İnsan denilen varlık hakikatini arar

İnsan olmak, hakikat denilen yüce varlığı aramakla başlayan ve bilmekle tamamlanan bir süreçtir. Dünya denilen yer hakikati arama yurdundan başka bir şey değil ve bu arayış insanlara Hz. Âdem’den miras kalmıştır.

İnsan, aslında aramakla bulunamayacak bir şeyi arıyor. Bulunamayacak bir şeyi aramasının nedeni bulanların sadece arayanlar olmasıdır. İnsanın başka çaresi yok maalesef. Buna insanoğlunun trajedisi de diyebiliriz.

Aramanın ilk şartı aramayı istemektir. İstemek için ise mutlaka bir şeyin vesile olması lazım. Bu vesile bazen okuduğumuz bir kitap, dinlediğimiz bir sohbet olabileceği gibi bazen de işlediğimiz bir günah, bir kusur veya bir hatadan sonra duyduğumuz pişmanlık olabilir. Bazen de hiçbir vesile ve neden olmaksızın yapıp ettiklerimizi düşünür, hayatta bir anlam arar ve sorgulamaya başlarız. Ne vesile olursa olsun ilk soruyu sorduğumuzda yolculuk başlamış demektir.

Allah Tealâ sadece insanı değil kainâtta hiçbir şeyi boş yaratmamıştır. Mesela bir ağacın dökülen yaprakları toprağa düştüğünde, toprağı yumuşatır, humuslu toprak haline getirir ve bereketlendirir. Yapraklar dal üzerinde iken hayvanların öğünü, kuruduktan sonra da yemi olur. Ama hiçbir yapraktan meyve yetişmez. Oysa ağacın gayesi meyvedir. Buğday da ağaç gibidir. Sapını hayvan yemi olarak toplarlar. Ama kimse hayvan yemi için buğday ekmez.

İnsanın yaratılış gayesi sap, saman, yahut yaprak olmak yani bu dünyada mal mül sahibi olmak ve eğlenmek değil, tane veya meyve olmak yani sonunda hakikate erişeceği yolculuğa çıkıp hakikati ve kendini bilmesidir.

Kendini bilmek hakikate ermekle mümkündür. Hakikate erenler meyve ve tane olup var olacak iken hakikatten habersiz olanlar yaprak ve saman gibi heba olup gideceklerdir. İnsanın hakikati aramak için çıktığı yolculuk aynı zamanda heba olmamak için verdiği mücadeledir.

Yol ve yoldaş

Yolculuk için dört unsurdan oluştur: Gidilecek yol, yolcu, birlikte gidilecek yoldaş ve menzil. Bu dört unsurdan biri olmazsa yolculuk eksik kalır. Bu yolu aşıp menzile varan Allah dostları bize yolu ve yolculuğu tarif eden kitaplar yazdılar. Hepsi kendi tecrübelerine göre yolculuğu ve yolun zorluklarını anlattılar. Yollar birden fazla olsa da yolculukta çekilen sıkıntılar farklı olsa da hakikati arayanın hedefi değişmedi. Menzil hep aynı idi.

İnsanların bir kısmı bu yolculuğa çıktı. Yolculuğa çıkanların da bir kısmı menzile varabildi. Attar, Mantıku’t-Tayr’ında bu yolculuğa çıkıp yolda kalanların hikayesini anlatır. Yolculuğa çıkan yüzlerce kuştan sadece otuzu menzile varıp hakikati öğrenebildiler. Hakikati öğrenmek için yola çıkmak gerek şart ancak yeterli değil. Menzile varmak için çok daha fazlasına ihtiyaç var. Bu da kuvvetli bir irade ve o yolculuğu yapmış birinin yani kâmil bir mürşidin rehberliği ile mümkün ancak. Rehbersiz yola çıkanlar ya yollarını kaybederler ya canlarını. Bu yolun şakası yok, haramisi çok. Haramiler yolumuzu kestiğinde bizi kurtaracak bir Allah dostu olmadan menzile varmak çok güç.

Hakikat de bizi arar

Bizim hakikati aradığımız gibi hakikat de bizi arar. Mevlâna Hazretleri bu durumu “Susuzlar âlemde su ararlar, fakat su da cihanda susuzları arar durur.” diyerek açıklar. Yolculuğa çıkmak bile tek başına bir lütuftur, keremdir. Bize düşen yola çıkmak, menzile varmak ise nasip işi. Hakikat kimi isterse onun ulaşmasına izin verir. Bizim yola çıkmamız kurb-ı nevâfildir, menzilin bize yaklaşması ve varmamıza izin vermesi ise kurb-ı ferâiz.

Yola çıkan başına geleceklere razı olmayı kabul etmiş demektir. Son nefesine kadar menzile varmak için uğraşır, çalışır, çabalar. Kimileri bu yolu bir ayda, kimileri bir yılda kimileri ise ömrünün sonunda aşar. Ömrün yoldan önce bittiği de olur ve hacca gitmek için niyetlenip yolda ölenlerin hacı sayılması gibi onlar da menzile varmış kabul edilir.

Bu yola çıkanlarda sağlam bir beden değil kuvvetli bir irade aranır. Nice topallar ve sakatlar nice pehlivanları geçip onlardan önce menzile varmışlardır.

Yola çıkan kulaklarını gayrıya kapatmalıdır. Yolcunun kitaplardan, sözlerden, harflerden, dudaklardan alacağı, öğreneceği bir şey yoktur. Sadece ve sadece rehberi olan mürşidinin ağzına ve kendi kalbine doğacak olan hikmetlere bakar ve dinler. Başkaca dinleyeceği kimse ve nesne yoktur.

Hakikati aramak çok kutlu, çok mübarek bir gayrettir. Bu kutlu yolculuğa çıkan kişinin hakikate varma arzusu, yolundaki tüm engelleri kaldırır. Bu arzu menzile giden yolun sonunda varacağı kapının kilidinin anahtarıdır.

Yolculuğa çıkan kişinin kendisini koruyacak bir muhafıza ihtiyacı vardır. Yolcuyu iki muhafız korur. Biri rehberliğiyle tehlikelerden koruyan mürşid-i azizidir. Diğeri de gönlündeki menzile varma ve hakikate ulaşma arzusudur. Bu arzu ve iştiyak muhafızları haramilerle dolu olan yolda yolcuyu koruyacaktır. İki muhafızın üçüncü ise Allah’tır. Gönlü kendine kavuşma arzusuyla dolu birine Allah yardım eder, yolunu kolaylaştırır.

Suyu aramak

Mevlana Hazretleri hakikati suya, hakikat arayıcısını ise toprağı kazarak su bulmaya çalışan insana benzetir. Su insanın gönlündedir. Su kuyusu da bedenimizdir. Gönüldeki suyu bulmak için beden toprağı kazılmalıdır. Yani nefsin arzu ve isteklerine karşı çıkıp Allah’ın emirlerine tabi olmaktır. Allah, istediği kulunun gönlündeki suları taşırabilir ancak biz buna güvenip beklememeli, suyu çıkarmak için çabalamalıyız. Mevlana Hazretleri bu durumu şöyle izah eder:

“Eğer insan isen, su arayan koyuncu gibi, durmadan şu toprak bedenini kaz da, suya kavuş! Fakat içmeye elverişli duru su, Allah’ın cezbesi erişirse, kuyu kazmadan da yerden fışkırır. Fışkırır ama sen buna kulak asma; yavaş yavaş, azar azar kuyunun toprağını kaz, derinleştir!” Kim zahmet çekerse, bir define elde eder. Kim çalışır çabalarsa, saadete, devlete ulaşır.” (V: 2043-6)

Toprak olan bedeni kazıp derinliklere inmek demek bedene ait sıfatları, kötü düşünce ve halleri aşk u muhabbet içinde ibadet, riyazet ve mücahede kazması ile delip deşmek demektir. Âb-ı hayat olan gönüldeki suya erişince kana kana için hakikat arayıcısı artık aradığını bulmuş, Hızır gibi ölümsüz olmuştur. Artık o da bir rehberdir.

İnsan, beden, can ve ruh olarak da üç kısımdan oluşur. Herkes beden ve canın farkında iken ruhu bilenler çok azdır. Hakikati aramaya çıkmak biraz da beden ve candan vaz geçip ruhu bulmaya çalışmaktır. Dolayısıyla irfânî yolculuk insana ruhunu da buldurur.

İnsanın üç hali

Malum maddenin katı, sıvı ve gaz olmak üzere üç hâli vardır. İnsanın da insan olmaklık bakımından üç hâli var: Beşer, insan ve kâmil insan. Yolculuk dediğimiz şey insanın beşer aleminden önce insan sonra kâmil insan mertebesine yükselmeye çalışmasıdır.

Beşer hâli

Kuran-ı Kerim’de “Aşağının en aşağısı” (95/5) olarak ifade edilen beşer âleminde canlılar doğar, büyür, ürer, ve ölür. Ancak beşer, diğer mahlukâttan düşünme ve konuşma kabiliyetine sahip olmakla farklılaşır. Konuşma ve düşünmek hem hakikati bulmasına hem de uzaklaşmasına neden olur. Beşer mertebesindeki insanın Hakk’ı unutup herşeyi kendinin zannetmesine konuşması ve düşünmesi neden olur. O yüzden beşer Kuran’da “O pek zalim, pek cahildir” (33/72) diye tarif edilir.

Beşer, insan kalıbının adıdır. Hazret-i Peygamber “Ben de sizin gibi beşerim” (41-6) derken diğer insanlarla aynı kalıpta olduğunu söylemişti. Ancak, her görülen kalıpta insan bulunmadığı yani her beşer insan olmadığu için, beşer tasavvuf ıstılahında insan ve hayvan mertebeleri arasında bulunduğu halde, kendini ergin insan sayanların mertebesine işaret olarak kullanılır. Bu beşer Kur’an’ın hükümlerine göre yaşarsa insan olur.

İnsan hâli

Beşer zaman içinde Allah’a iştiyak duymaya başladığında hâli Allah’a malum olduğu için O, önüne bir mürşit çıkarır ve kula insan olmayı öğretir. Mürşid kendisine bağlanan beşeri sülûke sokup gelmişlerini, geçmişlerini, dünyayı, ahireti, saadeti, bahtiyarlığı, insanlığın ve Allah’ın ne olduğunu öğretir.

İnsan “Allah’la ünsiyet peyda etmiş” anlamına gelir. Arap harfleriyle; elif, nun, sin, elif ve nun’la yazılır. Yani iki elif ve iki nun ve bunların ortasındaki bir sinden ibarettir. Ortadaki sin çıkarıldığında geriye ulûhiyet âleminin temsilcisi olan elif ve nübüvvet nurunun temsilcisi olan nundan oluşan “İn” ve “An” heceleri kalır. İn’deki ilk elifin altında bulunan esre, bizim ulvi âlemden süfli olan bu dünyaya gelişimize; an’daki ikinci elifin üstündeki fetha da suflî alemden ulvî âleme dönüşümüze işaret eder. Uluhiyet âleminden nur olarak geldik. Dünyada nâsın sin’i ile haşır neşir olduktan sonra yine ulûhiyet vasıtasıyla o nura döneceğiz. Bunu becerebilmek için, ilk gelişteki esreyi üstün haline getirmek lazım gelir. Esreyi üstün yapmaya yolculuk, bunu yapana da insan diyoruz. Yapamayanlar ise beşer olarak kalırlar.

İnsan olabilmek için ân’a bağlanması gerektiğini anlayan beşer gönüle girmeye, gönül kırmamaya çalışır. Çünkü, bir insanın insan olabilmesi için önce dilini tutması, sonra da gönül yapması gerektiği mürşidi tarafından öğretilmiştir.

Beşerle insan arasında mertebe açısından adeta bir uçurum vardır. Çünkü insan Allah’la, yani mana ile, beşer ise madde ile ünsiyet kurar.

İnsan-ı kâmil

Kâmil insan yolculuğu tamamlayıp diğer insanlara yolculuklarında rehberlik yapandır. Allah Teala’nın mükerrem kıldığı Adem oğludur (17/70). Her bakımdan ahsen-i takvim üzerine yaratılandır. Göklerde ve yerde olan ne varsa emrine verildiği (45/13) kendisine esmânın öğretildiği (2/31) ve onun emanetin yüklendiği (33/72) mübarek kuldur. İnsana ilâhî ruhtan nefhedildiğini bilen ve bu yüzden Allah’ın kendisine dost kıldığı, bazılarına ilim verdiği kâmil insanın en güzel örneği âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’dir.

İnsân-ı kâmil Hak ile halk arasında bir köprüdür. İnsân-ı kâmilin modeki Hz. Peygamber’in vârisi olan insân-ı kâmil Allah’ın ahlâkıyla ahlâklandığı için ahlâkî bakımdan da kemal sahibidir.

Şeriat, tarikat, hakikat ve mârifeti kemâle erdiren insân-ı kâmilin sözleri doğru, işleri iyi, ahlâkı güzeldir. Mârifet sahibi olduğu için eşyayı ve ondaki hikmetleri gereği gibi bilir.
Avam, havas ve ehassü’l-havas

İnsanın üç hâlini avam, havas ve ahassü’l-havas olarak tasnif etmek de mümkündür. Avâm beşer, havas insan ve ahassü’l-havas da insân-ı kâmildir.

İnsanlar idrak seviyelerine ve kemalât mertebelerine göre avam, havas ve ahassü’l-havas olmak üzere üç kısımdır.

Avam, irfana mektebine girmeyip, anasından, babasından görüp duyduklarıyla yetinen, hakikati aramak gibi bir derdi olmayan sıradan kimselerdir. Bunlar, ne yediklerini ne de yaptıklarını bilirler. Avamın maddi yükü yani dünya meşgalesi fazla, manevi yükü azdır. Tadı olmayan meyveye benzerler. Şeklen meyvedir yani insandır ancak tadı yoktur yani hakikatten habersizdir.

Böyle olmakla birlikte avam da “Ona kendi ruhundan üfledi” ayet-i kerimesinde de işaret edildiği gibi Allah’tan bir nefha taşıdığı için işlenmemiş elmas gibidir. İşlenmediği sürece değeri yoktur, ama işlenirse değerlenir. Onu işleyecek olan ise kâmil mürşittir.

Havas Hz. Peygamber’e bağlanıp ondan ve onun yolundan gelenlerden ders alan ve aldığı derslerle eski hâlini terk edip yeni bir hâle bürünen seçilmiş kullardır. Aralarında dokunulmaz olanları da vardır. Bunlar Lütfi Filiz’in sözleriyle diyecek olursak avamın bir mürşit tarafından traşlanıp işlenmiş ve elmas haline gelmiş olanlarıdır. Traşlanma bir nevi aşılanma mahiyetinde olduğu için bunlar aşılı ağaç meyveleri gibidir. Sayıca azdırlar ama tatları güzeldir.

Mevlâna Hazretlerinin Şems-i Tebrizî ile tanıştıktan sonra tüm kitaplarını atması, avamdan havasa geçişin ve özel ders almaya başlayışın göstergesidir. Avamın aksine havassın manevi yükleri maddi yüklerindan daha fazladır. İnsanın, avam sınıfından havassa yükselebilmesi için bir yolculuğa çıkması gerekir. Çıkılan yola tarikat, yola çıkan kişiye sâlik, yolculuğa da tasavvuf diyoruz.

Ahassü’l-havas ise çıktığı yolculuğu tamamlayıp menzile varmış, yani tüm varlığını Allah’a vermiş ve geride O’ndan başka bir şeyi kalmamış olanlardır. Bunlar ismetiyet sıfatıyla sıfatlanırlar. Allah menzile erişen ve hakikati bilen ahassü’l-havassa bildiricilik ve rehberlik görevi verir. Onlar da Allah’tan aldıkları izinle havassa ders verirler ve rehberlik ederler. Ahassü’l-havas Allah dostları velilerdir ve hem içten hem de dıştan işlenmiş oldukları için pırlanta gibi değerlidirler. Pırlantanın elmastan daha değerli olmasının nedeni, iki yüzünün de işlenmiş olmasından dolayıdır. Bunlar da önce bir kâmil mürşit sonra da Allah tarafından terbiye ve talim edildikleri için tüm insanlardan daha değerlidirler.

Bu dünyaya gönderilmemizdeki maksat hakikati bulmak ve pırlanta olmaktır. Pırlanta olmak ise gelmiş olduğu ulvî alemlere yeniden yükselmektir.




Bu yazıyı, Facebook'ta paylaşayım...

Bu yazıyı, Twitter'da paylaşayım...

Bu yazıyı, LinkedIn'de paylaşayım...

Bölümler

Yazılarım

Yazılarımı okuyabileceğiniz sayfadır.

Kitaplarım

Kitaplarımı görebileceğiniz sayfadır.

Basında

Basındaki haberleri görebileceğiniz sayfadır...

Etkinlikler/Takvim

Tüm etkinlik, toplantı ve konuşmalarımın haberini takip edebileceğiniz sayfadır.

Videolar

Mehmet Akif Ersoy ve musiki

02.00 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü ve Bestelenmiş Şiirleri
03:15 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki İle İlişkisi Nasıl Başladı?
07:00 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü
08:30 Mehmet Akif Ersoy İle Neyzen Tevfik Nasıl Tanıştı?
11:00 Mehmet Akif Ersoy'un, Neyzen Tevfik İle Olan Dostluğu
15:15 Mehmet Akif Ersoy, Musiki Alanında Kimlerden Ders Aldı?
18:15 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü
21:10 "Mehmet Akif Ersoy, Ölmeden Önce Musiki Üstadı Olarak Tanınıyordu"
27:30 "Musiki, Tüm Varlığın Anladığı Bir Dildir"
30:30 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Meclislerindeki Rolü
33:15 "Mehmet Akif Ersoy, Musiki Meclislerine Değer Katan Bir Kişiliktir"
37:30 Mehmet Akif Ersoy'un "Sait Paşa İmamı" Şiiri ve Bestelenme Öyküsü

Eşrefoğlu Rumi’nin Müzekki’n-Nüfûs’u

Müzekki’n-Nüfus’un en çok okunan halk kitapları arasında olmasının nedeni rehber kitap olması, dilinin sade ve anlaşılır olması, inşa edilmeye çalışılan milleti irşat etmesi.

Sanat endişesinden uzak, müridlere doğrudan doğruya tasavvufî-ahlâkî hakikatleri anlatma gayesini taşıyan Müzekki’n-nüfûs, geniş halk tabakasının kolayca anlayabileceği şekilde sade bir Türkçe ile yazılmış ve tasavvufun halk arasında yayılmasında önemli hizmet görmüştür. Müellifin Osmanlı döneminde Anadolu’da kurulan ilk tarikatlardan biri olan Eşrefiyye’nin pîri olması dolayısıyla kitabın Türk tasavvuf ve düşünce tarihinde ayrı bir yeri vardır. Yeni sayılabilecek herhangi bir görüşe yer verilmemekle beraber tasavvufun temel konularıyla tarikat terbiyesinin esaslarını başarılı bir üslûpla özetleyen Müzekki’n-nüfûs, yazıldığı devirden itibaren Muhammediyye ve Envârü’l-âşıkīn gibi geniş halk toplulukları tarafından benimsenmiş, daha sonraki devirlerde kaleme alınan bu tür eserlere örnek teşkil etmiştir.

ismailgulec.net