35. ayetler arasında anlatılan olayı kısaca özetleyelim.
Bir arkadaşımla sohbet ediyoruz. Laf döndü, dolaştı, hayvanlarla insanlar arasındaki benzerliğe geldi. Hepimiz günlük hayatta birilerini tarif ederken hayvanları kullanırız. Çok kurnaz olduğunu bildiğimiz birisine tilki, hafif bön olana öküz, çok çalışkana inek veya karınca, tenbele ağustos böceği, güçlü kuvvetli birisi mert ve yiğit ise aslan, kaba saba ise ayı, hain ise akrep veya yılan, üretken ve faydalı ise arı, uysal ise koyun deriz. Sesi güzelse bülbül, berbatsa karga gelir aklımıza. Hakaret etmek için de bir sürü hayvan ismi sıralanabilir. Bunların yanı sıra burada sayamadığım bir çok özelliği bir çok hayvana benzetebiliriz.
Adamın biri top oynamayı çok seven oğluna Messi’nin formasını almış. Çocuğu buna o kadar sevinmiş ki formasını hemen giymiş, uzun bir süre çıkarmamış. O kadar uzun giymiş ki kendini Messi sanmaya başlamış. Mahallede beraber oynadığı çocukları küçük görmeye ve kendisinin büyük bir futbolcu olduğuna inanmaya başlamış. Bir gün formasının havasını atmak için sokakta arkadaşlarının yanına gitmiş. Arkadaşları etrafını çevirmişler hemen ve sormaya başlamışlar:
- A kuzum, bu ne güzel bir forma böyle. Söyle bize sen Messi misin?
İnsanın iki gözü vardır. Bu iki gözü bir görenler, ki biz onlara insân-ı kâmil diyoruz, herşeyi aslıyla birlikte görür. Bu gözlerinden biri madde gözü, diğeri mâna gözüdür. Biri basar, diğeri basîrettir. Bu iki gözden birinin görmemesi eksikliktir. Basarın eksikliği körlük, basîretin eksikliği ise irfân körlüğüdür. Her eşyâ hâl lisânı ile bize birşeyler gösterir. Üzeri yazılı bir kağıdı düşünelim. Basar sahipleri bunu yazı olarak görür. Ya basîret sahibi? Onu da bir menkıbe ile özetleyelim.
Önce yüce efendisinin ev işlerinden sorumlu samurayla ilgili bir öyküyü sizlerle paylaşayım.
Yüce efendinin rakiplerinden biri efendiyi öldürür. Samuray hizmetinde olduğu efendisinin intikamını almak için yemin eder ve katilin izini aramaya başlar. En sonunda bin bir güçlükle efendisini kimin öldürdüğünü öğrenir.
Samuray katili yakalar, öldürmek üzere kılıcını sıyırır, tam kellesine doğru savuracakken katil samurayın yüzüne tükürür. Bunun üzerine samuray geriye doğru çekilir, kılıcını kınına sokar ve arkasına bakmadan oradan uzaklaşır.
Geri dönmüştür, çünkü o anda öldürseydi efendisinin temsil ettiği ideala bağlılığından değil, kişisel kızgınlığından ve hiddetinden dolayı öldürmüş olacaktı.Bunu içindeki asil savaşcı ruhunun tesiriyle değil, nefsinin zebunu olarak yapmış olacaktı. Oysa asil bir savaşçıya nefsinin emrettiği işleri yapması yakışmaz. Ona yakışan inandığı idealler için savaşmak ve öldürmektir.
İskender Pala’nın Yunus Emre’nin hayatını anlattığı son romanı Od geçtiğimiz günlerde yayınlandı. (İstanbul: Kapı Yayınları, 2011) Yazarın kitabına neden bu ismi verdiğini Yunus’un Taptuk Emre dergahına taşıdığı odunlardan bahsettiği bölümden öğreniyoruz. Odun kelimesinin etimolojisi hakkında bilgi verirken aynı zamanda kitabına neden bu ismi verdiğini de söylemiş oluyor.
La Fontaine masalları arasında yer alan Karga ile Tilki hikayesini bilmeyen duymayan yoktur. Bu hikayede tilki, kargayı kandırarak ağzındaki peyniri kapmayı başarır. Burada tilki kurnazlığı, karga da alıklığı ve saflığı temsil eder. Hikayenin sonunda ise karga ağzındaki peyniri yiyemediği ve kandırılarak kaybettiği için üzülür.
- Hz. Mevlana ve felsefesini sizden dinleyebilir miyiz?
Hz. Mevlana’nın felsefesi deyince bir husus açıklamama müsaade buyurun. Felsefeden terminolojik anlamını kastediyorsak böyle bir şeyden bahsedemeyiz. Çünkü Mevlana filozof değil. Şayet sözlük anlamını kastediyorsak bir şeyler söyleyebiliriz. Sanırım siz de bunu kastettiniz
- Evet.
Kısaca ‘aşk’ şeklinde ifade edebiliriz. Ona göre kainatta her şey aşk üzerine kaimdir ve aslolan da aşktır. Aşkın her türlüsü makbuldür. Çünkü mecazı olanı hakikate götürür. Hayatın merkezine aşkı koyarsak bundan sonra yapılan her şey de aşk ile yapılmış olur. Aşk ile yaptıktan sonra kuyumcu da olsan, fırıncı da olsan, demirci de olsan artık bir şey farketmez. Hepsi zevk bakımından aynı şey olur. Zevk ile kalkan bir çekiç, bir kürek, bir kepçe, ne olursa olsun fark etmez, hepsi bir olur.
Sokrates ve Eflatun, kimi alimler ve mutasavvıflarca bir veli kabul edilir. Onun, hocası Sokrates’ten naklettiği konuşmalarda tasavvufa benzer o kadar çok yön bulursunuz ki şaşırır kalırsınız, veli olduğunu söyleyenlere hak verecek duruma gelirsiniz. Özellikle Devlet isimli eserinde ideal bir şehir hayatının nasıl olması gerektiğini anlatırken çocukların nasıl yetiştirilmesi gerektiği üzerinde durduğu ve bilgiye nasıl ulaşılacağını anlattığı bölümlerde inanılmaz derecede benzerlikler görebilirsiniz.
Ben meramımı lafı uzatmadan bir örnek üzerinden anlatmaya çalışacağım.
Bugünlerde gündemi referandumla ilgili ve örtünen hanımların rahibeye benzetildiği bir afişin tartışması oldukça meşgul ediyor. Siyasetçiler aralarında, söz konusu afişi o astı, şu astı, haberim vardı-yoktu diye tartışadursunlar, benim dikkatlerinizi bir başka noktaya çekmek istiyorum var. Her şeyden önce şunu ifade etmeliyim, nereden bakılırsa bakılsın çok talihsiz ve yanlış bir benzetme olmuş. Alt tarafı bir referandum için böyle sözler söylemek söyleyene hiçbir fayda getirmeyeceği gibi insanları da incitir. Üzüldüğümüz nokta ise söz konusu tartışmaya neden olan afişte rahibelerden olumsuz ve kötü birileriymiş gibi bahsedilmiş olması. Bir Müslüman, Hz. Peygamber’in ümmetinden biri ve de bir Mevlana muhibbi olarak rahibelerin olumsuz bir benzetme unsuru olarak kullanılmasına çok üzüldüm.
Yazının başlığını garip veya ilginç bulanlarınız olabilir. Mevlana’nın ve Nasreddin Hoca’nın tarihi şahsiyetlerini merak edenler tarihçilerin yazdığı kitapları okusunlar. Benim dikkatinizi çekmek istediğim konu başka. Beni meselenin hakikat yönü ilgilendiriyor. Lafı daha fazla uzatmadan iki küçük örnek vererek meramımı ifade etmeye çalışacağım.
Mevlana, Mesnevi’nin beşinci cildinin 1089. beytinden itibaren adalet ile zulüm arasındaki farkı bizlere şöyle anlatır:
Peygamber efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde “Dünya mümine zindan kâfire cennettir.” (Sahih-i Müslim, Kitabu’z-Zühd 1) buyuruyor. Bu hadis üzerine yorum yapan hadis alimlerine göre; dünyanın mümine zindan olması, Rabblerinin ahirette inananlar için hazırladığı cennete nispetle dünya hayatının bir hapishane hükmünde kalmasıdır. Bunu da şu menkıbe ile güzel bir şekilde ifade ederler:
Günlük hayatımızda zaman zaman hiçbir cevap veremeyeceğimiz kimi cevaplarla karşılaştığımız anlar olur. Öyle derin ve içli bir cevapla karşılaşırız ki, artık hangi konuda konuşuluyorsa, ilave bir söz söylemek mümkün olmaz. Yerinde ve zamanında söylenen bu tip sözlerin büyüsü ve etkisi bizi öyle kuşatır ki, artık bizde bir söz söylemeye ne mecal, ne de ihtiyaç kalır. Ne demek istediğimi size üç örnek ile açıklamaya çalışayım.
Üniversite yıllarında, bir sahafın yanında çırak olarak çalışıyordum. Çalıştığım dükkana devamlı gelen, kitap alıp satarak karnını doyuran yarı meczup birisi vardı. Bu adam, aldığı kitabı asla okumadan satmayacak kadar da kitaba düşkündü. O, ben ve Ali adında Cezayirli bir doktora öğrencisi dükkanda oturmuş konuşuyorduk. Galiba dükkanda bizden başka birileri daha vardı ama onların kim olduklarını tam olarak hatırlayamıyorum. Söz kimin nereli olduğu bahsinde dolaşıyordu. Herkes birbirine nereli olduğunu soruyordu. Özellikle Türkçe konuşan zenci bir adam gören herkes Ali’nin kim olduğunu merak ediyor ve nereli olduğunu soruyordu. Ali de Türkçe’sini geliştirmek için bu tür konuşmalari bir firsat gorur, kendisine nereli olduğunu sorana o da sorardı. O sırada kenarda oturan, ve sessizce bir yandan çayını yudumlarken öte yandan eline aldığı kitabı karıştıran bizim meczuba dönerek “Sen nerelisin?” diye sordu. Bizimki de “Nereli olursan ol, adam olmadıktan sonra!” diye karşılık verince o bahis orada bitti. Kimse bu söz üzerine ne bir ilavede bulunabildi, ne de ilave edebilme cüretini bulabildi.
Güzel bir türküde geçen bir dizedir bu başlık. İnsan, doğumdan ölüme kadar süren biryolculuktadır ve yolculuğun süresi de ömrü kadardır. Dünya konaktır ve bu konağa konan bir gün göçer. Milyonlarca yıldır değişmeyen bu ilahi kâide bundan sonra da kıyamete kadar sürecektir. Gerçek evimiz ise ahret yurdudur.
Bundan iki sene önce büyük bir Hak aşığı ve dostu Lütfi Filiz’i kaybetmiştik. Hayatında Mevlana’nın ve neyin çok önemli bir yeri olan Lütfi Filiz’in bir Mevlevi dedesi önünde diz çökmesine vesile olan rüyasını sizlerle paylaşmak istedim.
İki Manzum Nasreddin Hoca Fıkraları Kitabının karşılaştırması
[“İki Manzum Nasreddin Hoca fıkralarının karşılaştırılması”, Yedi İklim Edebiyat, Kültür, Sanat Aylık Dergi, 138–9 (Eylül-Ekim 2001), İstanbul 2001, s. 137–140.]
İki Manzum Nasreddin Hoca Fıkraları Kitabının karşılaştırması
Biz, bu yazımızda, iki farklı alfabe ile yayınlanan iki manzum Nasreddin Hoca fıkra kitabının karşılaştırmasını yapmaya çalışacağız. Bunlar; Köprülüzâde Mehmet Fuad’ın Nasreddin Hoca, Manzum Hikayeler başlığını taşıyan eseri ile Sami Ergun’un Manzum Nasreddin Hoca Fıkra ve Hikayeleri isimli eseridir.
[İsmail Güleç, “Hamdî ve Na’tları”, Yedi İklim Edebiyat, Kültür, Sanat Aylık Dergi, 194 (Mayıs 2006), s. 183- 187.]
Hamdî ve NaatlarI
Son devir tefsir ve fıkıh alimlerinden Ahmet Hamdi Serbest 1864’te İskilip’in Ulaştepe mahallesinde doğdu. Babası Serbestzâde Hasan Efendidir. İlk öğrenimine İskilip Hacı Nuh Mektebinde başladı. Rüşdiyeyi de aynı yerde bitirdi. Daha sonra İskilip Tabakhane Medresesine devam etti.
ÖzetLokmani Dede (ö. 1519) Menâkıb-ı Mevlâna isimli mesnevisinde aşk eri olmanın zorluklarından bahsederken verdiği Hallâc-ı Mansur (ö. 922) örneğinde bir tarağın hikayesinden bahsetmektedir. Bu hikâyede tarağın dağda bir ağaç iken nasıl tarak haline getirildiği güzel bir şekilde özetlenmektedir. Bu çalışmada bahsedilen hikâyenin Mansur’un bilinmeyen bir menkıbesi olup olmadığı tartışılacak ve tarağın macerası ile Hallâc’ın hayatındaki benzerlikler tespit edilmeye çalışılacaktır.
[“Atalar sözü boş söylemez”, Us Düşün ve Ötesi, 8 (Bahar 2003), s. 201–208.]
Atalar sözü boş söylemez
Daha önceki yazılarımızda, sözlü halk edebiyatımızın fıkra ve masal gibi iki önemli türünün tasavvufî bir bakış açısıyla da yorumlanabileceğini örneklerle açıklamaya çalışmıştık.[1] Bu yazıda ise, masal ve fıkra gibi halk kültürü ve edebiyatının önemli türlerinden olan atasözleri ve deyimlerin de tasavvufî bir bakış açısıyla yorumlanabildiğini üç mutasavvıftan alınan örneklerle gösterilmeye çalışılacaktır. Uzun deneme ve gözlemlere dayanarak söylenmiş ve halka mal olmuş sözlere ‘atasözü’ diyoruz.
Bildik bir hikâyedir, hoş kafa, boş kafa ve taş kafa. Hoca efendinin birine sormuşlar, hoş kafa, taş kafa ve boş kafa kime derler, diye. Hoca efendi cevap vermiş: Hoş kafa denileni anlayan ve ona göre davranan kimsedir. Kendisinden büyük ve tecrübeli biri bir şey dediğinde onu güzelce dinleyip gereğini yerine getiren kafa hoş kafadır. Boş kafa ise kendisine denilenlerin bir kulağından girip öbür kulağından çıktığı kimsedir. Bunlar dinler gibi görünürler ama söylenilenlere hiç itibar etmezler. Taş kafa ise kulağından içeri sözün girmediği kimseler için söylenir. Ha taş kafaya söylemişsin, ha duvara.Hakikat tarafından baktığımızda bu durum şöyledir: Hoş kafa dinlediği kamil mürşidin sözlerini anlayan, onlarla amel eden güzel huylu kimselerdir. Boş kafa sohbetlere katılmayı isteyen, seven, ancak o halden çıkınca unutup yine bildiği gibi davrananlardır. Taş kafa ise sohbetlere katılmayı aklına bile getirmeyen kimselerdir.