Bizim de çıkar elbet kutlayacak şeb-i arusumuzu

Bu yıl, bundan tam elli yıl önce 5 Ocak 1975’te sonsuzluk yurduna göçen Arif Nihat Asya’nın ölümünün 50. yıl dönümü. Yıl boyunca bu büyük şairi anacağız, şiirlerini konuşacağız.

Arif Nihat Asya, Allah inancının, peygamber sevgisinin, saf milliyetçiliğin, Türk tarihinin, insanın ve sevginin şairidir. Dolayısıyla vatan, bayrak ve millet sevgisi, tarih şuuru, bağımsızlık, Türk tarihinin büyük isimleri, İstanbul camileri şiirlerinin konusunu oluşturur. Hikâye ve efsane kahramanlarını anlattığı şiirleri ise destan gibidir. 1950’den sonra yetişen nesillerin tarih şuurunun ve dinî duyguların uyanmasında ve yeşermesinde onun şiirlerinin büyük katkısı vardır.

Arif Nihat Asya denilince akla ilk gelen ilk kavram vatan ve bayraktır.

Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,

Başlayan Bayrak şiiri ile

Şehitler tepesi boş değil,
Biri var, bekliyor...
Ve bir göğüs, nefes almak için
Rüzgâr bekliyor.

Başlayan Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor şiiri hâlâ akıllardadır. Onda vatan bir coğrafi bölge değildir.

Ezanımdan alışıp tekbîre,
Buldunuz mutluluk, imanımla...
Vatan ettim sizi ey topraklar
Beş vakit damgalayıp alnımla.

Bu coğrafyayı vatan yapan ise fetih ülküsüdür.

Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;
Dağlardan çektirilen, kalyonlar çekilecek;
Kerpetenlerle sûrun dişleri sökülecek!

Başlayan Fetih Marşı ile bize o akınlarda çocuklar gibi şen olan atlıları hatırlatır. Ancak ona göre kılıç fethin ilk aşamasıdır. Mevlâna ve Yunus gibi ariflerimiz ve şairlerimiz ile fetih tamamlanır ve kalıcı olur. Kılıçla fetihten sonra mekanın ruhunu fethetmek için inşa edilen şehirler ve o şehirleri süsleyen mabetleri anlattığı Kubbeler şiiri muhteşemdir:

Dün başlar seferber, eller seferber;
Kurşun eritildi, mermer çekildi.
Bunlar, bu kubbeler, bu minareler
Akçayla olacak işler değildi.



Bir ihtişam olup açılan kubben,
Durur asırların omuzlarında:
Kaçıncı nesildir aptes alanlar,
Şadırvanlarında, havuzlarında?

Bir camii inşa eden ve yaşatan insanların ruhunu ve hissiyatını sanki o devirlerde yaşamış, görmüş gibi anlatır. Süleymaniye’yi anlattığı şiirinde;

Dağ parçası kubbeler, ufaktan, iriden:
Gel, haşmeti gör yandan, ilerden, geriden;
Bir mûcize devrinde Sinan, Erciyes’i
İstanbul’a dikmiş, getirip Kayseri’den!

Diyerek Süleymaniye’nin haşmetini Erciyes dağı ile karşılaştırması gerçekten olağanüstü bir benzetmedir.

Seccaden kumlardı...
Devirlerden, diyarlardan
Gelip göklerde buluşan
Ezanların vardı.

Başlayan naatini bilmeyenimiz, okumayanımız var mıdır? Bu naat, Cumhuriyet döneminde yazılan naatler arasında duygu aktarımı ve söyleyiş güzelliği bakımından en mükemmel birkaç örnekten biridir.

Biz, kısık sesleriz... minareleri,
Sen, ezansız bırakma Allahım!

Başlayan Dua’sı ezberletilmesi gereken birkaç şiirden biridir.

Ağlayın, parmakları nur
Sularından kınalı kızlarım
Ağlasın Meraga göklerinden
Meraga'ya bakıp yıldızlarım

Başlayan Ağıt’ı ise onun insan sevgisini gösterir. Onun şiirlerinden örnek alınmadan yapılan her dinî ve hamasî konuşma eksik olacaktır.

Arif Nihat Asya’nın şiirlerinin kaynakları Türk ve İslam klasikleridir. Başta Mevlâna olmak üzere Şeyh Sâdî, Attar, Yunus Emre gibi edebiyatımızın menbaı olan büyük şairler onun şiirlerinin özünü oluşturur.

O, şiirlerinde yormayan, sanat yapma endişesiyle abartmayan, sade ve doğal dili ve ahenkli söyleyişiyle dinî, milli ve insanî duyguları bize aktarır. Bunda şair olduğu kadar öğretmen olmasının da etkisi olsa gerektir. Onun millî duyguları aktardığı şiirlerinde bağırmadan haykıran coşkulu bir tonu vardır. Hz. Peygamber ve inanca dair şiirlerinde ise sessizce ağlayan bir müminin ses tonunu buluruz. Sevgiden ve insana verilen değerden bahseden şiirlerinde ise bir annenin sıcaklığını, bir arkadaşın samimiyetini hissederiz. Eskilerin deyimi ile edası müedda ile mütenasiptir. Dilini anlamayan biri bile şiirin edasından duygusunu anlayabilir. Şiirlerini okurken öğrencilerinin karşısında şiir okuyan bir öğretmeni dinliyor gibi hissederim.

Böyle bir insanın dünya ile alıp veremediği bir şeyin olmadığı hemen anlaşılır. Onun dünya ve dünyalık bir şeyle ilgisi yoktur. Onun derdi rindâne ve müstağni tavrı ile dünyanın makam ve mevkilerinde değil, bu aziz milletin evlatlarının gönlünde kendine bir yer bulmaktır ve bulmuştur.

Arif Nihat’ın Mevlevîliği

Arif Nihat Asya, 1933’te Adana'da Fransızca öğretmeni olan Hakkı Mahmut Soykal aracılığıyla Üsküdar Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Ahmed Remzi Akyürek’le tanışır ve ona bağlanır. O büyük insandan Mevlevî kültür ve ahlakını öğrenir. Kitaba adını veren

Kimi, boşlukta sızar asude;
Kimi, bekler gecelerden seheri..
Farkı yoktur gecenin gündüzden,
Ne çıkar yanmasa ufkun feneri

Dörtlüğüyle başlayan Kubbe-i Hadra şiirinin yer aldığı ve Mevlâna ve Mevleviliğe dair şiirlerden oluşan kitabının yazılmasında Akyürek’in tesiri büyüktür.

Bir sofradayım: azım, çoğum; Mevlânâ.
Dursam, yürüsem batım, doğum, Mevlânâ.
Yârin sesi, yârin sözü, yârin yüzüsün..
Sen yoksan eğer ben de yoğum, Mevlânâ!

Rübaisini söyleyen şair adeta Mevlâna’da yok olmuştur. Onun,

Yatırırken bu sedef kakmalı şimşir beşiğe
Neyle kundakladılar Hazret-i Mevlânâ'yı?

Beytiyle başlayan gazeli şairin kelimelerle çizdiği bir Mevlâna portresidir. O sadece Mevlâna’yı değil, onun yolundan gidenleri de sever.

Karanlıklarda, yer yer,
Ağaç yâkuut güller.
Her akşam bir düğün, her
Sabah gerdek sabâhı.

Başlayan şiirine Hüsn ü Aşk adını vermesi onun yola olan hürmetini gösterir.

Arif Nihat Asya’nın Şeb-i Arus’u

Mensur bir şiirinde:

“Bir yanağından öptüm, söyle ey dünya; öbür yanağından öpmek için kaç günlük yol yürümeliyim?”

Diyen şairin arzusu 5 Ocak 1975’te gerçekleşir ve öpmeyi çok arzu ettiği diğer yanağı dünya ona uzatır. Vatan, millet ve Mevlâna sevgisi ile geçen bir ömürden sonra dostlarından isteği Mevlevî hil’atiyle yolculanmaktır.

Malumumuz olmayan muradınca göğün
Sizlerle helalleşmeye sıram geldiği gün
Ey sevgili dostlar, beni Mevlana'nın
Ariflere giydirdiği hil'atla gömün!

Mevlâna’yı bu kadar seven birinin ölümünü onunkine benzetmesinden daha doğal bir şey olmaz. Ses ve Toprak’ta yer alan ve öldüğü günün tarihini (5 Ocak 1975) taşıyan dörtlüğün adı Şeb-Arus’tur:

Yıkanıp süslenip tabutlanmak;
Halka i'lândır cülûsumuzu...
Sonra - her yıl- bizim de kutlayacak
Çıkar -elbet- Şeb-i Arûs'umuzu

Kefenlenmeyi süslenmeye, tabutu tahta, omuzlarda taşınmayı tahta oturmaya ve sultan olmaya benzeren şair birilerinin onu ölüm yıldönümünde hatırlamasını ister ve bekler. Bugün bizim yağtığımız da budur.

Ey büyük şair! Seni başında ve gönlünde taşıyan bu millet seni hiç bir zaman unutmayacaktır.




Bu yazıyı, Facebook'ta paylaşayım...

Bu yazıyı, Twitter'da paylaşayım...

Bu yazıyı, LinkedIn'de paylaşayım...

Bölümler

Yazılarım

Yazılarımı okuyabileceğiniz sayfadır.

Kitaplarım

Kitaplarımı görebileceğiniz sayfadır.

Basında

Basındaki haberleri görebileceğiniz sayfadır...

Etkinlikler/Takvim

Tüm etkinlik, toplantı ve konuşmalarımın haberini takip edebileceğiniz sayfadır.

Videolar

Mehmet Akif Ersoy ve musiki

02.00 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü ve Bestelenmiş Şiirleri
03:15 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki İle İlişkisi Nasıl Başladı?
07:00 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü
08:30 Mehmet Akif Ersoy İle Neyzen Tevfik Nasıl Tanıştı?
11:00 Mehmet Akif Ersoy'un, Neyzen Tevfik İle Olan Dostluğu
15:15 Mehmet Akif Ersoy, Musiki Alanında Kimlerden Ders Aldı?
18:15 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü
21:10 "Mehmet Akif Ersoy, Ölmeden Önce Musiki Üstadı Olarak Tanınıyordu"
27:30 "Musiki, Tüm Varlığın Anladığı Bir Dildir"
30:30 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Meclislerindeki Rolü
33:15 "Mehmet Akif Ersoy, Musiki Meclislerine Değer Katan Bir Kişiliktir"
37:30 Mehmet Akif Ersoy'un "Sait Paşa İmamı" Şiiri ve Bestelenme Öyküsü

Eşrefoğlu Rumi’nin Müzekki’n-Nüfûs’u

Müzekki’n-Nüfus’un en çok okunan halk kitapları arasında olmasının nedeni rehber kitap olması, dilinin sade ve anlaşılır olması, inşa edilmeye çalışılan milleti irşat etmesi.

Sanat endişesinden uzak, müridlere doğrudan doğruya tasavvufî-ahlâkî hakikatleri anlatma gayesini taşıyan Müzekki’n-nüfûs, geniş halk tabakasının kolayca anlayabileceği şekilde sade bir Türkçe ile yazılmış ve tasavvufun halk arasında yayılmasında önemli hizmet görmüştür. Müellifin Osmanlı döneminde Anadolu’da kurulan ilk tarikatlardan biri olan Eşrefiyye’nin pîri olması dolayısıyla kitabın Türk tasavvuf ve düşünce tarihinde ayrı bir yeri vardır. Yeni sayılabilecek herhangi bir görüşe yer verilmemekle beraber tasavvufun temel konularıyla tarikat terbiyesinin esaslarını başarılı bir üslûpla özetleyen Müzekki’n-nüfûs, yazıldığı devirden itibaren Muhammediyye ve Envârü’l-âşıkīn gibi geniş halk toplulukları tarafından benimsenmiş, daha sonraki devirlerde kaleme alınan bu tür eserlere örnek teşkil etmiştir.

ismailgulec.net