Kültür Yazıları

Bir sualim var sana ey dervişler ecesi

Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre’nin Hacı Bektaş Velî’nin Makâlât’ını özetlediğini söylediği güzel bir ilâhisi var. Kanaatimce bir müslümanı tarif eden ve müslümanlığı dört makam üzerinden anlatan bu ilahi, devrinin İslam anlayışını aktarıyor. 13. asırda Batı Anadolu’da göçmen Türk boylarına Türkmen kocaları tarafından öğretilen İslam anlayışının kısa bir özeti hatta özü denilebilir. Dolayısıyla bugünün anlayışından yola çıkarak Yunus’un tarikati hakkında bir iddiada bulunmak yerine dönemin genel inancını yansıttığını düşünmenin daha doğru olacağı kanaatindeyim.

Yunus’u ve devrinin müslüman modelini yansıttığını düşündüğüm ilahiyi anladığım kadarıyla açıklarsam ne demek istediğim sanırım daha iyi anlaşılacak.

Orhan Kemal Tavukçuoğlu neşrinden günümüz imlasına dönüştürerek alıntıladığım ilahi bir soru ile başlıyor.

Bir suâlim var sana ey dervişler ecesi
Meşâyih ne buyurur, yol u haber nicesi

Aslanı hizmete amade kılmak

Vahşi hayvanları evcilleştirmeye dair geleneğimizde anlatılan birçok hikaye olduğunu biliyoruz. Leyla ile Mecnun hikâyesinde Mecnun çöllere düştüğünde çevresinde av hayvanları ile avcı hayvanlar bir arada idi. Hacı Bektaş Veli’ye ait olduğu söylenen resimlerde bir tarafında geyik diğer tarafında aslan yer alır.

Aslan ile geyik, kuzu veya diğer evcil hayvanlarla birlikte görünmek olağan üstü bir olaydır ve bu durum insanlar arasında hürmet görmenin sebebidir. Aslanı terbiye etmek ile ilgili konular sadece hikayelerde değil menkıbelerde de benzer hikâyeler anlatılır.

Tasavvuf geleneğimizi derinden etkileyen sufilerden Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin (ö. 1240) ruhâniyettinden devamlı istifade ettiğini söyleyen Ebû Medyen-i Mağribî (ö. 1198) ile ilgili anlatılan bir menkıbede aslan ile kuzunun yanyana durmasından bahsedilir. Menkıbe şöyledir:

Fânî ömür biter, bir uzun sonbahar olur

Bu sene de sonbahar geldi ve geçiyor. Yavaş yavaş biz de ömrümüzün son baharına yaklaşıyoruz. Öğrencilik yıllarımdan kaç kez okuduğumu bilmediğim Yahya Kemal’in Kendi Gök Kubbemiz’de yer alan.

Fânî ömür biter, bir uzun sonbahar olur.
Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, târümâr olur.

Beytiyle başlayan Sonbahar şiiri beni hiç bu seneki kadar derinden etkilememişti. Eski Şiirin Rüzgarıyla kitabında Hazan isimli bir gazeli daha var şairin. Ancak orada şair, sonbaharı uzaktan izleyerek anlatır. Kendi Gök Kubbemiz’deki şiirinde ise bu defa sonbahar şairin içindedir ve âdeta sonbahar şairi anlatır.

Mihrican mı değdi gülün mü soldu

Bugün 21 Eylül, yani sonbaharın nevruzu mihrican günü. 21 Mart yazın başlangıcı iken 21 Eylül de kışın başlangıcı kabul edilirdi.

İslam Ansiklopedisi’indeki Mihrican maddesinde verilen bilgilere göre mihrican İran güneş takviminin yedinci ayı olan Mihr’in 16. günü başlayıp 21’ine kadar devam eden süreye verilen isim. Malumunuz, İlkbahar ekinoksu (21 Mart) ve sonbahar ekinoksu (21 Eylül) olmak üzere senede iki defa geceyle gündüz eşit olur. Nevruz ilkbahar bayramı iken mihrican da sonbahar bayramıdır. Tarih boyunca toplumlar bu iki günü ya ayrı ayrı ya da ikisini de bayram olarak kutlarlar. Perslere has sonbahar bayramı Helenistik dönemde Batı’ya geçer ve Romalılar tarafından da kendi tanrılarına uyarlanarak kutlanmaya başlanır. Roma’nın Hristiyan olması ile de Hz. İsa’nın doğum günü bayramı olarak 25 Aralık’ta kutlanmaya başlar.

Beynamaz ile bey’-i namaz kimdir?

Beynamazın kim olduğunu bilmeyenimiz yok. Farsça olumsuzluk eki bî- ile namazdan oluşan bu kelime zamanla dilimizde beynamaza dönüşmüş. Anlamı bildiğiniz gibi “namazsız” yani “namaz kılmayan” demek. Üzerinde durmaya ve açıklamaya çalışmaya gerek yok, çünkü anlamını çok iyi bildiğiniz bir kelime. Bey’-i namaz ise Arapça satmak fiilinin kökü bey’ ile namaz kelimesinden oluşan bir tamlama ve “namazı satma” anlamına gelmekte. Bu kelime pek bilinmez çünkü ancak çok özel mahfillerde dile getirilir.

Peki namaz satmak ne demek? Kimler namazını satar? Kime satar? Nasıl satar? Bu yazıyı bu sorulara cevap verebilmek için yazdığım için yazının sonunda cevabı vermiş olacağımı ümit ediyorum.

Mescid-i Aksa Hz. Peygamber’in miracı esnasında ne durumdaydı?

Geçenlerde bir yerde gördükten veya dinledikten sonra aklıma takıldı. Mescid-i Aksa ve Kudüs, Hz. Peygamber döneminde Romalıların hakimiyeti altında idi ve Hristiyanlaşan Romalılar da mabedi yıkmış, yerini de çöplük ve mezbelelik haline getirmişti. Hatta Yahudilerin Kudüs’e girmesine bile izin vermiyorlardı. Bu durumda Hz. Peygamber Mescid-i Aksa ile ilgili bilgileri neye göre vermişti?

İlk olarak Hz. Peygamber’in Kudüs ile ilgili verdiği bilgilere baktım. Kuran-ı Kerim’de Hz. Peygamber’in Kudüs’te gördüklerine dair veya Kudüs’e dair bir bilgi verilmez. İsra suresinin ilk ayetinde sadece Mescid-i Aksâ zikredilir. Bir gece, kendisine bazı âyetlerimizi gösterelim diye kulunu Mescid-i Harâm’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah eksikliklerden münezzehtir.

Cennete gideceği söylenen on hayvan

ültürümüzde ve edebiyatımızda hayvanların önemli bir ağırlığı vardır. Tarih boyunca tüm milletlerde ve dinlerde hayvanlara dair hikayelerin ve inançların etkisi büyüktür. Birçok milletin kökenini gücüyle ve güzelliğiyle öne çıkan hayvanlara dayandırdığını da biliyoruz. Kuran-ı Kerim’de de hayvanlar birçok bakımdan zikredilir.

Öncelikle beş surenin adı bir hayvandan alınmıştır. Bakara dişi buzağı ve inek, Nahl bal arısı, Neml karınca, Ankebut örümcek ve Fil adını bir hayvandan alan surelerdir. Bu beş isme sığır, koyun gibi sütü ve eti için beslenen hayvanların genel ismi olan En’âm da ilave edilebilir. Bunun yanında köpek balığı anlamına gelen Kureyş de vardır. Ancak adını köpek balığından değil, Peygamber’imizin de mensubu bulunduğu kavimden alır. Dolayısıyla Kuran’da adında hayvan geçen altısı doğrudan biri dolaylı yoldan yedi sure olduğunu söyleyebiliriz.

Hüseynik’ten çıktım şeher yoluna
Bir türkü bir biyografi

Elazığ türkülerini severek ve dikkatle dinlerim. Farklı bir sesi ve dinlerken beni içine çeken sözlerinin sözlerinin de bir ağırlığı var. “Akif Bey’iin Ağıdı” olarak da bilinen,

Hüseynik’ten çıktım şeher yoluna
Can ağrısı tesir etti koluma

Yaradanım merhamet et kuluna

Yazık oldu yazık şu genç ömrüme
Bilmem şu feleğin bana cevri ne

Bendiyle başlayan Harput türküsü de böyle türkülerden. Türküyü ilk dinlediğimde Akif Bey’e üzülmüştüm. Kim bilir başından neler geçti, diye de düşünmüştüm. Çünkü bu türkü gibi ağıtların ortaya çıkmasında mutlaka acıklı bir hikaye vardır.

Bayram gelmiş neyime

Ben bizim türkülerimi roman ve hikâye gibi görürüm. Her türkü bir insanlık halini anlatır bize, insan olduğumuzu hatırlatır. Türküleri severek ve anlayarak dinleyenlerin, dinlerken türkünün içinde kaybolanların kötülük yapamamasının nedeni de budur. Türküleri iyi insanlar dinler ve iyi türküler bizi insanlaştırır.

Malum, yine bir bayrama eriştik hamdolsun. Aileler bir araya gelecek, uzun zamandan beri birbirini görmeyenler kavuşacak, sevinilecek. Küsler barışacak, yetimler sevindirilecek, fukara mutlu edilecek, hastalar ziyaret edilecek kısaca hep birlikte hayatın her anımızı meşgul eden karmaşasından kısa bir süreliğine ayrılacağız, kendimize döneceğiz. Tabi bayram herkese aynı şekilde gelmiyor ve hemen mutluluk vermiyor. İçimizde bu bayrama ilk defa yalnız girecek olanlar, sevdiğinden uzakta olanlar, kimse tarafından hatırlanmayanlar, kapısı açılmayanlar, muradı hasıl olmayanlar da var. Bayram onlara da geliyor ama diğerlerinden farklı bir şekilde geliyor. Bayram birilerinin mutluluğunu ve saadetini artırırken gariplerin ve kimsesizlerin, hastaların, dertlilerin, sevdiğinden uzakta olanların hüznünü ve derdini artırıyor.

Yılın en uzun geceleri

Senenin son günlerindeyiz. Bu son günlerin bir özelliği de yılın en kısa günleri olması. Bir diğer deyişle gecelerin en uzun olduğu vakitler. Şairler de bu uzun geceleri şiirlerinde kullanmışlar. Hatta biri var ki her sene bu vakitlerde paylaşıldığı için bilmeyenimiz yoktur.

Ben size “en uzun gece”yi anlatan güzel bir Çorum türküsünden bahsedeceğim. Sözler güzel, okuyan iyi, dinleyen de dertli olursa dünyanın en güzel türküsü gelebilir.

Bu türkü bir kavuşamama hikayesi. Sevip de kavuşamayanların hissiyatına tercüman olmuş kim olduğunu bilmediğimiz şairi. Kavuşamama sevdiğinden yüz bulamadığı için aşığa daha zor geliyor. Türkü bu durumu bize anlatıyor.

Halk dindarlığı okumuşların dindarlığından farklı mı?

Son yüzyılda, özellikle 1970’lerin ikinci yarısından sonra dedelerimizin nenelerimizin dini hayatı ve inançları sorgulandı. Zaman zaman kimi uygulamaların dinde yeri olmadığı söylendi, hatta daha da ileri gidip gizli şirk ile suçlayanlar bile oldu. Kırsaldan kente göç ve şehirlerde mahalle hayatının kaybolması ile birlikte değişen sosyolojik yapının da etkisiyle halk dindarlığı eski hüviyetinden hızla uzaklaşıp bugün neredeyse hayatımızdan çıkacak hâle geldi.

Halk dindarlığı gerçekten kitabî dinden farklı mıydı? Yoksa İsmail Kara Hocamızın işaret ettiği gibi aralarında sadece seviye farkı mı vardı? Ben ecdadımızın asırlar boyunca tevhidi ve Hz. Peygamber sevgisini imbikten süzülmüşçesine en saf haliyle yaşadıklarını, halkın dini tecrübesini bir halı gibi ilmik ilmik dokuduklarını düşünenlerdenim.

Dede Korkut’un Homeros’tan farkı nedir?

Homeros'un Iliada ve Odysseia isimli eserleri ile Dede Korkut hikayeleri arasındaki benzerliğe dair yapılmış birçok çalışma var. Benzerlikleri ve farklılıkları öne çıkaran çalışmalardan yola çıkarak birtakım görüşler ileri sürülür. En çok karşılaştırılan hikâye ise Truva savaşından evine dönen Odysseus'un başından geçenler ile Basat'ın Tepegöz'ü Öldürdüğü Destan arasındadır.

Odysseus'un Penelopeia'ya kavuşmak için verdiği mücadele ile Pay Püre Bey oğlu Bamsı Beyrek'in Banu Çiçek'e kavuşmak için verdiği mücadelede birçok benzer nokta bulunur. Ayrıca Salur Kazan'ın Evinin Yağmalanması ve Basat'ın Tepegöz'ü Öldürmesi hikayeleri arasında da benzerlik bulunur. Kazılık Koca oğlu Yiğenek ile Iliada arasında da ciddi benzerlikler olduğu hemen fark edilir. Araştırmacılar, bu benzerliklerin ve farklılıkların sebepleri üzerinde çeşitli görüşler ileri sürer.

Allah’ın nimeti çoktur amma çay gibisi yoktur

İnsanlar ikiye ayrılır: Çaycılar ve kahveciler. Bir de her ikisini içenler, birini diğerine tercih etmeyenler var. Onlar arabulucu, orta yolcu ve iddialı olmadıkları için konunun dışında bırakıyorum.

Çaycılar sanılanın aksine hiç de boş insanlar değillerdir. Kahve dünyaya Osmanlı topraklarından yayılmıştır ama çay Osmanlı topraklarında yayılmıştır. Bizim gibi çay içen ikinci bir millet yoktur. İngilizler gibi çay içmek beşi beklemediğimiz gibi Çinliler gibi fincanda ve her türlüsünü de içmeyiz. Bizimki standarttır, siyah çayı cam bardakta günün her saatinde içeriz. En zenginimiz de en fakirimiz de dindarımız da dinsizimiz de, sağcımız da solcumuz da, köylümüz de şehirlimiz de hâsılı hepimiz aynı şekilde içeriz. Kimimiz demli kimimiz açık içeriz ama yine aynı bardak ve aynı çayı içeriz. Formülü de bellidir;

Ramazan ve Bektaşi Fıkraları

Ramazan ayı gelince hep oruçtan, ibadetten bahsedilir. Ancak manevi iklim içinde ramazana has bir kültür ve sosyal hayat da ortaya çıkar. Ramazan’a has iftar ve sahur davetleri gibi insanların sosyalleştikleri ortamların yanı sıra mevsimine göre değişen sazlı sözlü eğlenceler de olur ve bunların hepsi bir şekilde Ramazan’la ilgilidir.

Teravihten sonra kurulan bu meclislerde dini ve ahlaki konuların yanı sıra hikayeler ve fıkralar da anlatılır. Çünkü insanın sadece öğrenmeye değil gülmeye de ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç da anlatılan fıkralarla sağlanır. Ramazan ve oruç olunca fıkralar da oruç, iftar, sahur ile ilgili komik denilecek olaylar anlatılır ve gülünür. Sahura kalkamayan, iftarını erken açan, oruç tutmakta zorlanan veya tutmayan, oruçlu iken yapılan ilginç davranışlar, olaylar hep fıkralara konu olur. Ancak fıkralar arasında Bektaşi fıkralarının yeri başkadır. Bektaşi babası, fıkralarda genellikle oruç tutmadığı için eleştirilen bir figürdür. Ancak Bektaşi babası, verdiği cevaplarla oruç tutup da ahlakını taşımayanların foyasını meydana çıkarır. Orucun nasıl tutulması gerektiğini öğretir adeta. Ne demek istediğimi birkaç fıkra ile açıklamaya çalışayım.

Benim sevdiceğimde din var, iman yok

Anadolu irfânı sıkça telaffuz edilen kavramlardandır. Bu sözü kullananlar, hemen peşinden Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli isimlerini de sıralar ve kendi meşreplerince anladıklarından yola çıkarak Anadolu irfanını açıklamaya çalışır. Açıklamalarına itiraz etmeyeceğim ama benim Anadolu irfanından anladığım onlardan biraz farklı. Ben Anadolu irfanı denilince, Anodolu’da Kuran ve sünnet zemininde gelişen tasavvufî hayatın Türkün töresi, örfü ve adetleri içinde erimesini ve sinmesini anlıyorum. Camide kılınan namazdan kız istemeye, komşuluktan alışverişe kadar hayatın her anına sirayet eden bu ruhun masallar, ninniler, hikayeler, bilmeceler, darb-ı meseller ve türkülerle nesiller boyunca aktarıldığını ve bu ruhla beslenenlerin Anadoolu irfanı ile yoğrulduğunu düşünüyorum.

Bu yoğrulmanın ne olduğunu daha önce fıkra, masal, bilmece gibi anonim halk edebiyatı ürünleri üzerinden göstermeye çalışmıştım. Bu sefer de bir türkü üzerinden göstermeye çalışayım.

Sülaymaniye’nin dibine bina dikmek

Birkaç günden beri sosyal medya bir tweet ile çalkalanıyor. Mimar Sinan’ın yaptırdığı Süleymaniye Camii’nin dibine İlim Yayma Vakfı’nın bina diktiği ve caminin önünü kapattığına dair fotoğraf ve yazılar, bu fotoğraf üzerinden İlim Yayma Vakfı’nı, hükümeti ve Müslümanları aşağılamalar, hakaretler, küçük görmeler ve burada zikredemeyeceğim bir sürü bühtanlar. Hatta hakaret ve laf çakma neredeyse yarışa döndü.

Birçoğunu tanıdığım adı sanı belli kişilerin de aynı iddiaları tekrar ederek bu milletin değerleri ile araları pek iyi olmayanların değirmenlerine su taşıdıklarını görünce de çok üzülüyorum. Süleymaniye’nin, Fatih’in etrafını derleyip toparlayan, depo veya imalathane olarak kullanılan eski medrese sofalarını, hücrelerini önce boşaltıp sonra restore eden ve yıkılmaktan kurtarırken bir teşekkürü esirgeyenler bugün ecdadın eserlerine saygı duyulmuyor diye yeri göğü inletiyor, söylemedik laf bırakmıyorlar.

Unutulan bir gelenek: Tardiye

Atalarımız, Müslüman olduktan sonra, özellikle Selçuklularla birlikte, ister başkentte ister taşrada yaşasın, ister okumuş olsun ister okumamış olsun, erkek-kadın, yaşlı-genç ayırımı yapmadan ortalama her Müslümanın bilmesi gerektiğini düşündüğü bilgileri derleyip yazdıkları muhtasar kitaplarla adeta bir hap haline getirip öğretirken cemaatle yapılan ibadetleri de belirli bir disiplin altında yapılmasını sağladı.

Uzun asırlar içinde teşekkül eden ibadet hayatına dair geleneklerimiz, içinde yaşadığımız çağın bazı inanç ve düşünce akımlarının da etkisiyle, özellikle son elli yıl içinde maalesef peyderpey unutulmaya ve terk edilmeye başlandı. Hatta bazı geleneklerimizi ve ibadet hayatımızdaki uygulamaları hocalarımız bile bilmez oldu.

Tardiye’yi de unuttuk

Tardiye de unuttuğumuz ibadet geleneklerden biri. Bir edebiyat terimi olarak tardiyeyi “mesnevi içinde farklı vezinde yazılan gazel” olarak tarif ediliyor. Müstakil bir nazım biçimi olarak ise beş mısradan oluşan ve kendine has vezin ve kafiye düzeni olan muhammeslere deniliyor. Arap şiirinde avcı şiirlerine de deniliyor ama bizde bu anlamıyla kullanılmamış. Unuttuğumuzu söylediğimiz gelenek derken dini musiki içinde bir form olarak yer alan tardiyeyi kast ediyoruz.

Dolma Kalem bir kalemden çok daha fazlasıdır

Dolma kaleminiz var mı, varsa devamlı kullanır mısınız? Hiç dolma kaleminiz olmadıysa az sonra söyleyeceklerim size biraz tuhaf gelebilir. Kullanıyor iseniz söylemek istediklerimi çok iyi anlayacağınıza eminim.

Her şeyde önce şunu söylemeliyim. Dolma kalem sahibi olmak ve kullanmak sıradan insanların işi değil. Sıradan derken meslek olarak sıradanlığı kastetmiyorum, insan olarak sıradan beğenileri ve hobileri olmayı kastediyorum. Dolma kalem kullanan özel insanlar, kendilerine ve düşüncelerine saygıları olduğu için, yazacaklarını, sevdiği birine vereceği hediyeyi ambalajlar gibi, dolma kalemle güzelce yazarak ifade etmeye çalışır.

Dolma kalem sahibi olmak hem imtiyaz hem sorumluluktur. İmtiyazı, diğer insanlardan üstünlük ve öncelik sahibi olmak olarak anlamayın, farklı ve özel olmak olarak düşünün. Sorumluluğu ise size dolma kalem yükler. O, sizden kendisine özenle bakmanızı, ilgi göstermenizi, yanınızdan ayırmamanızı ister. Kısaca bu sorumluluk anlatıldığı kadar kolay değildir.

Tarih derslerinde hangi kitapları tavsiye edilmeli?

Geçenlerde ehibbâdan biri durduk yerde bir soru sordu:

Bir lisede tarih öğretmeni olsan çocuklara hangi kitapları tavsiye edersin?

“Bu da nereden çıktı şimdi” der gibi bakınca peşinden ilave etti:

- Bizim çocuk lise 3. sınıfta okuyor. Tarih öğretmeni her dönemde iki olmak üzere şu dört kitabı tavsiye etmiş.

Dedi ve kitapların isimlerini söyledi. Çok şaşırdım çünkü tarih öğretmeninin tavsiye ettiği kitaplardan biri bir gönül ve kültür adamına aitti ve aralarında bildiğim tek kitap oydu. Diğer üç kitaptan ikisini ilk kez duydum, diğerini ise bugün üniversite tarih hocaları arasında bir anket yapılsa ve gençlere okutulacak üç kitap ismi sorulsa hiçbirinin ismini yazmayacağı, ismi söylenerek sorulduğunda ise “asla okutmayın” cevabını alacağınız bir tarihçiye ait idi.

Seyyid Osman'ın Tavla oyunu şerhi

Okurlarımız hatırlayacaktır. Bundan birkaç hafta önce 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başlarında yaşamış bir Eşrefî-Kâdirî şeyhi olan Adapazarî Seyyid Osman Efendi'nin Dîvân'ını tanıtan bir yazı yazmıştım.

Tasavvufî kavramların yer aldığı Dîvân'da, tavla oyununu anlattığı şiiri dikkatimi çekmişti. Eskilerin satranç ve damaya dair yorumlarını görmüştüm ama tavla oyununa dair herhangi bir yoruma tesadüf etmemiştim.

Tavla, her biri hane adı verilen, üzerine pulların dizildiği altı çizgiden oluşan karşılıklı iki bölme çizilmiş bir tahta kutu üzerinde iki kişi, otuz pul ve iki zarla oynanan bir oyun. İranlılardan Araplara ve diğer milletlere geçen tavla, Câhiliye devrinde kapalı mekanlarda kumar olarak oynandığı için Hz. Peygamber bu oyunu yasaklamıştı.

Yüzyıl öncesinin yangın söndürücüleri

Ateş dünyayı var ettiğine inanılan dört elementten biri. İnsanlar her şey gibi ateşi de doğadan öğrendiler. Bizim itikat dilimizle söyleyecek olursak Allah, Adem’e ve oğullarına dünyada nasıl yaşayacaklarını doğa, bitki ve hayvanlar yoluyla öğretti.

İnsanlar ateşi de doğadan öğrendi. İlk ateşin yanan ormanlar, fışkıran yanardağlardan öğrenildiği var sayılıyor. Demek ki orman yangınları insanlık kadar hatta ondan da eski. Hz. Adem’den beri de ateşten hem kaçıyor hem onsuz yaşayamıyoruz. Hz. Adem’den bu yana değişmeyen tek şey ateş karşısındaki acizliğimiz.

Nasıl korunuyorduk?

Ateş, Osmanlı şehirlerinin en büyük düşmanı olmuş tarih boyunca. Birbirine yaslanan ahşap evlerden birinde patates kızartılırken çıkan bir kıvılcım koca İstanbul’u yakardı. Sadece İstanbul mu, Edirne ve Bursa da aynı kaderi paylaşır. Osmanlı arşivinde Edirne dönemine ait evrakın çok az olmasının nedenlerinden birinin Edirne’de çıkan yangınlar olduğu söylenir.

Her yerin kendine mahsus bir âdâbı olduğu gibi mihrâbın ve caminin de bir âdâbı var.

Son iki yazıda mihrâbın ne anlama geldiğini anlatmaya çalışmıştık. Mihrapların özel mekanlar olduğunu ve imam efendilerin de Hz. Peygamber’den tevarüs ettikleri bu özel mekânın mehâbetine riâyet etmeleri gerektiğinden bahsetmiştik.

Ne yazık ki imamlarımız arasında sayıları çok az da olsa mihrâbın mehâbetinin farkında olmayanlar ve ihmâl edenler var. Kimi imam efendilerin, vekili oldukları kişinin ve bulundukları makamın farkında değillermiş gibi davranmaları bizi çok üzmekte.

Eski köye yeni âdet
Daha önce görmediğimiz yeni uygulamalara da şâhit oluyoruz zaman zaman. İki gün şahit olduğum birini anlatayım. Bir yakınımızın cenaze namazını kılmak için camiye gittik. Vakit ikindi idi. Ezan okundu, camiye girdik. Önce sünnet kılındı, sonra farz. Müezzin, olmayan bir köy camisiydi. Hoca efendi hem imamlık hem müezzinlik yaptı. Namazdan sonra tesbihâtı yaptırdı ve camiden çıkmamız da doğal olarak gecikti.

Küfretmenin bir bedeli olmalı

Günümüzde, özellikle sosyal medyada birilerinin işaret etmesiyle tanıdık tanımadık kimselere hakâret ve küfür etmek neredeyse vak'a-yı âdiyeden oldu. İşlerin bu noktaya gelmesinde kimi siyasetçi esnafının ve gazetecilerin hakâreti alışkanlık haline getirmesinin de payı var.

"Acaba Osmanlılarda küfredenlere ne ceza veriliyordu?" diye merak ettim ve bu konuda bir numaralı başvuru kaynağım İstanbul Kadı Sicilleri'ne müracaat ettim. İSAM'ın katkılarıyla 60 cilt olarak yayımlanan defterler dijital ortama aktarılmış ve bir de arama motoru eklenmiş. Merak ettiğiniz herhangi bir şeyi kolayca buluyorsunuz. Bundan 20 sene önce bulmak için bir yıl uğraştığınız belgeleri birkaç saniyede buluyor, birkaç saat içinde de okuyorsunuz. Araştırmacılar için büyük kolaylık. Bu hizmeti sunanları minnet ve şükranla anıyorum.

Biz tekrar konumuza dönelim.

Taksim meydanının süsü: Taksim camii

93 Harbi'nden sonra Ruslar Taksim'e bir kilise yapmak isteyince II. Abdülhamid de bir cami yapmaya karar verir. O tarihlerde gündeme giren Taksim'e cami inşâ edilmesi hikâyesi nihâyet gerçekleşti. 1878'te inşâsına karar verilen cami ancak 143 yıl sonra 2021 yılında yapılabilen caminin yapılmasında emeği geçenlerden, ilk düşünenden, yapanlardan, yaptıranlardan, vesile olanlardan, gayret edenlerden, en ufak katkısı bulunanlardan Allah râzı olsun. Göçenlere rahmet eylesin, kalanlara selâmet versin.

İşin tarihi ve siyasi tarafı bir tarafta dursun, meseleye bir başka zaviyeden bakmaya çalışacağım. Tabi, o konular da önemli ama benim için daha önemli olan yapılan işin güzel olması ve hep yapıldığı yere hem de yapanlara yakışması.

Bizde son elli yılda inşâ edilen camilerin mimarisi için maalesef pek iç açıcı şeyler söylenilemez. Bir ma'bede yakışacak güzellikle camiler inşâ etmeyi beceremedik uzun süre. Evlerimiz gibi camileri de kötü inşa ettik. Son zamanlarda ise güzel evler inşâ edildiği gibi güzel camiler de inşâ edilmeye başlandı. Taksim Camii'ne bu açıdan baktığımızda ise gelecek nesillere miras bırakılacak âbidevî yapılardan biri olmaya namzet gibi.

Bayram namazını beklemeyi şenlendirmek

Son senelerde unuttuğumuz veya unutturulan birçok âdetimizi yeniden hatırlamaya ve mümkün olanları da tatbîk etmeye başlar olduk. Ama hâlâ bildiğimiz halde henüz hayata geçiremediğimiz âdetlerimiz var. Bunlardan biri de bayram salâsı.

Bayram namazlarını bir şölene dönüştüren, ibâdet ile estetiği, inanç ile sevgiyi bir arada sunmayı vazife addeden ve ibâdetleri bile hayatı güzelleştirmek için fırsat bilen ecdâdımızın çok değerli uygulamalarından biri olan bayram salâsı, insanın fıtratında olan güzele meylinin ve ilgisinin, bir düzen ve tertip içinde tanzîm edilmesinden başka bir şey değil.

Bayram namazı salâsı nedir?

Cami mûsikîsi formunda bestelediği eserlerle şöhret bulan büyük bestekârlarımızdan Hatîb Zâkirî Hasan Efendi'nin (ö. 1623) bestelediği üç salâ vardır. Hüseynî cenaze salâsı, dilkeş-hâverân sabah salâsı ve bayâtî bayram ve Cuma salâsı.

Din, masallarla da öğretibiliyormuş!

Öteden beri merak edip önce kendime sonra çevreme sorduğum ve cevabını aradığım bir soru vardı. Bu millet, dinini ve o dinin peygamberinin ahlâkını nasıl öğrendi ve özümsedi, hayatının içine soktu? "Anadolu irfanı" olarak tesmiye edilen bu irfan, nasıl teşekkül etti?

Anadolu irfanı denilince akla önce Yunus Emre, Hâce Bektâşî Velî, Hacı Bayram, Âhî Evren geliyor ama kastım bu değil. Bu büyük isimlerin de bir parçası olduğu aziz milletimizin temellük ettiği, kaynağı din olan ancak ilk bakışta dinî herhangi bir simge görünmeyen erdemli davranışları kastediyorum.

Sorduğum soru, beni önce kıraat meclislerine götürdü. Bu meclislerde okunan kitapların şüphesiz katkısı vardı ama sorumun cevabı hâlâ eksikti.

Kadir gecesinde tertip edilen bir Mukabele-i Şerif

Ruşen Eşref Ünaydın'ın, Mütâreke yıllarında kaleme aldığı ve kendine "İstanbul seyyahı" ve "çeşmeler kâşifi" unvanlarını kazandıran yazılarından oluşan zevkle okuduğum bir kitabı var. Bu kitapta, İstanbul'da zamanla teşekkül eden ve hayatı zenginleştirilen örf ve âdetleri ve mimarî eserleri anlatır. Morallerin dibe vurduğu bir dönemde yazılan makaleler, halka ümit ve moral vermenin yanı sıra ne kadar büyük bir millet olduğumuzu hatırlatır ve makus talihin değişeceğine ve güzel günlerin geleceğine dair inançları tazeler.

Ruşen Eşref'in, kitabında anlattığı şeylerden biri de "Kadir gecesinde Mevleviler" başlığı altında, 100 yıl öncesinin İstanbul'unun bir köşesinde, Yenikapı Mevlevihânesi'nde ihyâ edilen Kadir gecesidir. Ruşen Eşref'in, belîğ ve selîs ifadeleriyle olan metnini okuyunca bana hak vereceksiniz.

Ramazan, sıradan bir ay değildir

Çok şükür, "Allah'ım bizi Ramazan'a kavuştur" diye ettiğimiz dualar kabul edildi ve her ne kadar coşku ile kutlayamayacaksak da Ramazan'a eriştik. Üftâde Hazretlerinin ifâdesiyle;

Âşıklara eydin salâ, oruç ayı geldi yine

Çekiç ile Örs Arasında Mehmet Akif Ersoy

Malûmunuz, içinde bulunduğumuz sene, yani 2021 yılı, Cumhurbaşkanımızın, İstiklâl Marşı'nın kabulünün 100. yılı olması münasebeti yayımladığı bir genelgeyle "Mehmet Âkif ve İstiklâl Marşı Yılı" olarak kutlanıyor.

Bu yıl vesilesi ile Mehmet Âkif'i anlatan çok sayıda yeni kitap ile tanıştık, tanışmaya devam ediyoruz. Bunlar arasında özellikle birini diğerlerinden çok farklı buldum: Ahmet Güner Sayar hocamızın telif ettiği Çekiç ile Örs Arasında Mehmet Âkif Ersoy isimli kitap.

Ahmet Güner Sayar'ın kitaplarının iki önemli özelliği olduğunu düşünürüm. İlki, ciddi bir ilim adamı titizliği ve dikkatinin hemen göze çarpması. Diğeri de ilmî kitaplarda görmeye pek alışık olmadığımız, hikâye veya roman gibi metni okunabilir kılan akıcı ve güzel Türkçe.

Geçmişten günümüze, en çok konulan kız isimleri

Ülkemizde her sene sonunda çeşitli istatistikler yayınlanır. Bunlardan biri de o sene doğan çocuklara verilen isimler hakkındadır. Beşer senelik dönemlerde değişen isimler olmakla birlikte hiç değişmeyen isimler de yer alır.

Nüfus ve Vatandaşlık Genel Müdürlüğü tarafından yapılan açıklamada 2020 yılında, en çok verilen erkek ismi Yusuf, kız ismi ise Zeynep imiş. Elif ve Defne ise Zeynep'ten sonra isimler. Sıralama, Asel, Azra, Eylül, Nehir, Eslem ve Asya şeklinde devam ediyor.

Son yıllardaki durum bu. Peki önceki yıllarda nasıldı?

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, yani 1923-1930 arasında doğan kız çocuklarına en çok verilen isimler, Fatma, Ayşe, Emine, Hatice ve Zeynep. Bu beş isim, 1990'lı yıllara kadar sıralaması değişmekle birlikte konulmaya devam etmiş.

Neşet Ertaş bir ozandır ve şiir yazar, okur

Böyle bir soru olur mu, dediğinizi duyar gibiyim. Sorunun biraz anlamsız olduğunun ben de farkındayım. Ancak sosyal medyada süregelen bir tartışmadan haberdar olunca bir şeyler yazmak istedim ve dikkatinizi çekmek için de yazıya böyle bir soru ile başladım.

Şair kimdir?

Şair, kısaca "şiir söyleyen kişi", biraz daha genişçe ise "Yaratılışında güzellikleri görme, sırlı mânâlara erme ve geniş hayal kurma yeteneği olan kimse" şeklinde tarif edilir. Bizde şairlik ölçüsü, kime ait olduğunu bilmediğimiz şu mısrada da ifade edildiği gibi;

Bilirler şâirin bir mısra-ı bercesteden kadrin

Kayseri, Kays’tan gelmesin!

Bir dağ eteğindeki köyde veya kasabada doğup büyüyen veya yaşayan herkesin okuması gerektiğini düşündüğüm, Muhit Kitap tarafından yayımlanan Benim Dağlarım'da Dursun Çiçek, başta Erciyes olmak üzere İç Anadolu bölgesini çevreleyen dağları, çiçekleri, yaylaları, insanları, efsaneleri, türbeleri ve özellikleriyle anlatır. Dağa tırmanmayı, orada gecelemeyi ve yürümeyi seven Dursun Çiçek, yolculuğunu hatıralarıyla, türkülerle ve efsanelerle süsleyerek bizimle paylaşıyor.

Dursun Çiçek'in kitabında sadece dağlar anlatılmıyor, dağlarla birlikte dağ gibi olanlar, dağlananlar da anlatılıyor. Dağ ile insan olmak arasında kurulan benzerliği bize apaçık şekilde gösteriyor.

Dursun Çiçek'in bir solukta okunan kitabının, Ali Dağı'nı anlattığı bölümde Evliya Çelebi'nin Cahiliye döneminin şairlerinden İmrü'l-Kays'ın mezarının burada olduğunu söyler ve ilâve eder:

Kıble, Kıbele'den (Kybele) gelmez...

Bir arkadaşımın paylaşması ile haberdar olduğum, internette biraz dolaşınca epeyce yaygın olduğunu gördüğüm ve daha önce başka örneklerine de tesadüf ettiğim, hiçbir şekilde anlam veremediğim ve açıklayamadığım bir hususu sizinle paylaşmak istiyorum.

Arkadaşımın paylaştığı bilgi şu:

"Hazret-i Peygamber'den ve İslâmiyet'ten çok önce, Anadolu'nun büyük tanrıçası Kybele, Mekke'ye götürülerek tapınmak üzere Kâbe'ye konulmuştu. Namazdaki "kıble" sözü Anadolu tanrıçası Kybele'nin adıdır." (Halirkarnas Balıkçısı, Anadolu Efsaneleri)

Bu bilginin altında da hesap sahibi gazeteci-yazar şu cümleyi eklemiş: "Bilgi, güçtür. Cehâlet, en kötüsüdür."

Yahya Kemal’e göre dört büyük eser

Modern Türk şiirinin üzerine inşâ edildiği temel direklerden biri Yahya Kemal'dir. Konuşma dilinin edâsını ve sedâsını şiire aktarabilen, Anadolu'da gelişen ve olgunlaşan Osmanlı Türkünün ma'şerî vicdânının sesi olmayı başaran ve kendine has imgelerle diğer şairler arasında kendine müstesna bir yer edinen büyük bir şairdir.

Tarihi olayları ve İstanbul'u, şiirin kalıpları arasına sığdırarak anlatmayı başarabilen bu büyük şairin şiirlerinden birini, en azından bir beytini bilmeyenimiz pek azdır. Şiirlerinden başka, şiir tadında, okunmaya doyulmayan, Türkçenin ne kadar güzel bir dil olduğunu gösteren mensur eserleri de var. Onlardan biri de Edebiyat'a Dair isimli eseridir.

Yahya Kemal'in, Türk edebiyatının muhtelif devirlerine, vezin ve kafiyeye, memleket edebiyatına, tiyatroya, tenkide dair görüşlerini zengin bir dil ve renkli tasvir ile anlattığı bu okunmaya doyulmayan eserin yetmiş sekizinci sayfasında, Türk edebiyatının ve zevkinin dört safhasını gösteren dört büyük eser olduğunu söyler.

Türkün Duyuşu, Türkün Deyişi

Yukarıdaki başlık, bundan 27 yıl önce, bir 30 Aralık günü sonsuzluk yurduna giden kervana katılan Ali İhsan Yurt Hoca'ya ait. Hoca'nın, yazmaya ömrünün vefâ etmediği kitabına koymayı düşündüğü isim imiş "Türkün Duyuşu, Türkün Deyişi".

Hikâyesini talebe-i hassı Prof. Dr. Mustafa Kaçalin'den dinlemiştim. Ali İhsan Yurt Hoca, Türk kültürüne ve diline düşkün idi. Türkçenin müşterek sözlü hazinelerini derleme niyetiyle rahmetli Amil Çelebioğlu Hoca'ya Türk Ninnileri Hazinesi, yine Amil Çelebioğlu ve Yusuf Ziya Öksüz'e Türk Bilmeceleri Hazinesi, hazırlatıp yayımlatmıştı. Ayrıca, Amil Çelebioğlu Hoca'ya Türk Manileri Hazinesi ile Türk Ağıtları isimli bir çalışma daha yaptırmayı düşünmüş ama tamamlamaya iki hocamızın da nefesi yetmemişti. Ali İhsan Yurt Hoca, Kaçalin Hoca'ya seriyi beş eserle tamamlayacağını söyler. Kaçalin Hoca "Beşincisi nedir?" diye sorunca Ali İhsan Yurt şöyle cevap verir:

- İlk dört eserin hulâsası mahiyetinde bir eser olacak. Adı da Türkün Duyuşu Türkün Deyişi.

Hoş geldin Alman Aleviliği, hoşça kal Kızılbaş sûfîliği

Geçtiğimiz günlerde, gazetelerde Almanya'nın Kuzey Ren-Vestfalya Eyaleti hükümetinin, 10 Aralık'tan itibaren Aleviliği bir din olarak tanımaya başladığına, karşılıklı hak ve yükümlülükler belirlendiği "staatsvetrag" denilen bir devlet antlaşması yapıldığına dair haberler çıktı. İslâm din olarak kabul edilmeyip camilerin dernek konumunda görüldüğü Almanya'da cemevleri bu antlaşmaya göre ibadethane kabul edilecek.

Ülkemizde de cemevleri üzerinden başlayan tartışmalarda, Alevileri farklı inanca mensup kabul edip İslâm dairesinden çıkarmak isteyenlerin sesini işitiyorduk. Avrupa'dan gelen bu haberlerden sonra, böyle düşünenlerin şimdilik cılız ve ürkek sesle dile getirilen taleplerini çok uzun olmayan bir gelecekte, daha sık ve daha yüksek sesle işiteceğimizi görmek için kâhin olmaya gerek yok.

Şeb-i Arûs: Vuslat günü

Hz. Mevlânâ (ö. 1273), bundan tam 747 sene önce sevdiğine kavuşmak için bekâ yurduna göç etti. Göçtüğü güne de "şeb-i arûs", yani "düğün günü" denilmesini istedi. Bir sûfi için ölüm, korkulup kaçılacak bir şey değil aksine istenilecek ve sevinilecek bir şeydir.

İlk dönem sûfilerinden Dâvud-ı Tâî (ö. 781), birine iyi dilekte bulunacağı zaman, "Ölümün bayramın olsun" ifadesini kullanırmış ve ölümü, zindandan kurtuluş günü olarak görürmüş. Erken dönem sûfilerinden Ebû Bekir et-Tamestânî (ö. 951) ise "Ölüm, âhiretin kapısıdır ve oradan girmeden vuslat gerçekleşmez" diyerek ölümü, vuslat olarak tarif eder.

Aralık ayında ne yemeli?

Havaların soğuması ile salgın hızlandı. Vaka sayısı o kadar arttı ki hastanelerde boş yer kalmadı neredeyse. Ve hükümet önlemler almaya başladı. Böyle giderse alınacak önlemler artarak devam edecek. Bu da yakında evlere daha çok kapanacağız anlamına geliyor.

Benim bu yazıyı yazmamın ise iki sebebi var.

Eve kapanıldığında, evlerde her sabah kahvaltı sofralarında konuşulacak konulardan biri, o gün ne pişirileceğidir. Özellikle ev hanımlarının her gün bıkmadan ve usanmadan sordukları soru şudur: Bugün ne pişireceğim? Bu yazıyı yazmamın ilk sebebi, bu soruya cevap vermek.

İkinci nedeni ise sağlıklı beslenerek salgına karşı direncimizi artırmak. Üçüncü bir neden daha var. O da rahmetli annemin, küçükken söylediği söz. Ben çarşıda pazarda o mevsimde olmayan bir şey yemek istediğimde, “Her şey mevsiminde güzel. Eğer öyle olmasaydı, Allah, onu her mevsimde yaratırdı.” Biz yine annelerimizin sözünü dinleyelim ve sağlıklı beslenmek isteyen herkes gibi her şeyi mevsiminde yiyelim.

Karabağ: Mûsîkî ve mûsîkîşinâs memleketi

Bugünlerde Karabağ ile ilgili haberleri sık duyar olduk. Bu kadîm Türk yurdunun Ermeni işgalinden kısmen de olsa kurtarılmasının sevincini yaşıyoruz. İnşallah tamamının işgalden kurtarıldığı günleri de görürüz.

Karabağ sadece coğrafi bir bölge değil. Azerbaycan müziği ve şiiri için oldukça önemli bir merkez aynı zamanda. O kadar önemli ki Azerbaycan mûsîkîsinden bahseden kitaplarda Karabağ bölgesinde yetişen şairler, âşıklar, bestekârlar ve müzik adamları önemli bir yer tutar.

Biliyorsunuz, Karabağ, bölgenin adı. Bölgedeki en önemli mûsîkî merkezi, birkaç gün önce işgalden kurtarılan Suşa vilâyeti. Âşıklar mektebi sayılabilecek meclislerin ilkinin Suşa’da kurulması, oradaki müzik dünyasının canlılığının delili.

Mevlid-i Kaside-i Bürde'den okumak

Malum, Mevlid Haftası’ndayız ve Hz. Peygamber’in dünyayı teşriflerinin 1449. sene-i devriyesini idrak ettik, ediyoruz. Herkes gibi ben de bu hafta gelince, bir şey yapma gayretine düşerim. Yıllardan beri iki şey yaparım. İlki mutlaka usûl ve makam bilir güzel sesli bir hanendeden mevlid dinlerim. Bazen aynı bahri önce Bahriyeli Aziz, Bekir Sıtkı Sezgin ve Kâni Karaca gibi bir üstattan daha sonra günümüz hanendelerinden birinden dinlerim. Böyle hoş sadâlı hâfızlarımız olduğundan da Allah’a şükrederim.

Bu hafta içinde yaptığım ikinci şey, mevlidi farklı metinlerden okumak. Bu sene nasibime, Dr. Bünyamin Ayçiçeği’nin hazırladığı, Necip Efendi’nin Kaside-i Bürde şerhi, Muhtasar Tevessül düştü ve kitaptan mevlid ile ilgili kısmı okumak oldu.

İpe un sermek belki o kadar da kötü değildir

Nasredin Hoca, büyük bilgelerimizden biridir. Birçok mutasavvıfın şiirle ifade etmeye çalıştığı, birçoğunun kitap yazarak sayfalarca anlattığı hakikatleri, o fıkralarının sonunda bir cümle ile adeta özetler. Merâmımı bir misâl ile ifadeye gayret edeyim.

Onun çok bilinen fıkralarından biri, dilimize deyim olarak da geçen, “İpe un sermek”tir. Meseleye girmeden önce fıkrayı hatırlatayım.

Bir gün, bir komşusu, Hoca’dan ip istemiş. Hoca, eve girip çıktıktan sonra komşusuna ipe un serildiğini söylemiş. Komşusu:
-Hoca, hiç ipe un serilir mi?
diye sorunca Hoca cevabı yapıştırmış:
- Vermeye gönül olmayınca serilir.

Cemaatler denetlenmeli mi?

Cemaat ve tarikatların denetlenmesi, ülkemizin üzerinde tartışılan konulardan biri haline geldi. Özellikle 15 Temmuz'u yaşadıktan sonra iyice hassaslaştık. Tarikat veya cemaatlerle ilgili ne devlet, ne de toplum, sonsuz bir güven duyabiliyor artık. Herkes bu konuda bazı şeyler yapılması gerektiğini söylüyor ancak henüz üzerinde hemfikir olunan bir karara varılamadı. 28 Şubat ile 15 Temmuz arasında sıkıştık kaldık ve bu sıkışmışlık işimizi daha da zorlaştırıyor.

Bugünlere nasıl geldik?

Yeni kurulan Cumhuriyet, sorunu, tekke ve zaviyeleri kapatmakla çözeceğini düşündü. Yaşadığımız tecrübe bu kararın da sorunu çözmediğini, bize tarikatların yasa ile kapatılamayacağını gösterdi.

Cemaatleri nasıl denetleyelim?

Son günlerde okurken insan olmaktan utandığımız haberlerden sonra neler yapılması gerektiği tartışılmaya başlandı. İleri sürülen tekliflerden biri de meclis-i meşayih benzeri bir kurumun ihdas edilmesi idi. Kanuni olup olmadığı tartışmasına girmeyeceğim, onu hukukçular tartışsın. Ben 19. Asırda bu konuda alınan önlemleri hatırlatmaya çalışacağım.

Devlet ile tarikatlar arasındaki ilişki çok köklü ve derin bir sorundur. Bu konuda yapılmış birçok akademik çalışmanın olması bile meselenin ciddiyetini ifade etmek için tek başına yeter. Özellikle Anadolu’ya geldiğimizden itibaren devletin zayıfladığı anlarda ortaya çıkan siyasi figürlerin iktidarı ele geçirmek için tarikatları birer güç olarak görüp desteklerini almak istemeleriyle güçlenen yapılar zamanla devleti tehdit eder duruma gelmişler, yönetime talip olmuşlardır.

Selçukluların yaşadıkları acı tecrübeler, Osmanlıların döneminde de devlet aklından hiçbir zaman çıkmamış, kendisini sürekli önlem almak zorunda hissetmişlerdir.

Söyle ey bâd-ı sabâ söyle Huseynim nerede

Başlıktaki mısra Kemal Edip Kürkçüoğlu’nun [ö. 1977] 1964 yılı muharreminde kaleme aldığı meşhur mersiyesine ait.

Kürkçüoğlu bizim için çok önemli bir isim. Ömrünü yitik mirasımıza ulaşmamız için feda eden kahramanlardan biri o. Türkçeyi devrinde onun kadar arı duru kullanan bir başkası var mıdır bilmem. Konuyu dağıtmamak için nesrinin akıcılığı ve duruluğu konusunu bir başka yazıya bırakıyorum.

Şikâyet etmem asla, çünkü memnûnum bu hâlimden.

Cihânın şüphe yok bi-sûd olur hurşid-i rahşânı

Diyerek yaptıklarının konuşulmasını ve bilinmeyi, tanınmayı istemeyen şair melâmî meşreptir. O yüzden ber-hayat iken şiir kitabı yayınlamamış.

Ziyafet vermek için sekiz neden

Geçenlerde bir yerlerde gördüm. Bir kadın hamile kaldığını öğrenince dostlarıyla kutlamak için ziyafet veya daha güncel bir söyleyişle parti veriyormuş. Çocuğun cinsiyeti belli olunca da ikinci parti. Doğduktan sonrakileri biliyorduk ama bunları ilk defa öğrendim.

Bu parti verme nedeni gençler arasında da farklılaşmaya başlamış. Tanışılan gün partisi, evlenme teklif etme partisi, söz kesildiği gün partisi, nişanlanılan gün partisi ve daha birçok özel günün yıldönümünde parti verildiğini okuyunca aklıma rahmetli annem geldi. Mesela ben evlilik teklif etme günü partisi vermek istiyorum anne, desem bana önce oğlum sünnette, örfümüzde yeri var mı diye sorar, peşinden baban yapmış mı, diye ilave ederdi.

Eyyam-ı bahurdan başka Berdü’l-acûz de var!

Murat Bardakçı üstadım eyyam-ı bahur günlerini açıklayan çok güzel bir yazı yazdı. Yazıyı kaleme almasına ise eyyam-ı bahur günleri başladı, haberi üzerine birilerinin;

Kemâl-i cehl ile da’vâ-yı irfan eylemek olmaz

Sözü hilafına akıl ve mantık ile izah edilemeyecek şeyler söylemesi olmuş.

Yazıyı okuyunca bir taraftan gülerken bir taraftan da üzüldüm. 50 yaşına geldiği halde eyyam-ı bahuru duymamış olmak bir noktada hoş görülebilir.

Ayasofya’da Bayram Namazı

Başlığı görünce aklınıza hemen Yahya Kemal’in;

Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye`de

Dizeleriyle başlayan Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiiri geldi değil mi! Hayır, size bahsedeceğim yazı bir şiir değil. İkincisi de yazarı Ruşen Eşref Ünaydın.

İyi bir gözlemci ve kelimelerle resim çizecek kadar usta bir tasvirci olan Ruşen Eşref’in pek bilinmeyen veya diğer eserlerinin gölgesinde kalmış bir kitabı var: Ayrılıklar (İstanbul: 1923). Kitapta yazar muhtelif dergi ve gazetelerde yayınlanmış İstanbul’a ve İstanbul insanının yaşayışına, geleneklerine vb. dair anılarına, bilgilere yer vermiş.

Sizin tarihiniz, kültürünüz ve kökünüz nedir?

Malumunuz, Ayasofya 10 Temmuz 2014 tarihi yayınlanan karar ile resmen müzeden camiye çevrildi. İki hafta içinde hazırlanarak 24 Temmuz Cuma günü kılınan Cuma namazı ile de fiilen de cami olmuş oldu.

Dünyada ve ülkemizde doğal olarak lehte ve aleyhte farklı şiddetlerde tepkiler oldu. Benzer şekilde ülkemizde de tepki gösterenler ve eleştirenler oldu. “Ülkenin onca derdi varken sırası mıydı şimdi?”, “Durduk yerde Batı ile niye kötü oluyoruz?”, “Günde şu kadar turist geziyordu, yılda şu kadar para geliyordu, milyonlarca gelirden olduk”, “İnsanlığın ortak malı, evrensel miras”, diye eleştirenler oldu.

Namaz günü ise “Niye şunu çağırmadınız?”, “Salgın var, böyle kalabalık toplanılır mı?”, “Bu ne biçim hutbe!” “Kılış da nereden çıktı?”, “İçeri neden vatandaş almadınız?” diyerek eleştirenler oldu.

Ayasofya’da sadece namaz kılınmazdı

Şükürler olsun, Ayasofya Camii ibadete açıldı. Üç imam ile beş muezzin atandı ve artık orası bir cami, müze değil.

Peki Ayasofya müze olmadan önce orada sadece namaz mı kılınırdı? İmam ve müezzinler dışında görevlileri var mıydı?
Hayır, sadece namaz kılınmazdı ve imam ve müezzinler dışında görevliler de vardı. Bildiğim kadarı ile anlatayım.

Ayasofya vaizliği
Osmanlılarda cami vaizliği büyük bir makam idi ve özellikle selatin camileri vaizleri ulemanın önde gelenleri arasından seçilirlerdi.

Şeyhülislam Esad Efendi'nin musikiye dair bir gazelinin açıklaması

Musiki İslam medeniyetinde ve edebiyatında derin bir nehir gibidir. Âlimler arasında musikişinas çoktur. Kindî, Farabî, İbn Sina gibi ilk dönem İslam filozoflarının ise neredeyse hepsinin musiki ile ilgili risaleleri vardır.

İslami edebiyatı, İslam tarihi, felsefesi ve düşüncesini bilmeden anlamak mümkün değildir. Bu edebiyatın temel unsurları olarak Arap, Fars ve Türk edebiyatlarını en başta saymak gerekir. Musikinin edebiyata kaynaklık edişindeki seviyeyi göstermek için Şeyhülislam Esad Efendinin bir gazelinden bir beyti izah etmeye çalışalım.

Kendisi gibi abisi, babası ve kayınpederi de şeyhülislam olan Esad Efendi (1684-1752), Osmanlı ulemasının önde gelenlerinden. Fıkıh ve tefsirle ilgili eserleri var. Üç dili şiir söyleyecek kadar iyi bilir. O kadar ki Türkçeden Arapça ve Farsçaya bir sözlük hazırlamıştır. Ama onun diğer din bilginlerinden farklı bir yönü daha var: Besteleri de olan bir musiki adamı...

Güney Makedonya Camileri

Geçen yazımızda Teselya bölgesindeki camiler hakkında bilgi vermiştik. Bu sefer biraz daha yukarı çıkıp aralarında Selanik’in de bulunduğu Güney Makedonya bölgesinde gördüğüm camiler hakkında bilgi vereyim. Bilgi vermeden Heath Lowry’nin kitabını özellikle zikretmeliyim. Sadece camilerin değil diğer mimari eserlerin durumu hakkında bilgi veren bu eser her türlü övgüyü hak ediyor.

Güney Makedonya

Geçtiğimiz sene Avrupa gündemini meşgul eden konulardan biri de Makedonya meselesi idi. Yunanistan en başından beri kendi sınırları içinde Makedonya diye bir yer bulunduğu ve bölgenin Antik Yunan tarihinin ve kültürünün bir parçası olduğu ve Makedonların Yunan olduklarını gerekçesiyle karşı çıkmıştı.

Unutulan bir Muharrem adeti: Hadîkatü's-Suedâ okumak

Malum Muharrem ayına girdik, aynı zamanda yeni bir hicri yıla. Peygamber efendimizin gözünün nuru ve çok sevdiği torunu Hz. Hüseyin'in, Muaviye'nin oğlu Yezîd'in emriyle Basra valisi Ubeydullah b. Ziyâd tarafından 10 Muharrem 61'de (10 Ekim 680) Kerbelâ'da şehid edildi. Bu tarihten itibaren Müslümanlar, özellikle Şii dünyası bu olayı her yıl hatırlayarak acısını tazeledi. Türkler de Şiiler kadar abartılı olmasa da Muharrem gelince özellikle tekkelerde Hz. Hüseyin'in şehadetini anlatan ilahilerle Kerbala'yı anmayı adet haline getirdiler.

Bilmeceler, sadece bilmece mi?

Bilmeceler hayatımızdan yavaş yavaş çıkıyor. Yerini ise ilk duyduğumuzda bize komik gelen ama insana bir şey katmayan, o anı eğlenceli hale getiren tek katmanlı çözümü basit olduğu halde cevabı hemen akla gelmeyen "Dört tane fil taksiye nasıl biner?" gibi Amerikan bilmeceleri adı verilen bilmeceler alıyor. Bu bilmeceyi babalarımıza dedelerimize sorsak 'o ne biçim bilmece' der gibi yüzümüze bakarlardı. Çünkü onlar hiçbir filin taksiye sığamayacağını düşünür ve akıllarına cevap olarak mantıklı bir şey gelmezdi. Oysa cevabı fillerin sığıp sığmayacağı ile ilgili değil, çok basit: İkisi öne, ikisi arkaya biner.

Merkebi taşımamak için

Malum nedenlerden dolayı evdeyim. Bilim Kurulu üyesi hocalar başta olmak üzere uzman doktorların açıklamalarını pür dikkat dinliyorum ve uyarılarına uymaya çalışıyorum.

Her ne kadar;

Anladım ki beyhûde imiş fazlaca tedbîr eylemek,

Bir kulun kârı değildir, takdîri tebdîl eylemek.

Şehitler tepesi boş değil

"Bayrak", "Fetih Davulları", "Selimler", "Kubbeler", "Süleymaniye" gibi kendisinden daha çok bilinen şiirlerin de sahibi olan bayrak ve vatan şairi olarak bildiğimiz Arif Nihat Asya'nın;

Seccaden kumlardı...

Devirlerden, diyarlardan

Gelip göklerde buluşan

Ezanların vardı

dizeleriyle başlayan "Naat"ı duygu ve estetik bakımından son devirde yazılmış naatlerin en mükemmel örneklerinden biri.

Bir yer nasıl ibadethane veya mabet olur?

Mabet, ibadethane ve tapınak. Hepsi aynı anlama gelen biri Arapça, biri Arapça-Farsça ve biri de Türkçe üç kelime. Mabedin dilimizde biri sözlük biri de terim olmak üzere iki anlamı var. Sözlük anlamı ibadet edilen yer demek. Terim anlamı ise "Bir dine bağlı olanların belli zamanlarda toplu olarak veya tek başlarına ibadet etmeleri için yapılmış özel mekân" Bir de mecaz anlamı var: Büyük bir sevgi ve saygı ile bağlanılan yeri ifade için tamlamalarda tamlanan olarak kullanılıyor, meşhur ve büyük bir tiyatro salonu için tiyatronun mabedi, denilmesi gibi.

Bir kadem-i şerif öyküsü

Her ramazanda yaptığımız işlerden biri de Hz. Peygamber’e ait eşyaları ve izleri taşıyan nesneleri teberrüken ziyaret etmekti. Bu sene ziyaretten mahrum kaldığımız bu emanetlerden biri de kadem-i şerif, yani peygamberimizin mübarek ayaklarının izi.

Kadem ayak demek. Sonuna gelen şerif ise mübarek ve kutsal anlamında kullanılan bir sıfat. Kadem-i şerif ise mübarek ayak anlamına geliyor ve Hz. Peygamber’e ait ayak izlerinin olduğu taşları veya tuğla zeminleri ifade etmek için kullanılıyor.

“Nakş-ı kadem-i saâdet” de denilen kadem-i şeriflerin önemli bir kısmı İstanbul’da. 

Devamını okumak için tıklayınız.

Enderun usulü teravih namazı

Camileri ve toplu ibadetleri özlediğimiz bu ramazanda aklımıza hep eski günler geliyor. Aklımıza gelenlerden biri de Enderun usulü teravih namazı. Bu namazı ehli bilirdi ama geniş kitleler tarafından ilk defa bilinmesi İstanbul’un Kültür Başkenti ilan edildiği sene oldu. Özellikle Mehmet Kemiksiz ve Ahmet Şahin’in büyük gayretleriyle hem albümü yapıldı hem de İstanbul’un büyük camilerinde icra edildi. Böylece ülke çapında yaygınlaştı ve hepimiz öğrendik.

Yatsı namazından hemen sonra kılınan teravih namazı için Hz. Peygamber “kıyâmü şehri ramazân” yani ramazan ayının namazı veya “ihyâü leyâlî ramazân” yani ramazan gecelerinin ihyası buyurmuş. Teravih denilmesinin nedeni ise her dört rekat sonrasında dinlenmek için biraz ara verilmesi. Her bir dört rekata terviha, hepsine de teravih denmiş. 

Devamını okumak için tıklayınız.

Terk ettiğimiz bir ramazan adeti: Temcid İlahileri

Bu sene ramazan biraz mahzun geçiyor. İnsanların hem ibadet hem de muhabbet için bir araya geldiği ramazanda bu yıl ne topluca ibadet edebiliyoruz ne de eş-dost bir araya gelip eğlenebiliyoruz. Eh haliyle biz de Nâbî merhumun

Ey meh, leyâl-i vesvese-hîz-i fırâkde
Sen gelmeyince hâtıra bilsen neler gelir  

Dediği gibi ramazanı tam manasıyla yaşayamayınca bizim de hatırımıza neler geliyor neler.

Gelenlerden biri eski bir ramazan adeti: Temcid ilahileri.

Devamını okumak için tıklayınız.

On bir aydan beri beklenen misafir

Bu yıl da Ramazan’a kavuştuk çok şükür. Biraz mahzun geldi ama olsun geldi ya. Kavuştuğumuz için binlerce kez şükürler olsun.

Ramazan gelmeden yapılan hazırlıkları sıralayacak halim yok ama birini de söylemeden duramayacağım. O da ramazanı şiirle karşılama adeti.

Eski şairlerimiz ramazanın gelişini ramazaniye adını verdikleri şiirler yazarak karşılarlardı. Ramazaniye yazan şairlerden biri de Bahtî mahlasıyla şiirler yazan I. Ahmed’dir. Tebası hoş geldin der de sultanı demez mi?

Sultan Ahmet olarak şöhret bulan I. Ahmet Osmanlı sultanlarının en dindarlarından biridir. Kardeş katlini uygulamayarak en büyüğün sultan olmasına imkan sağlayan geleneği başlatan da odur. Henüz 27 yaşında iken vefat eden Sultan Ahmet’ten kaynaklarda hayırsever, zahid, mütevazi, cömert ve sanatkarları himaye eden biri olarak bahsedilir. Aziz Mahmut Hüdayi’ye karşı çok hürmetkar olan padişaha karşı Hüdayi de kayıtsız kalmamış, onun birkaç şiirini bestelemiştir. Yaptırdığı Sultanahmet Camii ile unutulmaz sultanlar arasında giren Sultan Ahmet, camiin inşaatı başlarken yorulana kadar kazma sallayarak bizzat çalışmıştır. 

Devamını okumak için tıklayınız.

Kuşları ve dilini bilmeyen anlayamaz bizi

Koca koca profesörler sokağa çıktığımızda bizi avlayacak virüse karşı bizi uyarıyor;

Gezme ey gönlüm kuşu gâfil fezâ-yı aşkda
Kim bu sahranın güzergâhında çok sayyâdı var (Fuzuli)

Ama kuşları avlamak isteyen de var;

Çok canım sıkılıyor. Kuş vuralım istersen? (Ülkü Tamer)

Kuş gibi avlanmak isteyen de;

Ah beni vursalar bir kuş yerine. (Sezai Karakoç)

Biz yine evde kalalım da kolay mı?

Ey gönül kuşa benzerdin, kafesler sana dar gelir
Bir yerde durmaz gezerdin, hapislik sana zor gelir (Sabahattin Ali)

Buna rağmen evlerde kaldık, hâlimiz;

 

Devamını okumak için tıklayınız.

Çocukların sevimli dilleri

Değerli hocam Prof. Dr. Mertol Tulum, Emir Mustafa adında bir yeniçeri aşığının bana göre manzum günlük gibi tuttuğu İstanbul’a ve İstanbullulara dair gördüğü, duyduğu her şeyi, dönemin İstanbul’unu adeta bir şehrengiz gibi, bir bekçi üzerinden aktardığı paha biçilmez bir kaynağı daha gün yüzüne çıkardı.

Emir Mustafa bir yeniçeri. Şiirlerinde şamar oğlanı olarak bekçiyi seçmesinin iki nedeni olabilir. Biri İstanbul’un her tarafına girip çıktığı için, diğeri de çok sevdiği ve takılmaktan zevk aldığı bir bekçi arkadaşı olduğu için herhalde.

İçinde İstanbul’a dair akla gelecek gelmeyecek birçok her şeyin anlatıldığı bu kitapta Emir Mustafa dönemin konuşmaya başlayan çocukların dilini de Lisân-ı Sibyân/Çocuk Dili adıyla anlatmış.

Gûş edin her an söyleyem
Bir özge seyrân söyleyem
Ey benim ağam efendim
Lisân-ı sıbyân söyleyem

Devamını okumak için tıklayınız.

Bedr'in aslanları ancak o kadar şanlı idi

Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale şehitleri ve gazileri için yazdığı şiirin Türk edebiyatının abidevi metinlerinden biri olduğu erbabının ve ehlinin kabul ettiği değişmez bir hükümdür. Büyüklüğü hem konusundan hem de şiirin kusursuz olmasından geliyor. İçerik ve biçimin mükemmel olduğu bu şiirin Çanakkale şehit ve gazilerinin Bedir savaşına katılan ashab-ı kirama benzetildiği mısraı zaman zaman tartışılıyor.

Sadece o mısraı aldığımda meselenin anlaşılmasında sıkını yaşanacağını düşündüğüm için birkaç beyit öncesinden alarak alıntılıyorum.

Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor; 
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! 

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! 
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. 

Devamını okumak için tıklayınız.

Ne kalpsiz olur ne yüreksiz

Bir arkadaşımın sosyal medya sayfasında gördüğüm bir paylaşımı izninizle ben de burada paylaşayım:

Neden Neden Neden

Neden "kalp" yürek sözü varken?

Neden "nefes, nefes almak" soluk, soluk almak sözleri varken?

Neden "dost" arkadaş sözü varken?

Neden "fazla" çok ile aşırı sözleri varken?

Neden "his" duygu sözü varken?

Neden "sebep, bu sebeple" neden, bu nedenle sözleri varken?

Neden "fakir" yoksul sözü varken

Neden "zengin" varsıl sözü varken?

Neden "adam" kişi sözü varken?

Neden "istasyon" durak sözü varken?

Bu "neden?"lerin sayısı binlercedir, binlerce sözün Türkçeleri varken, biz sürekli olarak Türkçe sözleri bir yana iterek onların yabancı olanlarını kullanıyoruz!

Arkadaşımızın soruduğu sorulardan sadece ilkine cevap vereceğim, ama arkadaşımız gibi soru sorarak cevap vereceğim?

Devamını okumak için tıklayınız.

Dergahlar ve Cemevleri ibadethane midir?

Ülkemizde son günlerde tartışılan ve önümüzdeki günlerde de uzun süre tartışılacağını düşündüğüm konulardan biri dergahlar ve cemevleri meselesi. Yasalara göre dergahların ve cemevlerinin statüsünü tartışmayacağım. O konuyu hukukçular, siyasetçiler ve siyasetbilimciler tartışsın.

İbadethaneler bir dinin tüm mensuplarının toplu olarak veya tek başlarına ibadet etmeleri için yapılmış özel mekânlardır. Dergah ve cemevleri ise dinin içinde belli bir grubun dinin genel kurallarına ilaveten kendilerini, hayatı ve dünyayı anlamak için çıktıkları yolculukta mensubu bulundukları tarikata has merasim ve nafile ibadetlerin yapıldığı özel mekanlardır. 

Devamını okumak için tıklayınız.

Şeyhülislamın duası

Sultanları şair olan bir devletin şeyhülislamları şair olmaz mı? Olur elbette.

Yapılan araştırmalara göre 131 şeyhülislamın ellisi şiir söylemiş. Bu elli şiir söyleyen şeyhülislamın on beşinin de divanı var. Yani 15 divan şairi şeyhülislamımız var.

Divan sahibi ilk şeyhülislamımız İbn Kemal, bir diğer deyişle Kemal Paşazade Ahmet Şemseddin Efendi (1468-1533). Sonuncusu da Arif mahlasıyla şiirler yazan Ahmet Arif Hikmet (1786- 1859).

İçlerinden iki tanesi ise kardeş: Şeyhülislam İshak (1679-1734) ve Esad (1684-1752) Efendiler. Bu iki kardeş hem şeyhülislam hem de divan sahibi birer şair.

Şeyhülislam Esad Efendi kendisi gibi bir şeyhülislamın oğlu. Kayınpederi de şeyhülislam. Kızı Fitnat Hanım da devrinde şiirleriyle şöhret bulmuş kendisi gibi bir şair. 

Devamını okumak için tıklayınız.

Kaç yılbaşı var?

Yapılan bir araştırmaya göre halen yeryüzünde yaklaşık 40 farklı takvim var. Bu 40 takvim ay, güneş ve ikisi birlikte olmak üzere üç farklı biçimde hesaplanmış. Dünyanın güneşin etrafındaki dönüşüne göre güneş takvimi, ayın dünyanın etrafındaki dönüşüne göre ay takvimi. Bir de mevsimlerin güneş yılına göre ayların ay yılına göre düzenlendiği lunisolar takvimler var. Yıldızlara göre hazırlanmış takvimler de var ama onlar çok eski ve yaygınlaşmamış.

Mevsimleri esas alan güneş yılı ilk defa MÖ 432’de ölçülür ama en doğru ölçüm MÖ 238’de 365 gün altı saat olarak tespit edilir ve ilk güneş takvimi kabul edilir. Yılbaşısı 22 Ekim olan takvimde Mısırlılar altı saatlik fazlalığı dört yılda bir 366 gün yaparak çözdüler.

Devamını okumak için tıklayınız.

Evleri çam ağacıyla süslemenin ne zararı var?

Her sene yılbaşı yaklaşırken ülkemizde aynı tartışma başlar. Noel kutlamaları ve çam ağaçları. Hristiyan olmayan birçok ülkede olduğu gibi bizde de Noel ağaçları alınıp evlerde süsleniyor ve Noel Baba kıyafetleri giyen adamlar sağda solda karşımıza çıkıyor. Büyük alışveriş merkezleri vitrinlerini Noel Baba figürleri ve Noel ağacı süslüyor. Noel baba kıyafetine girmiş hacı dedeler görmek artık bizleri şaşırtmıyor. Daha da ötesi bugün, özellikle büyük şehirlerdeki okul öncesi eğitim veren anaokulu, yuva ve kreş benzeri kurumlarda çocukları özendirecek bir şekilde, büyük bir arzu ve şevkle kutlanıyor. Herhalde günümüzde Noel Baba’yı ve Noel ağacını tanımayan bir Türk çocuğu yoktur.

Noel ağacı

Herhangi bir ansiklopediye baktığımızda Noel ağacı figürünün de pagan kavimlere ait olduğunu görürsünüz. Mısırlılar, Çinliler ve Yahudiler de kış dönümü günü olan 21 Aralık kutlamalarında güneşin gökyüzünde yükselmesiyle toprağın tohumlandığına, çok verimli bir hasat mevsimi geçireceklerine inandıkları için bugünü kutlarlar. 

Yazını  devamını okumak için tıklayınız.

Susarak konuşanların filmi: Dilsiz

Murat Pay’ın Maşuk’un Nefesi ve Miraciyye isimli belgeseler filmlerinden sonra beklediğim ilk uzun metrajlı filmi Dilsiz’i vizyondan çabucak kalkacağı endişesiyle bir arkadaşımla birlikte gün içinde işi gücü bırakıp gittim ve seyrettim. İyi ki gitmişim, odama döndüğümde sabahki halimden eser yoktu üzerimde. Muhabbet yağmuru ile yıkanmış gibiydim ve adeta ruhum temizlenmişti.

Başından sonuna kadar gözümü kırpmadan seyrettiğim filmde ara verildiğinde aklıma ilk gelen şey filmin şeridi mi koptu yoksa bir başka arıza çıktığı oldu, ara olabileceğini hiç düşünmedim bile. Filmin sonunda jenerik dönerken fonda çalan şarkı bitmeden kimse salondan çıkmak istemedi. Sanki film bitmemişti ve devam edecek gibiydi. Salonu temizlemeye gelenler olmasa kimsenin çıkacağı yoktu salondan. Emeği geçen herkesi tebrik ederim.

Devamını okumak için tıklayınız.

Cehalet kaç türlüdür?

Eskiler cehaleti üçe ayırırlardı. İlkine cehl-i basit yani sıradan cehalet, ikincisine cehl-i mürekkep yani katmerli cehalet derlerdi. Üçüncüsü ise cehl-i mik’ab yani katmerlinin katmerlisi olan cehalet. Matematik diliyle ifade edecek olursak ilki rakamın kendisi, ikinci karesi, üçüncüsü de küpü diyebiliriz.

Sıradan cehalet bir şey bilmemektir. Kişi cahildir, okumamıştır ve cahil olduğunu bilir. Ömer Seyfettin’in Nadan isimli hikayesinde geçen Eşek Hasan gibi. Hatırlatmak kabilinden özetlersem sanırım ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. 

Devamını okumak için tıklayınız.

Öküzden mektup var!

Sayın Hocam,

Son yazınızda anladığım kadarı ile ki beni kaba saba ve kavrayışı kıt olarak bilirsiniz, çevrenizde olduğunu tahmin ettiğim bazı insanları bana benzetmişsiniz. Çok üzüldüm. Bu mektubu da size teessüflerimi ifade etmek için yazıyorum.

Yazınızı okurken ve okuduktan sonra epey bir düşündüm. Biz öküzlerin suçu ne? Öküz olmak başlı başına bir suç mudur? Öküzlerin kime ne zararı olmuş? Öküzler olmasa insanlar ne yapardı? Bu insanlar neden kızdıklarında birbirlerine öküz derler? Biz insanlara ne zarar verdik, ne yaptık? Biz öküzler kızdığımızda birbirimize insan diyor muyuz?

Devamını okumak için tıklayınız.

Dünya öküzün boynuzları üzerinde

Dünya öküz ile balığın üzerindedir, şeklinde bir hadis-i şerif olduğu söylenir. Sahih olup olmadığı tartışmalarının yanı sıra hadisin ne anlama geldiği veya nasıl anlaşılması gerektiği de tartışılmış hadisçiler arasında.

Hadisin müteşabih özellikler taşıdığı, hadiste geçen kelimelerin sözlük anlamının değil mecazi anlamlarının anlaşılması gerekli olduğunu söyleyenler bu hadisi şöyle açıklamışlar.

Cenab-ı Allah, yarattığı her nesne için bir melek görevlendirmiştir. Dünya için de iki melek görevlendirmiştir. Bunlar Sevr (öküz) ve Hut (balık) isimli meleklerdir. Burada öküz ile kastedilen Sevr meleğidir.

Devamıı okumak için tıklayınız.

İkinci hırkanın, Hırka-ı Saadet’in öyküsü

Bir önceki yazımızda Hz. Peygamber’in veladetini tes’îd ettiğimiz şu günlerde size onun iki hırkasının, Hırka-ı Şerif ve Hırka-ı Saadet’in öyküsünü anlatacağımı söylemiş ve Veysel Karani’ye verilen Hırka-ı Şerif’in hikayesini anlatmıştım. Sıra ikinci hırkanın Hırka-ı Saadet’in hikayesinde.

Hırka-ı Saadet

Hz. Peygamber’in bir şaire hediye ettiği ikinci hırka bugün Topkapı Sarayı’nda, Kutsal Emanetler Dairesi’nde.

Hırka-i Saâdet, 124 cm. boyunda geniş kollu, siyah yünlü kumaştan dikilmiş krem renginde yün astarlı bir hırka. Kumaş uzmanları bu hırkanın gerçekten Hz. Peygamber’e ait olup olmadığını inceliyorlar ve o devre ait olduğu anlaşılıyor. 

Devamını okumak için tıklayınız.

İki hırkanın öyküsü

Hz. Peygamber'in veladetini tes'îd ettiğimiz şu günlerde size onun iki hırkasının, Hırka-ı Şerif ve Hırka-ı Saadet'in öyküsünü anlatmak isterim.

Hırka elbise üstüne giyilen, genellikle ceket boyunda, yün veya pamukludan yapılmış, önü açık, kollu, dışarıda veya soğuk havalarda evde de giyilen bir kıyafet. Peygamberimize hürmetlerinden dolayı dervişler de hırka giyerler.

Meşhur eşekler

Acaba Şeyhî’nin (ö. 1429’dan sonra) Har-name’sini duymayanınız var mıdır? Bence olsa olsa hatırlamayanlarımız vardır. Onların da hatırlaması için metnin ilk mısralarını şuraya nakledeyim.

Bir eşek var idi zaîf ü nizâr
Yük elinden katı şikeste vü zâr

Gâh odunda vü gâh suda idi
Dün ü gün kahr ile kısuda idi

Ol çeker idi yükler ağır
Ki teninde tü komamıştı yağır

Devamını okumak için tıklayınız.

Havva olmasaydı Adem adam olamazdı

Ben şanslı bir adamım, onca şey söyledikten sonra insanım diyecek halim yoktu, yazdıklarımı okuyan, okumakla kalmayıp bir de eleştiren ve bana akıl veren okurlarım var. Kendisi gibi düşünmediğim ve yazmadığım için eleştiren okurlarımla anlaşmada zaman zaman sıkıntı yaşasam da sonunda bir noktada buluşuyoruz.

Adamlık giderse insanlık da gider, başlıklı yazıdan sonra bu sefer başka bir okurumuz yazımızın eksik olduğunu, adam ile Âdem arasındaki ilişkiye değinmediğimi, adamlık dilden giderse Adem’in hakikatinin izah edilemeyeceğini söyledi ve bana Adem’i tanıtmamı istedi. 

Devamını okumak için tıklayınız.

Adam giderse insanlık da gider

Birkaç hafta önce Ölür ise ten ölür canlar ölesi değil başlıklı bir yazı yazmıştım hatırlarsanız. Yazının ardından bir hanım okurumuz beni kadın-erkek ayrımına dikkat etmemekle itham etti. Öyle bir şeyi düşünmediğimi ve yapmadığımı, erkekler için de aynı şeyleri yazdığımı desem de verdiğim örneklerin hep kadınlardan olduğunu söyleyerek iddiasında ısrar etti.

Cinsiyet ayırımcılığı o ana kadar pek düşünmediğim ve üzerinde durmadığım bir konu idi. Öğrenci iken karşılaştığım bir sahneyi hatırladım birden. Kadıköy’de oturup Beyazıt’a okula gittiğim için her sabah vapura binerdim. Sisli günlerde de seferler iptal olurdu ve sisin kalkmasını beklerdik. Böyle bir günde fakülteden de tanıdığım devrimci bir grup arkadaşla karşılaşmıştım. 

Devamını okumak için tıklayınız.

Bir devre adını veren çiçek: Lâle

Bugün, kime sorsanız hakkında bir şeyler söyleyeceği bir dönemin adıdır Lâle Devri. Ve devrin padişahı III. Ahmed’i unutturacak kadar meşhurdur; Nevşehirli Damat İbrahim Paşa. Kitaplarda hep olumsuz olarak anlatılan bu devir sadece ismini değil, ömrünü de lâleden almış olmalı ki on iki yıl gibi (1718-1730) kısa bir süre devam etmiştir.

Lâle Devri gerçekten anlatıldığı gibi çok mu başarısız ve kötü idi? Bu soruya tarihçiler cevap versinler ama benim bildiğim bir şey var. Tarihte hiçbir devir veya kişi mutlak iyi veya kötü değildir. İyi tarafları da vardır, kötü tarafları da.

Devamını okumak için tıklayınız.

Nerede o eski esnaflar?

Zor günlerden geçiyoruz. Toplumun hemen her katmanında ciddi sıkıntılar görülmeye başlandı. Üniversitelerden belediyelere, küçük esnaftan büyük sanayicilere, işçilerden memurlara din, mezhep, meşrep, memleket fark etmeksizin hepimizde küçük ama derin hasarlar bırakacak hastalıklar görülmeye başladı, ahlakımız sorgulanır oldu. Bir virüs gibi vücudumuza giren bu hastalıklara zamanında müdahale etmezsek maazallah kansere dönüşerek hepimizi yok edecek. Söylemek istediklerimi küçük iki örnek üzerinden açıklamaya çalışayım.

Malum Ramazandayız ve iftardan önce baklava almaya gittim.

Devamını okumak için tıklayınız.

Çocuklarımıza isim koyarken nelere dikkat edelim?

En sık karşılaştığım sorulardan biri de isimler ve anlamlarıdır. Daha çocuk anne karnına düşer düşmez ebeveynde başlar bu heyecan. Ve de çocuklara isim koymak sanıldığı kadar kolay bir şey değil. Hele çocuğumuz ilk ise isim koyma konusunda oldukça endişeleniyoruz. Annelerin bu konuda babalara göre daha titiz olduğunu söyleyebiliriz.

İlk duyduğumuzda şaşırdığımız isimler de var. Kimi hatırlamadığı için, kimi yanlış anlaşıldığı için, kimi memurun yanlış yazdığı için garip iken bir kısmı da ebeveynin tercihi ile konulmuş. Artık olmasın diye konular Yeter, İmdat, ölmesin diye Satılmış isimleri konulduğu gibi ilk defa gördüğü bir ismi anlamına ve isim olup olmadığına bakılmaksızın konulanlar da var.

Devamını okumak için tıklayınız.

Kazan kazan ne demek?

 birçok ulusal ve uluslararası meseleleri müzakere ederken kazan-kazan (win-win) yaklaşımını benimsediğini ifade eder. İngilizceden dilimize aktarılan , özellikle anlaşmazlıkların çözümünde veya taleplerin çatışması durumunda sorunu her iki tarafın menfaatlerine zarar vermeden kazanacağı yaklaşımı özetleyen ve dilimize geçmiş bir ikileme. İktisatta alışveriş yapan tarafların hepsinin kazandığı ticareti ifade için kullanılan bir yöntem. Günümüzde hukukçular bile kullanmaya başladı bu yaklaşımı.

Kazan kazan deyince aklımıza aşağı yukarı bunlar geliyor. Peki biz kazan kazandan ne anlıyoruz? Bizim geleneğimizde de kazan kazan formülü var mıydı?

Hemen cevap vereyim, vardı. Hem de âlâsı var. Nasıl mı? Açıklamaya çalışayım.

Devamını okumak için tıklayınız.

Büyükannelerimizin en çok okuduğu üç kitap

Geçtiğimiz günlerde Halil Solak'ın hocam İsmail Erünsal ile yaptığı bir röportaj yayınlandı. Mutlaka okumanızı istediğim röportajda hocam, Osmanlı döneminde kadınların en çok okuduğu üç kitaptan bahsediyor. İkisi Yazıcıoğlu kardeşlere ait, biri de 'ye: Muhammediye, Mevlid ve Envâru'l-Âşıkîn.

Kitapların telif edildiği yerlere baktığımızda birinin , diğerlerinin Gelibolu olduğunu görürüz. Hepsi 'un fethinden önce (1409 ve 1451) telif edilmiş aynı zamanda. Devlet kurulduktan hemen sonraki yüzyılda yazılan bu kitaplar yazıldığı dönemden beri okunuyor. Tutunmaya çalıştığımız topraklarda ve zamanlarda yazılmış eserler. Yani bizim bu topraklarda tutunmamızı, buraları vatan edinmemizi ve kalıcı olmamızı sağlayan etkenlerden biri bu eserler.

Devamı için tıklayınız.

Bizden evvelkiler nasıl mektup yazardı?

Ahfâdı olduğumuz Osmanlılar dünyanın en düzenli ve kurallı devleti idi, dense itiraz edecek ilim adamının çıkacağını sanmıyorum. Dünyanın en düzenli ve zengin arşivine sahip olmaları onların devlet işlerini ve işleyişini adeta bir kanaviçe gibi ördüklerini gösteriyor.

Bu düzenli ve kurallı yapıyı öğrenmek için kaynaklara baktığımızda şaşkınlığımız ve hayranlığımız giderek artıyor. Mübahat Kütükoğlu’nun Osmanlı Belgelerinin Dili: Diplomatik. (İstanbul: Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı, 1994) isimli eserinde bürokrasinin yazışmaları ve kurallarını görebiliyoruz. Peki devletin yazışmaları böyle ise halkın yazışmaları nasıldı? Onların yazışmaları da böyle kurallara bağlı mıydı?

Evet, onların bağlı olduğu kurallar vardı ama kuralları belirleyen toplumun bedi zevki idi. Vatandaşların yazışmalarında kolaylık ve alışkanlık sağlamak için kaleme alınan mektup, tebrik, tâziye, dilekçe gibi yazı örneklerinin yer aldığı inşa veya münşeat mecmuaları bize toplumun bedi zevkinin nasıl olduğunu gösterir.

Okunmayan sadece sala mı?

Son yıllarda eski gelenekleri ihya etmeye başladık. Bunlar arasında çocuklara ve toplumlara yönelik olanların yanı sıra dini hayata dair olanlar da var. Gerçi televizyon ve internet alışkanlıklarımızı biraz değiştirdi. Mukabeleleri sahurdan sonra camie gidip namazı beklerken yapanlarımız azaldı, evde televizyonlardan takip edenlerimiz çoğaldı.

Bazı geleneklerimizi ise evde yapmamızın imkânı yok. İyi ki de yok, onları da evlerimizde yapardık, emin olun. Ramazan’da Enderun usulü teravih kılmak mesela. Birkaç seneden beri duyduğumuz ve gördüğümüz bu usul genel kabul gördü ve yaygınlaştı.

Ramazan geleneklerinden biri de sahurda sala vermek idi. Benim çocukluğumdan aklımda kalan Cuma ve bayram salaları da var. Daha önceleri Perşembe akşamları yatsı namazlarından önce de sala okunurdu. Bir de bazı mübarek gün ve gecelerinin akşamı.

Kör ile kötürümün ortaklığı

Sibel Eraslan’ın Siret-i Meryem’inde geçen Hz. İsa’nın çocukken Mısır’a kaçtıkları vakit himayelerinde bulundukları kuyumcunun başından geçen hikaye çok hoşuma gitmiş ve beni düşündürmüştü. Üşenmedim, düşündüklerimi kaleme aldım. Kitabı okumayanlar için önce hikayeyi anlatayım.

Kuyumcu Hz. Meryem ve oğluna kol kanat gerip evini açan hayırsever bir insan. Birgün içinde altınları sakladığı sandık kaybolur. Ne yaparlarsa sandığı kimin çaldığını bulamazlar. En ufak bir delil yoktur sandığı kimin çaldığına dair. Hz. İsa’nın ise gizli şeylerin yerini bilme konusunda meşhur olmuştur. Annesi de yasaklar Hz. İsa’ya söylemesini. Çünkü başına bir şey gelmesinden korkar. İyiliklerini gördüğü kuyumcunun sandığının bulunması için İsa’ya izin verir.

İsa kuyumcuya tüm adamlarını toplamasını ister. Hepsiyle teker teker görüşür ama geriye iki kişi kalmıştır. Biri kör, diğeri kötürüm olan bu iki kişiden kimse şüphelenmez doğal olarak.

Karabuba Mescidi/Tekkesi

Karababa Tekkesinin ismini ilk duyduğumda öğrencilik yıllarım gözümün önünde canlandı. Çemberlitaş’taki Karababa Dergahına giderdik Perşembe öğleden sonraları. Çay ve galeta eşliğinde şeyh efendinin sohbetlerini dinlerdik. Bir şey anlamazdım ama içim

huzurla dolar, mutlu bir şekilde ayrılırdım oradan. Bazen hatırlamaya çalışıyorum anlatılanları, aklıma pek bir şey gelmiyor. Demek ki can kulağıyla dinlememişim diyorum veya hazır değilmişim sohbet ziyafetini sindirmeye ve hazmetmeye. Gençlik işte, insan kıymetini bilmiyor her zaman. En azından gittim, güzel insanlar  gördüm, anlamasam da dinledim. Buna da şükrediyorum.

Neyse, sadede gelelim, Lefkoşa’da da bir Karababa Tekkesi varmış. Duyup da ziyaret etmemek olur mu, olmaz dedim ve gittim.

Dede Korkut’u bilen dini ve tasavvufu daha iyi bilir

Şimdi durup dururken bu da nereden çıktı diyenleriniz olabilir. Cümleyi iddialı da bulabilirsiniz. Bir yerden çıkmadı ve iddiam felan da yok. Gündemin yoğunluğundan ve ağırlığından biraz kurtulalım istedim. Hayat devam ediyor ve biz de yavaş yavaş işimize gücümüze dönelim. Pazar sabahı aklıma takılanları paylaşmak istedim, zevkimize ve neşemize ortak aradım, hepsi bu.

Dede Korkut ismini bilmeyen, duymayan yoktur. Ama tüm hikayelerini okuyanımız sanırım o kadar çok değil. MEB Yüz Temel Eser arasına almasına rağmen piyasada kısaltılmış ve özetlenmiş kolay ve çabuk okunan versiyonları çoğaldı. Adet yerini bulsun diye de alınıp şöyle gözden geçiriliyor. Dede Korkut’un önemini bilen ebeveynler özel bir hassasiyet gösterip okutuyorlar. Bazı öğretmenler de konu üzerinde duruyorlar. Ama bunun yaygın olduğunu söylemek sanırım biraz zor. Hatta daha da ileri gidip gereksiz görenler var. Elimde yetki olsa bir KHK ile ben de Dede Korkut’u önemsiz görüp üzerinde durmayan Türkçe öğretmenlerini meslekten atardım.

Neyse, biz konumuza dönelim ve ne demek istediğimizi iki örnek üzerinden anlatmaya çalışalım.

Bir hikaye de ben anlatayım

FETÖ olarak bilinen ve 15 Temmuzdan sonra gerçek yüzünü millete tam olarak gösteren yapıyı anlatan bir çok yazılar yazıldı, yazılıyor. Örgütün her yönünün ele alındığı bu tür yazıların bir kısmında tarihteki benzerleri arandı. İlk benzetildiği örgüt Hasan Sabbah’ın Haşhaşileri idi. İlk kez Mustafa Öztürk'ün yaptığını zannettiğim bu benzetme hüsn-i kabul gördü ve neredeyse cemaat yerine Haşhaşi kullanılır oldu.

Benzetildiği ikinci yapı Batı'da bulundu. Erol Göka İlk Haşhaşiler başlıklı yazısında Murat Beyazyüz’in bir yazısından yola çıkarak Gülen cemaatini bu sefer Pythagoras ve Pythagorascılara benzetti ve ortak yönleri üzerinde durdu. Bu iki yazı örgütün yapısını daha iyi anlayabilmek için yapılan benzetmelerdi.

Örgütü Haşhaşilere benzeten Mustafa Öztürk bir yazısında bu sefer cemaatin önderini peygamberimiz dönemi meşhur münafıklarından Abdullah b. Übey b. Selûl’e benzetti. Cenaze namazı bile kılınmayan bu münafıka benzettiği yazısının başlığı Fethullah b. Übey b. Selül idi. Bu teşbih de çok tuttu. Mustafa Öztürk Hoca'nın konuda mahir olduğunu teslim edelim.

Çarşaf-ı Şerif ve Yanmaz Kefen

6-7 Mart 2016 tarihinde Sakarya Üniversite İlahiyat Fakültesi Giyim-Kuşamda helal-haramın tartışıldığı bir sempozyum düzenledi. Türkiye’den ve İslam dünyasından birçok ilim adamı katıldı ve giyim-kuşam her bakımdan tartışıldı.

Sempozyumun ilk oturumunda konuşan Tekbir Giyim ile Haşema’nın kurucularını ve tesettüre bakış açılarını beğendim, hassasiyetlerinden etkilendim. Katılımcılar, hazır bu kadar hoca bir arada iken fırsatı kaçırmayıp bazı sorular sordular. Birkaçını sıralayayım.

Dine ve değerlere mugayir dizilere, medya organlarına tesettür reklamı vermek caiz midir?

Tesettür defilesi olur mu? Erkeklerin tesettür defilesini seyretmesi caiz midir?

Bir ürünü tanıtmak ile bir ürünü giymeye ikna etmek, özendirmek arasındaki ayırımı nasıl yapacağız?

Tesettür reklamında ürün tanıtılırken dinin kurallarını hatırlatmak, ayet ve hadisleri kullanmak ne kadar doğru?

Tesettür piyasasında piyasa kuralları mı geçerli olacak, dinin kuralları mı?

Birkaç soru da ben ilave edeyim.

Sağlıklı beslenmekten ne anlıyorum?

Malum, son yıllarda insanlar yedikleri yiyecekler konusunda ziyadesiyle endişe ediyorlar. Kimi gdo’su ile oynanmış yiyeceklere dikkat ediyor. Kimi obeziteye neden olan yiyeceklerin listesini alıp onlardan uzak durmaya çalışıyor. Kimileri arabalarına atlayıp yakınlarındaki köy veya bahçe ürünleri satan pazarlara çıkıyorlar, sadece daha organik yiyecekler almak için. Alacak organik yiyecek bulamayanlar çareyi bahçesinde, balkonunda saksıda biber domates yetiştirmede buluyorlar.

İnsanların böyle arayışlara girmesinin nedeni seyrettikleri televizyonlarda ve okudukları gazetelerde çıkan haberler. Bazı hastalıkların nedeni olarak gösterilen hazır gıda ve junk food denilen ve sağlıksız olduğu söylenen yemek çeşitleri ile ilgili haberlerin üstünde altında konunun uzmanları da görüşlerini söylüyorlar. Böylece herkesin aklına yiyecek konusunda acaba sağlıklı mı, zararlı mı, diye kurt düşürüyorlar. Ondan sonra da sağlıklı gıda için pazar pazar dolaşmalar, uzaklardan sipariş vermeler felan.

Bilmecelerle birlikte

Bilmecelerle birlikte neleri kaybediyoruz?

Bilmeceler artık hayatımızdan yavaş yavaş çıkıyor. Onun yerini ilk duyduğumuzda bize komik gelen ama insana bir şey katmayan, o anı eğlenceli hale getiren tek katmanlı çözümü basit olduğu halde cevabı hemen akla gelmeyen Amerikan bilmeceleri aldı. Ne demek istediğimizi bir örnek üzerinden anlatmaya çalışalım. Dört tane fil taksiye nasıl biner? Doğal olarak hiçbir filin taksiye sığamayacağını düşünürüz ve aklımıza cevap olarak mantıklı bir şey gelmez. Cevabı, ikisi öne, ikisi arkaya biner. Güldük, geçti. Daha sonra aklımızda bir şey kaldı mı? Hayır. Cevaplamak için herhangi bir kültür birikimine ihtiyacımız var mı? O da hayır.

Mevlevihane nerede, bilen yok!

9-10 Mayıs 2015 tarihlerinde Uluslararası Melamilik ve Seyyid Nûru’l-Arabî Sempozyumu’na katılmak ve Abdürrahim Fedai Efendi’nin ¨Hafız Divanının ilk beytine yaptığı şerhin diğer şerhlerden farkı¨ başlıklı bildirimi sunmak üzere Antalya’ya geldim ve ikinci gün öğleden sonra Kaleiçi’ni gezme fırsatı buldum.

Herşeyden önce Kaleiçi’ni beğendiğimi, zannetiğimden daha iyi durumda bulduğumu ifade etmeyelim. Gitmeden önce gezilecek yerler konusunda yaptığım kısa bir araştırma ve soruşturmadan sonra bir liste hazırladım ve listenin başında yer alan Saat Kulesi ile turumuza başladım.

Taksim Kâbe’ye Benzetilir mi?

Taksim Kâbe’ye Benzetilir mi?

Birkaç gün önce gazetelerde bir siyasi liderin 1 Mayıs kutlamaları için verdiği demeçte yaptığı bir benzetme siyasiler arasında tartışma konusu olmuştu. Tartışmaya konu olan sözler şöyle:

Müslümanlar Kabe'ye giderler hacı olmak için, Museviler Kudüs'e giderler. Dini inançların merkezleri mabetleri vardır. Onun dışında hiçbir yerde onu yapamazsanız. Dini bir inanç açısından söylemiyorum ama işçi açısından da Taksim olmazsa olmaz bir yerdir. Burada anma yapılamazsa o yıl Türkiye'de 1 Mayıs kutlanmamış sayılır. 1 Mayıs şehitleri anılmamış sayılır.

Bir haber sitesinden alıntıladığım bu sözler üzerine tartışma başladı, anlaşılan bir müddet daha devam edecek.

Baharı Şiirle Karşılamak: KENZÎ ve NEVRÛZİYYESİ

Kitaplara Vakfedilen Bir Ömre Tuhfe: İsmail E. Erünsal’a Armağan 2, haz. Hatice Aynur vd. İstanbul: Ülke Yayın Haber, 2013, s. 769-798.

Baharı Şiirle Karşılamak: KENZÎ ve NEVRÛZİYYESİ

Gündelik hayatın her alanında ve halkın her kesimi arasında gelişi çeşitli şekillerde kutlanan nevruz, şairlerin şiir yazmaları için bir bahane oluyordu. Klâsik dönem şairlerinin, nevrûzun gelişini vesile ederek birisini övmek üzere daha çok kaside formunda yazdıkları şiirlere nevruziye adı verilir. Şairler, baharın gelişini adeta yazdıkları bahar şiirleriyle karşılarlar ve bununla da himayesinde bulundukları devlet büyüklerinden caize kazanırlardı. Caize kazanmak için mi nevruziyye yazarlardı, yoksa nevruziye yazdıkları için mi caize alırlardı pek belli olmamakla birlikte araştırmacılar arasındaki genel kanaat birincisi yönündedir.

Müsait kelimesi üzerine

Müsait kelimesi üzerine

Haftada değil, günde bir kaç kez gündemin değişebildiği canım memleketim Türkiye’min geçen hafta tartışılan konularından biri, bir gazetede çıkan TDK’nın Büyük Sözlük’ünde ‘müsait’ kelimesinin açıklamasında kadınların aşağılandığına dair haber idi. Konu sosyal medyaya düştü ve tartışma hızla büyüdü, hatta meclis kürsüsünde milletvekilleri tarafından da dile getirildi.

Tartışmanın nedeni olan müsait kelimesinin TDK Büyük Sözlük’ünde yer alan ikinci anlamı şöyle:

Flört etmeye hazır olan, kolayca flört edebilen (kadın).

Burada tartışılan konu parantez içinde yer alan kadın kelimesi üzerinde odaklaştı. Neden erkek değil de kadın? Erkekler kolayca flört etmeye hazır değil mi? Sadece kadınlar mı flört ederler? Bu ve buna benzer sorular özellikle feminist dernek temsilcileri tarafından yüksek sesle söylendi ve cinsiyetçi bir ifade tarzı olarak algılanan bu ifadenin sözlükten kaldırılması istendi.

TDK bu ithamlar üzerine bir açıklama yapmak zorunda kaldı. Yapılan açıklamada sözlükte yer alan tüm maddelerin yeniden okunmasına ve düzenlenmesine karar verildiği, sözlükçülerin görevinin kelimelerin anlamlarını günlük hayattan aldıklarını söyledikten sonra kelimenin Türkçede kullanımının tarihçesi verildi. İlk olarak Ömer Seyfettin’in Nakarat isimli bir makalesinde kullanıldığının tespit edildiği ifade edildikten sonra kelimenin 32 yıldan beri sözlüklerde mevcut olduğu belirtildi.  Daha sonra müsait kelimesinin aynı anlamda yer aldığı sözlükler sıralandı.

Piyasa Mevleviliği

Piyasa Mevleviliği

Çağımız imaj ve tüketim çağı.Tüm kutsalların, inançların, dinlerin tüketildiği ve tüketim aracı olarak pazarlandığı veya sunulduğu bir çağda Mevlana ve Mevlevilik gibi değerli ¨marka¨ların bundan kurtulması mümkün değildi ve nitekim kurtulamadı.

Mevlana Pide Salonu, Semazen Büfe, Derviş Kafe, Neyzen Köfte Salonu vs. gibi isimlerin bir kısmı sahiplerinin iyi niyetle yaptıkları tercihten olabilir ama diğer dini ve manevi kavramlar gibi bunun da günlük hayatın içine çekilerek sıradanlaştırılması pek hoş olmuyor. Mevlana ismini bir pidenin önünde görmekten, pek çok insan gibi ben de pek hoşlanmıyorum. Şunu da söylemeliyim, bu tür piyasalaşma en masumu. Sofistike bir şekilde ve büyük kitlelere hitap edecek şekilde medya üzerinden yapılan pazarlama tekniklerine baktığımızda iyi niyetli bir esnafın yaptığı bir tercihi daha masum bulduğumu söylemeliyim.

Devamı için tıklayınız.

Kaybolan bir geleneğin ihyası: Mâşuk’un Nefesi

 

Murat Pay’ın yönetmenliğini yaptığı bir mevlithanın nasıl yetiştiğini gösteren Maşuk’un Nefesi isimli belgeseli seyrettikten sonra aklımda kalanları sizinle paylaşacağım.

Her şeyden önce belgeselin çekilme hikâyesi ile başlayayım. Murat Pay, eşiyle birlikte gezdiği sahafların birinde kelepir bir Mevlid nüshası bulur. 1 TL verip kitabı alırlar. Başlangıçta çok da önemli değildir, alınan bir çok kitaptan birisidir, derken yönetmenin eşi babasının Mevlid’i vezinli okuduğunu hatırlar ve bir gece bir türlü uyumayan kızının başında masal kitabı yerine babasından ve babaannesinden duyduğu şekilde, failatün failatün failün vezninde Mevlid’i okumaya başlar. Kızının sakinleştiğini ve rahatladığını görünce bu okumalar her akşam yerine getirilmesi gereken bir ödev hâline dönüşür. Bunu duyunca düşünmeden edemedim, günümüzde acaba çocuğuna geleneksel formda Mevlid ve benzeri metinleri okutarak uyutan kaç anne baba var? Benim aklıma çocuklarıma Mevlid okumak gelmedi, üstelik bildiğim halde gelmedi ve gelmediği için de çok üzüldüm. Bu arada annenin çocuğa okuduğu Mevlid’in sözleri babanın da dikkatini çeker ve anne-baba Mevlid’le yakından ilgilenmeye başlayınca küçük kızının bile dinlemekten zevk aldığı bu metinle ilgili bir proje yapmayı düşünür. 

Dünyaya kazık çakan var mı?

Dünyaya kazık çakan var mı?

Geçtiğimiz hafta içinde bir arkadaşımızın 84 yaşındaki annesi vefat etti. Kendisine başsağlığı dilerken bize annesinin

ölmeden önceki sözlerini aktardı. Merhûme, bu dünyada yeteri kadar kaldığını, eşini çok özlediğini, öte dünyaya göç etme vaktinin geldiğini anlatırmış ve adeta kısa bir süre sonra otobüsü kalkacak yolcu gibi bavulu elinde hazır beklermiş.

Bu teyzemiz ilk okul mezunu bile değil, belki okuma-yazması da yok, varsa da sonradan öğrenmiş. Kendime, o teyzemizin hayat karşısında bu asil duruşu nerede ve nasıl kazandı, sorularını düşünürken gazetelerde gözüme bir haber ilişti.

Devamı için

Messi formasını giyen çocuk

Adamın biri top oynamayı çok seven oğluna Messi’nin formasını almış. Çocuğu buna o kadar sevinmiş ki formasını hemen giymiş, uzun bir süre çıkarmamış. O kadar uzun giymiş ki kendini Messi sanmaya başlamış. Mahallede beraber oynadığı çocukları küçük görmeye ve kendisinin büyük bir futbolcu olduğuna inanmaya başlamış. Bir gün formasının havasını atmak için sokakta arkadaşlarının yanına gitmiş. Arkadaşları etrafını çevirmişler hemen ve sormaya başlamışlar:

- A kuzum, bu ne güzel bir forma böyle. Söyle bize sen Messi misin?

Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler Üzerine

Tasavvufla ilgili olup Mustafa Kara Hoca’yı tanımayan ve bilmeyen kimse yoktur. Eğer bilmiyor ve duymamışsa o kişiye de tasavvufla ilgileniyor, denilmez.

Mustafa Kara yayınladığı onlarca makale, bildiri ve kitapla tasavvuf tarihi araştırmalarına büyük katkı sağlamış çok değerli bir bilim adamı ve kültür tarihçisidir. Hocamız, uzun zamandan beri yaşadığı Bursa’yı da ihmal etmemiş, tasavvuf kültürü açısından oldukça zengin olan bu şehrimizin tüm güzelliklerini ortaya çıkaran çok değerli çalışmalar vücuda getirmiştir. Bu çalışmaları burada saymaya kalkışsam bir kaç sayfada bitiremem. O yüzden ben sadece onun Bursa ile ilgili bir eserinden bahsedeceğim: Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler.

Allah iki göz vermiş

 

İnsanın iki gözü vardır. Bu iki gözü bir görenler, ki biz onlara insân-ı kâmil diyoruz, herşeyi aslıyla birlikte görür. Bu gözlerinden biri madde gözü, diğeri mâna gözüdür. Biri basar, diğeri basîrettir. Bu iki gözden birinin görmemesi eksikliktir. Basarın eksikliği körlük, basîretin eksikliği ise irfân körlüğüdür. Her eşyâ hâl lisânı ile bize birşeyler gösterir. Üzeri yazılı bir kağıdı düşünelim. Basar sahipleri bunu yazı olarak görür. Ya basîret sahibi? Onu da bir menkıbe ile özetleyelim.

Kuş dilini bilenler okusun


Kuş Dilini Bilenler Okusun

Tasavvuf son yıllarda popülerleşti. Yazılı ve görsel medyada konusu tasavvuf olan programlar çoğaldı. Mutasavvıf kişiliği ile bilinen insanlar medyada sıkça görülmeye başladılar ve meşhur oldular. Bunun doğal sonucu da ülkenin dört bir yanında çeşitli vesilelerle düzenlenen programlara katılıp konuşmalar yaptılar. Bunlar toplumda kendilerine bir karşılık buldu ve büyük bir kitle tarafından takip edilmeye başlandı.

Tasavvufun veya diğer deyişle manaviyatın bu kadar yaygınlaşmasının nedenleri arasında insanların yalnızlaşması, psikolojik bir takım sıkıntılara düçar olması, müspet bilimlerle bazı sorulara cevap bulamaması gibi kişisel nedenlerin yanı sıra sosyolojik bir takım nedenler de sayılabilir.

Bu kadar popülerleşmenin kitap dünyasına yansımaması muhaldi ve tasavvuf konulukitaplar peşpeşe yayınlanmaya başlandı. İnsanlar bu kitaplara rağbet gösterince yayınevleri piyasaya bu konuda daha çok kitap arz etmeye başladılar. Bunun doğal sonucu isimleri, kapakları, konuları birbirine benzeyen bir çok kitap yayınlandı. Maalesef bu kitapların çok azı özgün ve çoğu ya kendilerinden öncekilerin, veya birbirlerinin tekrarı veya benzeri. Bu kitap furyası zaman içinde çekilecek ve geriye ancak çok az bir kısmı kalacak.

Yüzük

Neden iri taşlardan yüzükler takarız?

Çevrenizde görmüşsünüzdür, özellikle yaşlıların ve ilmiye sınıfına mensup kimselerin parmaklarında çeşitli renklerde iri taşların olduğu yüzükler takarlar. Hiç düşündünüz mü, bu insanlar neden böyle iri yüzükler taşırlar?

Samuray ve Hz. Ali

Önce yüce efendisinin ev işlerinden sorumlu samurayla ilgili bir öyküyü sizlerle paylaşayım.

Yüce efendinin rakiplerinden biri efendiyi öldürür. Samuray hizmetinde olduğu efendisinin intikamını almak için yemin eder ve katilin izini aramaya başlar. En sonunda bin bir güçlükle efendisini kimin öldürdüğünü öğrenir.

Samuray katili yakalar, öldürmek üzere kılıcını sıyırır, tam kellesine doğru savuracakken katil samurayın yüzüne tükürür. Bunun üzerine samuray geriye doğru çekilir, kılıcını kınına sokar ve arkasına bakmadan oradan uzaklaşır.

Geri dönmüştür, çünkü o anda öldürseydi efendisinin temsil ettiği ideala bağlılığından değil, kişisel kızgınlığından ve hiddetinden dolayı öldürmüş olacaktı. Bunu içindeki asil savaşcı ruhunun tesiriyle değil, nefsinin zebunu olarak yapmış olacaktı. Oysa asil bir savaşçıya nefsinin emrettiği işleri yapması yakışmaz. Ona yakışan inandığı idealler için savaşmak ve öldürmektir.

Aslolan Aşk, gerisi hikaye

¨Aslolan Aşk, gerisi hikaye¨

- Hz. Mevlana ve felsefesini sizden dinleyebilir miyiz?

Hz. Mevlana’nın felsefesi deyince bir husus açıklamama müsaade buyurun. Felsefeden terminolojik anlamını kastediyorsak böyle bir şeyden bahsedemeyiz. Çünkü Mevlana filozof değil. Şayet sözlük anlamını kastediyorsak bir şeyler söyleyebiliriz. Sanırım siz de bunu kastettiniz

- Evet.

Kısaca ‘aşk’ şeklinde ifade edebiliriz. Ona göre kainatta her şey aşk üzerine kaimdir ve aslolan da aşktır. Aşkın her türlüsü makbuldür. Çünkü mecazı olanı hakikate götürür. Hayatın merkezine aşkı koyarsak bundan sonra yapılan her şey de aşk ile yapılmış olur. Aşk ile yaptıktan sonra kuyumcu da olsan, fırıncı da olsan, demirci de olsan artık bir şey farketmez. Hepsi zevk bakımından aynı şey olur. Zevk ile kalkan bir çekiç, bir kürek, bir kepçe, ne olursa olsun fark etmez, hepsi bir olur.

Rahibeye benzemek

 Bugünlerde gündemi referandumla ilgili ve örtünen hanımların rahibeye benzetildiği bir afişin tartışması oldukça meşgul ediyor. Siyasetçiler aralarında, söz konusu afişi o astı, şu astı, haberim vardı-yoktu diye tartışadursunlar, benim dikkatlerinizi bir başka noktaya çekmek istiyorum var. Her şeyden önce şunu ifade etmeliyim, nereden bakılırsa bakılsın çok talihsiz ve yanlış bir benzetme olmuş. Alt tarafı bir referandum için böyle sözler söylemek söyleyene hiçbir fayda getirmeyeceği gibi insanları da incitir. Üzüldüğümüz nokta ise söz konusu tartışmaya neden olan afişte rahibelerden olumsuz ve kötü birileriymiş gibi bahsedilmiş olması. Bir Müslüman, Hz. Peygamber’in ümmetinden biri ve de bir Mevlana muhibbi olarak rahibelerin olumsuz bir benzetme unsuru olarak kullanılmasına çok üzüldüm.

Mevlana ile Nasreddin Hoca arasında fark var mı?

Yazının başlığını garip veya ilginç bulanlarınız olabilir. Mevlana’nın ve Nasreddin Hoca’nın tarihi şahsiyetlerini merak edenler tarihçilerin yazdığı kitapları okusunlar. Benim dikkatinizi çekmek istediğim konu başka. Beni meselenin hakikat yönü ilgilendiriyor. Lafı daha fazla uzatmadan iki küçük örnek vererek meramımı ifade etmeye çalışacağım.

Mevlana, Mesnevi’nin beşinci cildinin 1089. beytinden itibaren adalet ile zulüm arasındaki farkı bizlere şöyle anlatır:

Sözün bittiği an

Günlük hayatımızda zaman zaman hiçbir cevap veremeyeceğimiz kimi cevaplarla karşılaştığımız anlar olur. Öyle derin ve içli bir cevapla karşılaşırız ki, artık hangi konuda konuşuluyorsa, ilave bir söz söylemek mümkün olmaz. Yerinde ve zamanında söylenen bu tip sözlerin büyüsü ve etkisi bizi öyle kuşatır ki, artık bizde bir söz söylemeye ne mecal, ne de ihtiyaç kalır. Ne demek istediğimi size üç örnek ile açıklamaya çalışayım.

Üniversite yıllarında, bir sahafın yanında çırak olarak çalışıyordum. Çalıştığım dükkana devamlı gelen, kitap alıp satarak karnını doyuran yarı meczup birisi vardı. Bu adam, aldığı kitabı asla okumadan satmayacak kadar da kitaba düşkündü. O, ben ve Ali adında Cezayirli bir doktora öğrencisi dükkanda oturmuş konuşuyorduk. Galiba dükkanda bizden başka birileri daha vardı ama onların kim olduklarını tam olarak hatırlayamıyorum. Söz kimin nereli olduğu bahsinde dolaşıyordu. Herkes birbirine nereli olduğunu soruyordu. Özellikle Türkçe konuşan zenci bir adam gören herkes Ali’nin kim olduğunu merak ediyor ve nereli olduğunu soruyordu. Ali de Türkçe’sini geliştirmek için bu tür konuşmalari bir firsat gorur, kendisine nereli olduğunu sorana o da sorardı. O sırada kenarda oturan, ve sessizce bir yandan çayını yudumlarken öte yandan eline aldığı kitabı karıştıran bizim meczuba dönerek “Sen nerelisin?” diye sordu. Bizimki de “Nereli olursan ol, adam olmadıktan sonra!” diye karşılık verince o bahis orada bitti. Kimse bu söz üzerine ne bir ilavede bulunabildi, ne de ilave edebilme cüretini bulabildi.

Yahya Kemal’de Lâmii Çelebi Etkisi

Yahya Kemal’de Lâmii Çelebi Etkisi*

 

İsmail Güleç

Özet

Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatın önde gelen şairlerinden Yahya Kemal’in şiirlerinde eski edebiyatımızın izleri sıkça görülür. Yahya Kemal eski edebiyatımızdan hem nazım biçim ve türleri bakımından, hem de muhteva bakımından etkilenmiş ve şiirini zenginleştirmiştir. Bu makalede Yahya Kemal’in bir şiiriyle Lami Çelebi’nin bir gazeli arasındaki konu ve söyleyiş benzerliğine dikkat çekilmiştir.

Bir ömürlük misafir

Güzel bir türküde geçen bir dizedir bu başlık. İnsan, doğumdan ölüme kadar süren bir yolculuktadır ve yolculuğun süresi de ömrü kadardır. Dünya konaktır ve bu konağa konan bir gün göçer. Milyonlarca yıldır değişmeyen bu ilahi kâide bundan sonra da kıyamete kadar sürecektir. Gerçek evimiz ise ahret yurdudur.

Dağılmış incileri toplamaya’ yardım etmek

Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 4/6 (Fall 2009) s. 213-230.

 

‘Dağılmış incileri toplamaya’ yardım etmek:

Şerh Tasnifi Meselesine Küçük Bir Katkı

İsmail Güleç*

OZET

Prof. Dr. Atabey Kılıç, 12–13 Nisan 2007 yılında İstanbul Üniversitesi’nde tertip edilen Prof. Dr. Abdülkadir Karahan Anısına I. Uluslararası Klasik Edebiyat Sempozyumu’nda sunduğu bildirisinde şerhlerin geçmişten günümüze henüz teorik bir zemine oturtulmadığı üzerinde durmuş, konunun önemine dikkat çektikten sonra şerhleri çeşitli yönlerden tasnif etmişti. Prof. Kılıç, tasnifinde şerhleri, geleneksel-modern, manzum-nesir, dil ve muhteva olmak üzere dört ana başlık altında örnekler vererek incelemişti. Biz de bu bildirimizde, Mesnevî şerhlerini biçim ve muhtevalarına göre tasnif etmeye çalışarak şerh geleneğimizi teorik zemine oturtma çalışmalarına katkıda bulunmak istiyoruz.

Evlat mahçup eder

Evlat mahçup eder:

Hemen herkes ebeveyn-evlat ilişkisi üzerine, en azından bir hikâye dinlemiştir. Bu tür hikâyelerin menşei ikidir: Birincisi menkıbe ve nasihatname türü eserlerde yer alan ve hoca efendilerin kürsülerde ve hutbelerde anlattıkları hikâyelerdir. Bunlar daha çok hayırlı evlat-hayırsız evlat kavramları üzerinde duran, gençlere, ana-babaya hürmet ve hizmet etmelerinin vecibe olduğunu hatırlatan konuşmalardır. Konuşmalar ana hatlarıyla iki eksen üzerine kurulur: Birincisi, hoca efendilerin ayet ve hadislerden getirdikleri örneklerle ana-babaya saygının dindeki yerini çok açık bir şekilde ifade ettikleri bölümlerdir. Söylediklerinin daha iyi anlaşılması için, tarihten meşhur veya bilinmeyen kimselerin başından geçmiş, dinleyenleri etkileyecek hikayeler anlatırlar. Bunlar da sohbetin veya vaazın ikinci kısmını oluşturur. Elhak bu tür vaaz ve sohbetler çok faydalıdır.

Noel Ağacı ve Noel Baba

Son yıllarda Hristiyan olmayan birçok ülkede olduğu gibi bizde de Noel ağacı süslemeleri ve Noel Babalar yaygınlaştı. Büyük alışveriş merkezleri Noel Baba figürleri ve Noelağacı ile süslenirken çoğu Türk ailesi de evlerinde aynı ritüelleri yerine getirmekten geri durmuyor. Noel baba kıyafetine girmiş hacı dedeler görmek artık bizleri şaşırtmıyor. Daha da ötesi bugün, özellikle büyük şehirlerdeki okul öncesi eğitim veren anaokulu, yuva ve kreş benzeri kurumlarda çocukları özendirecek bir şekilde, büyük bir arzu ve şevkle kutlanıyor. Herhalde günümüzde Noel Baba'yı ve Noel ağacını tanımayan bir Türk çocuğu yoktur

İki Manzum Nasreddin Hoca Fıkraları Kitabının karşılaştırması

[“İki Manzum Nasreddin Hoca fıkralarının karşılaştırılması”, Yedi İklim Edebiyat, Kültür, Sanat Aylık Dergi, 138–9 (Eylül-Ekim 2001), İstanbul 2001, s. 137–140.]

İki Manzum Nasreddin Hoca Fıkraları Kitabının karşılaştırması

 

Biz, bu yazımızda, iki farklı alfabe ile yayınlanan iki manzum Nasreddin Hoca fıkra kitabının karşılaştırmasını yapmaya çalışacağız. Bunlar; Köprülüzâde Mehmet Fuad’ın Nasreddin Hoca, Manzum Hikayeler başlığını taşıyan eseri ile Sami Ergun’un Manzum Nasreddin Hoca Fıkra ve Hikayeleri isimli eseridir.

Yazılarım

ismailgulec.net