Kitap ve deftersiz müftü ve müderris

Başlığı Sehi Bey tezkiresinden ödünç aldım. Sehi Bey, II. Murad ve Fatih Sultan Mehmet devri şairlerinden Hufi’den bahsederken başlıkta verdiğim ibareyi kullanır. Bir insan kitap ve deftersiz yani mektep ve medreseye gitmeden, okuma-yazma öğrenmeden nasıl müftü ve müderris olabilir?

Sehi Bey burada bir şairin nasıl yetiştiğini anlatırken bir benzetmeden yararlanıyor. Osmanlı sistemi içinde bir ferdin ileri düzey bir medreseyi bitirip mülazım olmadan müftü, kadı veya müderris olmasının mümkün olmadığını biliyoruz. Hatta medrese mezunu olmak da yeterli değildi. İlaveten birtakım şartlar daha aranırdı ve bu şartlara sahip olmayanların bir mahalle camiine müezzin olarak atanması bile mümkün değildi.

Sehi Bey’in bu ifadesiyle kastettiği şey kabiliyeti ve merakı olan birinin okuma yazma bilmese bile kâmil ve fâzıl kimselerin meclislerine devam edip sohbetlerini dinleyerek padişah tarafından huzuruna çağrılacak kadar şöhret kazanabileceğini göstermekti. Mektep medrese görmemiş bir kunduracı iken devrinin önemli şairleri arasına girmeyi başaran Hufî’yi yakından tanırsak onun nasıl şair olduğunu da anlarız. Bunun için müracaat edeceğimiz ilk kaynaklar o devri anlatatan şair biyografileri olan tezkireler.

Bizde türünün illk örneği kabul edilen Sehî Bey tezkiresinde verilen bilgiye göre şairimiz Edirnelidir. Mahlası ve şiirleri dışında hakkında bir şey bilmiyoruz. Edirne çarşısında ayakkabıcı olan şair geçimini temin edecek kadar para kazandıktan sonra dükkanı kapatır, alimlerin ve şairlerin olduğu meclislere koşarmış. Herhangi bir alimden özel ders almadığı gibi herhangi bir mektebe veya medreseye gitmişliği de yok imiş. İlimden ve şiir bilgisinden yoksun bir zanaat erbabı iken sohbetlerde dinlediklerinden öğrendiklerini Allah vergisi kabiliyeti ile birleştirip gönle hoş gelen şiirler söylemiş. Özellikle cinaslı şiirleri meşhur imiş. Sehi Bey bunları söyledikten sonra onun kafiyesi cinaslı iki beytini örnek olarak verir. Birini aktaralım.

Hiç ele mâl-i yetìm ile mey almalı değil
Ger birin al deseler sana mey al malı değil

Kişi eline asla yetim malı ile içki şişesini almamalıdır. Eğer bu ikisinden birini almak zorunda bıraksalar yetim malına dokunmamalı, diğerini almalıdır.

Hufî hakkında en fazla bilgi veren tezkire müellifi Latifî Çelebi’dir. Fatih devri adamlarından olan Latifî’ye göre Hufî eskilerden yani II. Murad dönemi şairlerindendir. Hafî veya Hufî mahlasını erbabı olduğu zanaatten almıştır. Halk arasında mektep medrese görmediği ve ümmilik ile şöhret bulmuştur. Onun şiir bilgisi ve kabiliyeti ile nice şair ve edip geçinenleri cebinden çıkarır. Doğuştan sahip olduğu kabiliyetini akıllı kimselerin meclislerine giderek onlardan aldığı bilgi ile tamamlar. Devamlı kâmil ve faziletli kimselerle oturup kalkan Hufî, ilmi ve irfanı meclislerine devam ettiği kamillerin ağızlarından almış, şiirin ne olduğunu onlardan öğrenmiştir. Kitâb ve deftersiz sanki müftî ve müderris oldu derken bunu kasteder. Latifî, Hufî gibi mektep medrese görmeden şiir yazabilmenin imkansıza yakın zor olduğunu da ilave eder.

Hufî’nin şöhretini işiten sultan merak eder ve huzuruna davet eder. Şair ile sohbet eden Fatih Sultan Mehmet, onun hakkında söylenilenlerin doğru olduğunu müşahede eder ve Hufî’ye ihsanlarda bulunur. Hufî’nin şiirleri II. Murad ve II. Mehmed zamanında meşhurdur. Özellikle matla beyitlerinde cinası sık kullanır. Diğer edebi sanatlarda da başarılıdır. Latifî de Hufî’nin cinaslı birkaç beytini örnek olarak verir. Birini aktaralım.

Sâkin-i meyhâne oldum yine sâhib-bâdeyem
Sâkî mellâh u kadehler zevraḳ oldı bâde yem

Meyhaneden çıkmaz oldum, yine elimde bâde var. Sanki sâkî gemici, kadehler kayık ve içki de deniz oldu.

Gelibolulu Âlî, meşhur eserininin tezkire kısmında Hufî’den kısaca bahseder. Hufî, kimseden bir harf bile okumamış ümmî bir ayakkabıcıdır. Bu yüzden mahlas olarak Hufî’yi seçer. Sevâd-hân değil iken yani okuma yazma bilmez iken sevdâ-yı nazma düşüp nice güzel şiirler yazar. Fatih’in iltifatına mazhar olur. O da Latifi’nin verdiği beyti örnek olarak verir.

Kınalızade Hasan Çelebi’nin okuma yazma bilmediğini söyleme şekli de oldukça özgün. Okuma yazma bilmeyen bir ayakkabıcı iken elifi güzellerin serviye benzeyen boyundan, kefi de rakiplerin eğri dillerinden öğrenmiştir. Kamil ve fazıl kimselerin meclisine devamla şiiri öğrenen Hufî Fatih devrinin kudema-yı şuarasındandır. Kafiyesi cinaslı üç beyti örnek olarak verir. Diğer kaynaklarda yer almayan şu beyitte cinas hâlî kelimesindedir:

Fitneden gerçi anun hâli dahı hâlî degül
Lîk cân u dil olan gözleridür hâli degül

Sevgilinin yüzündeki ben bile aşıkların aklını karıştırmadan durmuyor. Ancak canı ve gönül olan gözleridir, tavrı ve davranışları değil.

Aşık Çelebi, Riyazi ve Ahdî ise tezkirelerinde Hufî’ye yer vermezler. Ancak nazire mecmualarında onun şiirlerine sıkça yer verilmesi şiirlerinin etkisinin uzun süre devam ettiğini gösterir. Hufî’nin Mevlevî olduğuna dair rivayetler de var ancak tezkirelerde bu durumdan hiç bahsedilmez.

Kitapsız medresesiz müftü ve müderris olacak kadar kendini yetiştiren Hufî, Edirne’de kunduracılıkla geçimini sağlayan ümmi bir şairdir. Onun derdi para kazanmak değildir. Tek derdi ilim ve irfan ehlinin sohbetlerine katılıp onlardan ilim ve irfan öğrenmektir. Kitapsız ve deftersiz müftü ve müderris olmanın yolu alim ve fazıl kişilerin sohbetlerine katılmaktır.

Hafî mi Hufî mi?

Şiiri çok seven ve merakı ile zekasının katkısıyla şiiri öğrenip şair olan Hufî ile ilgili tartışılan iki konu var. Mahlası ve divanı dışında eserinin olup olmaması.

Kimi araştırmacılar şairin mahlasının Hafî olması gerektiğininin üzerinde ısrarla durur. Hocam Prof. Dr. Atilla Şentürk ise şairin mahlasının Hufî olması gerektiğini söyler. Min gayri haddin, kanaatimce hocamın görüşünün neden daha makul olduğunu izah etmeye çalışayım.

Hufî’yi kabul etmemiz için temel gerekçe, Latifî ve Gelibolulu Âlî’nin tezkirelerinde, şairimizin mesleğinden dolayı Hufî mahlasını seçtiğini söylemeleridir. Mahlası ile mesleği arasındaki ilgiyi göstermek için huf (خُفٌّ) kelimesinin anlamını sözlüklerden aktaralım:

Kâmûsu’l-Muhît Tercümesi: İnsânın ayağına giydiği çizmeye ve mest ve edik ve çedik ve tomak makûlesi ayakkabıya denir ki üzerine mesh mümkün ola. Fârisîde mûze denir; cem’i خِفَافٌ [hifâf] gelir. Bir kat olmakla hiffetinden nâşî ıtlâk olundu. Bunun üzerinden giyilen ayakkabıyaجُرْمُوقٌ [curmûk] denir ki ser-mûze muarrebidir, hâlen bizim mest üzerinden giydiğimiz çizme جُرْمُوقٌ [curmûk]tur.

Vankulu Lügati: Ediğe dahi derler ki ayağa giyerler. Ve خُفٌّ [huff] نَعْلٌ [na’l] dedikleri edikten farkı budur ki خُفٌّ [huff]un yere gelen yeri نَعْلٌ [na’l]dan ağlazdır.

Ayverdi Sözlüğü: Abdest alınırken üzerine mesh edilebilen çizme, mest, çedik türünden ayakkabı.

TDK Sözlük: Edik. Yumuşak ve renkli sahtiyandan yapılan yarım konçlu lapçin, koncu kısa çizme, konçlu mest: Edikçi, ayakkabıcı, mestçi anlamında.

Hufî edikçi ve ayakkabıcı anlamına geliyor. Tezkirelerde ifade edildiği üzere şairimiz kendisine mahlas olarak mesleğini seçmiştir.

Hufî ile ilgili ikinci tartışma konusu Zâdü’l-Meâd isimli eserin Hufî’ye ait olup olmadığı meselesidir. Kanaatimce Zâdü’l-Meâd, üç nedenden dolayı Hufî’ye ait olamaz. İlki tezkirelerde bu eserden bahsedilmemesi, ikincisi telif tarihi, üçüncüsü de üslup ve muhtevasıdır.

Hufi hakkında en detaylı bilgi Latifî tezkiresinde yer alıyor. Latifî başta olmak üzere Sehi Bey ve Gelibolulu Alî gibi tezkire müelliflerinin yaklaşık on bin beyitlik önemli bir eserden bahsetmemesi, böyle bir eserin Edirne’de duyulmaması ihtimal dairesinde olmasa gerek. Tezkire müelliflerinin Hufî’nin böyle bir eseri olmadığı için ondan bahsetmediğini düşünmemek için bir nedenimiz yok.

Zâdü’l-Meâd’in Hufî’’ye ait olmadığına dair ikinci neden yazılış tarihinin Hufî’nin yaşadığı dönemden çok sonra olmasıdır. Tezkireler Hufî’nin II. Murad döneminin (saltanat dönemi 1421-1451) tanınmış bir şairi olduğunu ve Fatih devrinde kudema-yı şuara arasında zikredildiğini söyler. (saltanat dönemi 1451-1481) 1420’lerden sonra meşhur bir şair olduğuna göre otuzlarını aşmış olmalıdır. 1483 tarihinde yaşadığına dair elimizde bir bilgi olmadığı gibi o tarihe kadar yaşama ihtimali de çok yüksek değildir. O devirde her ne kadar 80-90 yaşını görenler olmakla beraber ömr-i vasati ellinin altında idi. Dolayısıyla 1483’te yaşadığına dair daha sağlam bir delile ihtiyacımız var.

Üçüncü neden ise iki eserin üslubu arasındaki farktır. Hufî’nin şiirleri ile Hafî’nin Zâdül’l-Meâd’ine bakıldığında üslup ve muhtevasının farklı olduğu hemen görülür. Zâdü’l-Meâd’ı mektep medrese görmemiş birinin yazma ihtimali kanaatimce çok zayıftır. Bu üç nedene bir dördüncü olarak Tural’ın hazırladığı metinde birçok beyitte geçen hafî-muhtefî kafiyelerini verebiliriz. Bu kafiyelerden Zâdü’l-Meâd müellifinin mahlasının gizli anlamına gelen Hafî olduğu açık iken mesleğe dair bilgi veren bir işaret yoktur. Dolayısıyla Hufî’ye ait olduğunu söylemek en azından elimizdeki bilgilere şimdilik mümkün değildir.

Sıradan bir kunduracı esnafı iken alim ve fazıl kişilerin sohbetlerine devam ederek devrinin önemli bir şairi olan Hufî bize unuttuğumuz bir hakikati hatırlatıyor: İlim ve irfan kamillerin ağızlarından yani onlardan dinlenerek öğrenilir. Bilgiyi bir yere kadar kitaplardan ve videolardan öğrenebiliriz. İrfan sahibi olmanın yolu kâmil ve fazılların yanından ayrılmamak, onların sohbetlerinden istifade etmektir. Bugünlerde en çok ihtiyacımız olan şey de budur.




Bu yazıyı, Facebook'ta paylaşayım...

Bu yazıyı, Twitter'da paylaşayım...

Bu yazıyı, LinkedIn'de paylaşayım...

Bölümler

Yazılarım

Yazılarımı okuyabileceğiniz sayfadır.

Kitaplarım

Kitaplarımı görebileceğiniz sayfadır.

Basında

Basındaki haberleri görebileceğiniz sayfadır...

Etkinlikler/Takvim

Tüm etkinlik, toplantı ve konuşmalarımın haberini takip edebileceğiniz sayfadır.

Videolar

Cudi Dağı ve Cizre'yi yakından tanıyalım.

Cudi Dağı ve Cizre'nin Kültür ve Tarihimizdeki Önemi
04:00 "Cudi- Nuh'un Gemisinin İzinde" Romanının Yazılış Serüveni
06:30 "Şeyh ve Kilise" Kitabının Yazılış Serüveni
16:00 Cudi Dağı İle İskender Paşa Camii Arasında Nasıl Bir Bağlantı Vardır?
17:30 Cizreli Şeyh Seyda Hazretleri Kimdir?
20:15 Diyarbakır Ulu Camii ve Cizre Ulu Camii'nin Ortak Yönleri
23:15 Cizre'deki Kırmızı Medrese'nin Önemi Nedir?
32:00 Cizre'deki Şikeft-i Cüz Mağarası'nın Manevi Önemi
34:30 Cizre'deki Cebrail Kapısı'nın Tarihi Önemi
36:30 Sefine Festivali, Kültürel ve Dini Açıdan Ne İfade Eder?
43:00 "Cudi Dağı, Hz. Nuh'un ve Ümmetinin Sığınağıdır"
45:30 Hz. Nuh'un Gemisini Arayan Gencin Hikayesi

Kısas-ı Enbiya

Cevdet Paşa’nın ahir ömründe yazdığı bu kitabın tam adı: Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârîh-i Hulefâ. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar gelip geçen peygamberlerin kıssalarından, İslâm dininin ortaya çıkışı, Hz. Peygamber’in hayatı ve Hulefâ-yi Râşidîn ile Emevî, Abbâsî halifelerinden, diğer Türk-İslâm devletlerinden ve Osmanlı tarihinin 1439 yılına kadar olan ilk devirlerinden bahseder. Bir nevi İslam tarihi de denilebilir.

Tanpınar’ın onun için söylediği şu sözler çok önemli: Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya'da ve bilhassa da bu kitabın Peygamber'in hayatına ait olan kısmında nesrin kemal noktasına varmıştır. Türkçe'de Mevlid'den başka hiçbir kitap, bu kadar herkesin dilini konuşuyor hissini bırakmamaktadır.

ismailgulec.net