Bektaşilik ve Alevilik Üzerine Yazılar

O hırka bildiğimiz hırkalardan değil

Hırka, sözlüklerde “kumaş parçası, yamalık; yamalı ve eski elbise” anlamına gelir. Tasavvuf dilinde ise dervişlerin giydikleri özel elbisenin adıdır. Erken dönemlerde zühdün sembolü olan hırka tarikatların ortaya çıkması ile zühd ve takvâ sembolü olarak giyilmeye başlandı. Tarikatına, zamana ve mekâna göre zamanla değişti ve pek çok çeşidi ortaya çıktı.

Her şeyin olduğu gibi hırkanın da hakkını veremeyenler oldu. Hırka giymekle derviş olduklarını sananları Yunus Emre şu dizelerle uyarır:

Dervişlik dedikleri
Hırka ile taç değil
Gönlün derviş eyleyen
Hırkaya muhtaç değil

İman ağacı

Dini daha iyi öğretmek için misal getirerek anlatmak Kuran-ı Kerim’in üslup özelliklerinden biridir. Allah Teala, Kitab-ı Mübin’inde birçok kavramı misal getirerek anlatmaktan çekinmez:

Allah’ın nasıl bir misal getirdiğini görmedin mi? Güzel sözü, kökü sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzetti. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara böyle misaller getirmektedir. " (İbrahim: 24-25)

Bu üslup hadis-i şeriflerde görülür. Hz. Peygamber de insanlar öğüt alıp iyice bellesinler diye benzetme yapmaktan çekinmez. İbn Ömer (ra) rivayet edilen bir hadis-i şerif:

Kurretü'l ayn-i "Habîb-i Kibriyâ"sın yâ Huseyn

İslam tarihinde okudukça içimizin burkulduğu, ağlamamak için kendimizi zor tuttuğumuz olayların başında Kerbela gelir. Hz. Hüseyn ve ailesinin şehit edildiği bu elim olayı anlatan eserler müstakil bir tür oluşturacak kadar çoktur. Şairlerimiz maktel-i Hüseyin veya Kerbela mersiyesi adı verilen şiirleriyle bu acıyı terennüm ederek hüzünlerini kelimelere dökmüşlerdir. Hüznünü kelimelere döken şairlerden biri de Kethüdâzâde Ârif Efendi’dir.

Merhum hocamız Mehmet Arslan’ın verdiği bilgilere göre asıl adı Hacı Mehmed Ârif Efendi olan Kethüdazâde 1768 yılında İstanbul'da doğdu. Şiirlerinde Ârif mahlasını kullanan şairimiz daha çok babasının mesleğiyle anılır.

Özde ben Mevlevî oldum da geldim

İsmini sık duymadığımız ve bilmediğimiz irfan kaynaklarımız var. Bunlardan biri de Nimrî mahlasıyla meşhur Nimrî Dede. Ahmet Buran’ın hayatını ve şiirlerini hazırladığı kitabında Nimrî Dede’nin teferruatlı bilgi bulabilirsiniz. Ben onun şiirlerinden biri üzerinde duracağım. Ama önce Ahmet Buran’ın kitabından hayatı hakkında kısa bilgi vereyim.

Nimri, Elazığ’ın Keban ilçesine bağlı yeni adı Pınarlar olan köyün eski adı. Orada doğduğu için kendine mahlas olarak Nimrî’yi seçen âşığımızın adı ise İsmail Dehmen.

Ramazan ve Bektaşi Fıkraları

Ramazan ayı gelince hep oruçtan, ibadetten bahsedilir. Ancak manevi iklim içinde ramazana has bir kültür ve sosyal hayat da ortaya çıkar. Ramazan’a has iftar ve sahur davetleri gibi insanların sosyalleştikleri ortamların yanı sıra mevsimine göre değişen sazlı sözlü eğlenceler de olur ve bunların hepsi bir şekilde Ramazan’la ilgilidir.

Teravihten sonra kurulan bu meclislerde dini ve ahlaki konuların yanı sıra hikayeler ve fıkralar da anlatılır. Çünkü insanın sadece öğrenmeye değil gülmeye de ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç da anlatılan fıkralarla sağlanır. Ramazan ve oruç olunca fıkralar da oruç, iftar, sahur ile ilgili komik denilecek olaylar anlatılır ve gülünür. Sahura kalkamayan, iftarını erken açan, oruç tutmakta zorlanan veya tutmayan, oruçlu iken yapılan ilginç davranışlar, olaylar hep fıkralara konu olur. Ancak fıkralar arasında Bektaşi fıkralarının yeri başkadır. Bektaşi babası, fıkralarda genellikle oruç tutmadığı için eleştirilen bir figürdür. Ancak Bektaşi babası, verdiği cevaplarla oruç tutup da ahlakını taşımayanların foyasını meydana çıkarır. Orucun nasıl tutulması gerektiğini öğretir adeta. Ne demek istediğimi birkaç fıkra ile açıklamaya çalışayım.

Kerbelâ’yı kana gark eyledi insan-i hazele

Bugün (18 Ağustos 2021), muharrem ayının onu, aşure günü. Şehadetinin 1382. yılında şehitlerin efendisi Hz. Hüseyin Efendimizi ve tüm Kerbela şehitlerini rahmet ve tazim ile andığımız bugünü anlatan o kadar çok eser ve şiir var ki sadece sıralamak haftaları alır. Ben binlerce şair arasından pek bilinmeyen birinin Kerbela’yı anlatan bir şiirini size tanıtmak istiyorum.

Genç ve çalışkan araştırmacılardan İlyas Kayaokay’ın neşretmesiyle haberdar olduğumuz İbrahim Kadem, 19. yüzyılda yaşamış, muhtelif kazalarda kaymakamlık yapmış bir bürokrat. Mersiye-i Âl-i Abâ isimli terciibendinde Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi karşısında takındığı tutumu görürüz. Daha fazla anlatmak yerine şiirlerinden muhibb-i ehl-i beyt olduğu anlaşılan bu Osmanlı kaymakamının şiirini ve kısa açıklamasını verirsem daha iyi olacak.

Güzel-i şāh-ı ḥarem māh-ı Muḥarrem güzeli
Ezelī ḥarp idilemezdi bu ayda ezeli
Nice ḥarp itdi Yezīd ḫā‘in-i dīn mübtezeli
Ṭā ḳıyāmet oḳunur nāmına la‘net ġazeli
Eyledi āl-i Resūl dīdelerin hūn-rīzeli
Kerbelā’yı ḳana gark eyledi insān hazeli

Mâh-ı Muharrem oldu. Meserret, haramdır.

Muharrem, hicrî takvimin ilk ayı ve 08 Ağustos Pazar akşamı ile girdik ve ertesi gün, yani 09 Ağustos, senenin ilk günü. 10 Muharrem ise, mâh-ı muharremde meserretin haram olmasına neden olan Hz. Hüseyin’in şehid edildiği tarih.

Fuzûlî, Hadikat'üs Sûeda’sına, Cebrail'in, Hz. Peygamber’e Hz. Hüseyin'in gelecekte şehid olacağı haberini vermesiyle başlar. Peygamberimiz hüzün içinde Hz. Hüseyin'i kimin şehid edeceğini sorar. Cebrail: “Hüseyin'i, senden sonra senin ümmetinden birileri Kerbelâ çöllerinde şehit edecek" der. Hz. Peygamber ağlamaya başlar. Hz. Ali, Hz. Peygamber'in birden ağladığını görünce ona niçin ağladığını sorar. Hz. Peygamber aldığı haberi anlatınca Hz. Ali de ağlamaya başlar. Az sonra yanlarına Hz. Fâtıma gelir. Bir yanda babası, öte yanda kocası ağlamaktadır. Niçin ağladıklarını sorar ve acı haber ona da söylenir. Bu sefer Hz. Fâtıma da ağlamaya başlar. "Babacığım bu iş ne zaman olacak" diye sorunca Hz. Peygamber, 'Benden, senden, Ali'den ve Hasan'dan sonra olacak” diye cevap verir. Hz. Fâtıma: 'Ey babacığım bu musîbet olduğunda sen olmayacaksan, ben olmayacaksam, Ali olmayacaksa, abisi Hasan olmayacaksa benim mazlumum için kim ağlayacak, kim üzülecek, yavrum garip mi kalacak?” diye sorduğunda Cebrail şu müjdeyi verir:

'Ey kadınların en güzeli ve en azîzi! Senin oğluna âhir zaman ehlinden Ehlibeyt bağlıları, Ehlibeyt âşıkları, kıyamete kadar ağlayacak."

Kızılbaş sûfîliği ne demek ola?

Bir önceki yazıdan sonra birkaç arkadaş ve okuyucunun, "Kızılbaş sûfîliği de nedir?" sorusuna muhatap olunca cevap vermek üzerime vâcib oldu.

Alevilikle ilgili tartışmalardan biri de Alevîğin ne olduğu meselesidir. Alevilik, bir tarikat mi, cemaat mi, din mi, mezhep midir? Yoksa bunlardan daha farklı bir inanç sistemi mi? Bu konuyu uzun zamandan beri düşünür, ancak Aleviliği nasıl tanımlayacağımı bilemezdim. Cevap verememenin nedeni ise günümüz Alevileri ile Alevi kaynakları arasında bir türlü kuramadığım ilgi idi. Rıza Yıldırım'ın her türlü takdiri hak eden son çalışması Menâkıb-ı Evliyâ'yı okuduktan sonra zihnimde taşıdığım bu sorunun cevabını da öğrenmiş oldum. Rıza Yıldırım'ın da ısrarla üzerinde durduğu ve en azından benim ilk defa duyduğum "Kızılbaş Sûfîliği" isimlendirmesi ile Alevîliğin bir tarikat olduğunu öğrendim.

Yıldırım'a göre, Kızılbaş sûfîliği, Safevî devletinin kurucu tarikatı Erdebiliyye ile Türkmen dindarlığının kaynaşması sonucu ortaya çıkan oluşum.

Hoş geldin Alman Aleviliği, hoşça kal Kızılbaş sûfîliği

Geçtiğimiz günlerde, gazetelerde Almanya'nın Kuzey Ren-Vestfalya Eyaleti hükümetinin, 10 Aralık'tan itibaren Aleviliği bir din olarak tanımaya başladığına, karşılıklı hak ve yükümlülükler belirlendiği "staatsvetrag" denilen bir devlet antlaşması yapıldığına dair haberler çıktı. İslâm din olarak kabul edilmeyip camilerin dernek konumunda görüldüğü Almanya'da cemevleri bu antlaşmaya göre ibadethane kabul edilecek.

Ülkemizde de cemevleri üzerinden başlayan tartışmalarda, Alevileri farklı inanca mensup kabul edip İslâm dairesinden çıkarmak isteyenlerin sesini işitiyorduk. Avrupa'dan gelen bu haberlerden sonra, böyle düşünenlerin şimdilik cılız ve ürkek sesle dile getirilen taleplerini çok uzun olmayan bir gelecekte, daha sık ve daha yüksek sesle işiteceğimizi görmek için kâhin olmaya gerek yok.

Söyle ey bâd-ı sabâ söyle Huseynim nerede

Başlıktaki mısra Kemal Edip Kürkçüoğlu’nun [ö. 1977] 1964 yılı muharreminde kaleme aldığı meşhur mersiyesine ait.

Kürkçüoğlu bizim için çok önemli bir isim. Ömrünü yitik mirasımıza ulaşmamız için feda eden kahramanlardan biri o. Türkçeyi devrinde onun kadar arı duru kullanan bir başkası var mıdır bilmem. Konuyu dağıtmamak için nesrinin akıcılığı ve duruluğu konusunu bir başka yazıya bırakıyorum.

Şikâyet etmem asla, çünkü memnûnum bu hâlimden.

Cihânın şüphe yok bi-sûd olur hurşid-i rahşânı

Diyerek yaptıklarının konuşulmasını ve bilinmeyi, tanınmayı istemeyen şair melâmî meşreptir. O yüzden ber-hayat iken şiir kitabı yayınlamamış.

Cibril var haber ver Sultan-ı Enbiya’ya

Muharrem ayı bizim için yastan daha çok hüzün ayı. Hz. Hüseyin’e ve onunla birlikte olanlara yapılan zulmü hatırlama ayı. Peygamberimizin hakkında ‘dünyanın iki çiçeği’ ve ‘âhirette cennet çocuklarının efendisi’ dediği ve ‘gözümün nuru’ diyerek sevdiği, Hz. Fatıma’nın kuzusu, Allah’ın aslanın aslanı Hz. Hüseyin’in başına gelenleri yazmayan şairimiz yoktur neredeyse. Kimileri bestelenip Kerbela’nın yıldönümlerinde okunur, dinleyenleri hüzün deryasına gark eder, göz yaşlarına boğar.

Ben de her sene farklı şiirler, kitaplar okumaya çalışırım bugünlerde. Ama aşağıda sözlerini aktaracağım maktel veya deyiş kadar samimi olanı ve sanki hadise şu anda cereyan ediyormuş gibi hissettireni az bulunur.

Nakaratları Musa Kazım Paşa’nın mersiyesi ile aynı olan Kağızmanlı Aşık Cemal’in meşhur maktel şu bent ile başlıyor.

Rıza Tevfik'in 'Bizim' redifli şiiri

 

Dergahlar ve Cemevleri ibadethane midir?

Ülkemizde son günlerde tartışılan ve önümüzdeki günlerde de uzun süre tartışılacağını düşündüğüm konulardan biri dergahlar ve cemevleri meselesi. Yasalara göre dergahların ve cemevlerinin statüsünü tartışmayacağım. O konuyu hukukçular, siyasetçiler ve siyasetbilimciler tartışsın.

İbadethaneler bir dinin tüm mensuplarının toplu olarak veya tek başlarına ibadet etmeleri için yapılmış özel mekânlardır. Dergah ve cemevleri ise dinin içinde belli bir grubun dinin genel kurallarına ilaveten kendilerini, hayatı ve dünyayı anlamak için çıktıkları yolculukta mensubu bulundukları tarikata has merasim ve nafile ibadetlerin yapıldığı özel mekanlardır. 

Devamını okumak için tıklayınız.

Günümüz Aleviliğinde namaz feraizden midir?

Okuyanların hatırlayacağı üzere bir önceki yazıda Alevilerin klasik dönem metinlerinde namaz meselesini ele almış ve bir sonraki yazıda günümüz Aleviliğindeki uygulamalara değinmeye çalışacağımı söylemiştim.

Konuya girmeden önce günümüzde Aleviliğin kabaca geleneksel ve modern olarak iki farklı başlık altında incelememiz gerektiğini hatırlatmış olayım. Bu ayrımı tarihî ve çağdaş olarak da yapabiliriz hiç kuşkusuz. Ancak bana, geleneksel ve modern olarak tasnif etmek daha doğru geliyor. Çünkü günümüzde birbirinden çok farklı hem sayıları her geçen gün daha da azalan geleneksel Alevilik hem de şehirleşme ile yeniden inşa edilen modern Alevilik bulunuyor. 

Devamını okumak için tıklayınız.

Alevi kaynaklarında namaz var mı?

Okuyanların hatırlayacağı üzere bir önceki yazıda Bektaşilikte namaz meselesini ele almıştım. Bu sefer aynı soruyu Aleviler için soracağım ve cevabını aramaya çalışacağım.

Yazı iki bölümden oluşacak. İlk bölümde Aleviliğin yazılı kaynaklarında namaz ile ilgili görüşleri aktarmaya çalışacağım. İkinci bölümde ise ki bir sonraki yazı olacak, günümüz Alevilerindeki uygulamalara değinmeye çalışacağım.

Alevilik üzerine çalışmanın doğasından kaynaklanan birtakım zorluklar var.

Devamını okumak için tıklayınız.

Bektaşiler namaz kılar mı?

Okuyanların hatırlayacağı üzere geçen haftaki yazıda Alevilikte namaz meselesine kısa bir yazı ile yazılamayacak genişlikte olması, karşılaşma ihtimalimin kuvvetli olduğu hakaretlerden çekinmem ve dede oldukları bilinen ve konu ile ilgili araştırmaları olan Alevileri bile suçlayanların bir sünninin yazdıklarına itibar etmeyeceklerini bilmemden dolayı girmeyeceğimi söylemiştim.

Birkaç arkadaşımın ısrarla yaz demesi üzerine bu satırları yazmaya cüret ettim. Ama Alevilerden önce Bektaşilikte namaz meselesine değineceğim. 

Devamını okumak için tıklayınız.

Şah İsmail namaz kılar mıydı?

Basında çıkan cemevlerinin ibadethane sayılıp sayılmaması tartışması bana, birkaç yıl önce sosyal medya ortamında bir arkadaşımızın sorduğu şu soruyu hatırlattı:

Yardım talebi: Aşağıda kaydedilen "Şah Hatâyî" mahlaslı nefesteki "İki rek'at namaz"ı anlamakta zorluk çekiyorum, anlamama yardımcı olabilir misiniz?

Şâhım gelir sağa sola bakınur
Şah hışmından gökte melek sakınur
Allah deyu ism-i a'zam okunur
İki rek'at namaz vardır kılana"

Yazının devamını okumak için tıklayınız.

Katarin Bektaşi Tekkesi

Katerin, Selanik’e, yaklaşık bir saatlik mesafede (70 km) Olimpos Dağı’nın doğu eteklerinde kurulmuş bir sahil kenti. Bugün Pontus mübadillerinin yaşadığı bu şehirde bir zamanlar halk arasında Sarı Abdullah Baba Tekkesi olarak bilinen Katarin Bektaşi Tekkesi şehrin merkezinde, eski hastane binasının batısında, 50 metre ileride bir park içinde.

Gitmeden önce şehrin girişinde ve otoban tarafında diye okuyunca oralarda aradık. Kimse de bilmiyordu. Nedense birinin aklına siz cami mi arıyorsunuz diye bir soru geldi. Ben de gelmişken bari orasını görelim dedim. Ümitsizlik içinde gitmişken birden aradığımız tekke ve türbeyü görünce ne kadar sevindiğimi bilemezsiniz.

Bugün bahçesinde suyu akmayan aslanlı çeşmesi, türbe binası ve hemen yanında Bektaşi taclı mezar taşı olan iki kabir var. Türbe elden geçirilmiş ve gayet temiz durumda. Kapısı kilitli olduğu için içine giremedik.

İskeçe Bektaşi Tekkesi ve Hacı Hasip Baba Türbesi

İskeçe’nin doğusundaki aşağı mahallelede Christou Kopsida 34’te bugün küçük bir kısmı kalmış bir Bektaşi tekkesi var. Gittiğimizde kapalı olduğu için içine giremediğimiz cadde ile sokağın köşesindeki kuçkuç tekkesi de denilen Hasip Baba tekkesi beyaz badanalı, kiremitli, orta büyüklükte kagir bir yapı. Önünde de dört mezar olan avlusu var. Belli ki büyük bir kısmı yola ve çevresindeki evlere gitmiş.

Tekke meşhur 1826 Vaka-ı Hayriye’den sonra tahrip edilir ve boşaltılır. Bu baskı uzun sürmez ve yirmi yıl içinde baskı gevşer, bir müddet sonra da Bektaşiler üzerindeki takibat kalkınca tekke yeniden faal olur. O dönemlerde postta Kesriyeli Hafız Kemalî Baba oturmaktadır. Hafız Baba’nın vefatının ardından yerine Limnili İbrahim Baba gönderilir. İbrahim Baba dergahın halini görünce üzülür ve İstanbul’dan, Mehmet Ali Hilmi Dedebaba’dan yardım ister. Mehmet Ali Hilmi Dedebaba bu iş için o zamanlar 86 yaşında olan Sütlüce Caferâbad dergâhı postnişini Hacı Hasib Baba’yı görevlendirir ve gönderirken de tamirat için bir tarih düşürür. Bu dörtlük kitabe olarak hâlen dergahın girişinde kapının üstünde asılır. Bir kısı boyanmış kitabe şöyle:

Karalar Köyünün Hızır Baba'sı

Bulgaristan’da Hızır Baba adıyla birkaç tane türbe var. Burada anlatılan Karalar (Gorna Krepost) köyündeki Hızır Baba.

Köye vardığımızda kahvedekiler sorduk Hızır Baba’nın yerini. Yerini gösterdiler ve kilitli olduğunu, anahtarının Veysal Aga’da olduğunu söyleyince biz de doğruca tarif edilen eve gittik. Köylülerin Veysal Aga’sı, bizim Veysel amcamız 91 yaşında bir yiğit. Onu evinden alıp türbeye gittik ve bize türbeyi gezdirdi.

Etrafı dağlarla çevrili köyün çevreye hâkim ve manzarası güzel bir tepesinde türbe. Türbenin bulunduğu alan çevrilmiş ve içinde türbeden başka iki katlı bir bina ve topluca yemek yenilmesine imkân sağlayacak uzun bir kameriye ile aynı anda birçok kazanın kaynatılabileceği uzun bir ocak var. İki katlı bina üst kat misafirler için hazırlanmış birkaç oda, alt kat mutfak ve meydana ayrılmış. Köyde cemler burada yapılıyor. Her sene kırk kazan kaynatırlarmış ve otuza yakın kurban adanırmış.

Türbe altıgen planlı, altı yamaçlı kiremitli çatısı var ve küçük bir girişten geçilerek giriliyor. Girişde 1939 tarihinin altında mermer üzerine şunlar yazılı:

Dobruca'da bir Bektaşi tekkesi: AKYAZILI SULTAN

Yolculuğumuz esnasında en kolay bulduğumuz yer Akyazılı Sultan Türbesi oldu. Kimseye sormadan bulduğumuz türbeyi daha uzaklarda iken farketmiştik, Tekkeköy’e (Obrocşite) girerken köprüyü geçer geçmez karşımıza çıktı. Müzeye çevrilen türbe ve imaret veya meydanevi onca savaş ve badireden sonra ayakta kalmayı başarmış çok önemli bir merkez. Bir külliye içinde olan türbenin konumu merkezi ve yol üzerinde olduğu için bulunması ve ulaşımı çok kolay olması avantaj ama çevrede Türk nüfusun kalmaması ve sahip çıkılmaması, senede bir gün ziyaretlerle çok uzun süre bu haliyle kalacağına dair ümitlerimi azaltıyor.

Kanuni Sultan Süleyman döneminde Hafız Halil Baba adına inşa edilmiş olduğu teftiş için görevlendirmeye dair bir belgeden anlaşılan ve günümüze kadar kısmen korunarak gelen, iç ve dış mimarisiyle dikkatimizi çeken Akyazılı Sultan Tekkesi çok bakımlı ve temiz bir bahçe içinde yer alıyor. Evliya Çelebi de gül bahçesi içinde olduğunu yazıyor. Bahçedeki sekiz sutun üzerine yapılmış şadırvan da oldukça etkileyici. Ancak bir zamanlar kubbesi olduğunu düşündüğüm bu yapının bugün üzeri açık. Bu haliyle de uzaktan şadırvan olduğu hemen anlaşılmıyor.

Bir zamanlar büyük bir merkez olduğu her halinden belli olan külliye bugün müze olarak hizmet veriyor. İki bölüm var para verilerek girilen. Biri eskiden imaret ve meydan olarak kullanılan ve müzeye çevrilen ana bina, diğeri Bulgaristan’da gördüğüm en büyük ve en yüksek yapı olan türbe.

Deniz Ali Baba Türbesi

Tutrakan’ın köylerinden birinde, eski adıyla Denizler şimdiki adıyla Varnentsi köyünde Deniz Baba’nın türbesi. Köye geldikten sonra bir iki kişiye sorup türbeyi bulduk.

Türbe köyün azıcık dışında ama yürüme mesafesinde, on dakikade gidilebilir. Çok geniş bir bahçe içinde etrafı çevrili bir alan içinde bulunuyor türbe. Meydanda türbenin yakınlarında eski mezar taşları da var ama yeni gömülmüş bir mezar göremedik. Temiz ve çimleri düzgün meydanda içinde kutlamalar ve toplu ziyaretlerde yararlanmak için yemek pişirmek ve ikram etmek için mekanlar hazırlanmış.

Bahçe içindeki etrafı çevrili alanın kapısı var ve yan yana döşenen üç sıra taş genişliğinde on metrelik bir yoldan geçilerek türbeye gidiliyor. Yolun kenarı tellerle çevrili, üzerine taklar yapılmış ve asmalar dikilmiş. Güzel bir hava verilmiş yola. Doğal olarak asmalardan önce çaputlar bağlanmış.

Sinan Köyü (Pomen) Erenleri

Eski adıyla Sinan, yeni adıyla Pomen Köyü Rusçuk’a bağlı az da olsa Bulgarların da olduğu bir Türk köyü. Razgrad’a daha yakın olmasına rağmen biz daha önce hazırladığımız güzergaha uygun olarak Silistre üzerinden gittik

Sinan (Pomen) köyü erenleri: Masul Baba, Sinan Baba, Veli Baba

Buraya gelirken baktığımız kaynaklarda üç türbeden bahsediliyordu. Mustafa, Sinan ve Hızır Babalar. Burada ise sadece Sinan Baba türbesi vardı. Diğer ikisi farklı idi. Masul ve Veli Baba. Muhtemelen isimler farklı kaydedildi ve karıştırıldı. Çünkü bölgede bu isimlerde çok sayıda baba türbesi var. Bize mihmandarlık yapan teyze de üçü dışında başka türbe olmadığını ısrarla söyleyince ben karıştırılma ihtimalinin daha kuvvetli olduğunu düşündüm.

Yağmurlu bir günde ve ikindi vakti vardığımız köyde, daha önce birçok köyde gördüğümüz gibi evlerin bahçe duvarlarının önündeki banklarda oturanlar vardı. Köylüler vakti gelince, işlerini bitirince kapılarının önüne çıkıyor, bu banklara oturuyor ve artık o gün gündemlerinde ne varsa onu konuşuyorlar. Gelirken de yanlarında yiyeceklerini ve içeceklerini de getiriyorlar. Genellikle kahve içtiklerini gördüm.

Şah İsmail Namaz Kılar Mı?

Facebook’ta bir arkadaşımızın şöyle bir paylaşımını gördüm:

Yardım talebi: Aşağıda kaydedilen "Şah Hatâyî" mahlaslı nefesteki "İki rek'at namaz"ı anlamakta zorluk çekiyorum, anlamama yardımcı olabilir misiniz?

Şâhım gelir sağa sola bakınur

Şah hışmından gökte melek sakınur

Allah deyu ism-i a'zam okunur

İki rek'at namaz vardır kılana"

Soruyu soran kişi muhtemelen iki rekat namaz ile ne kastedildiğini biliyordu. Emin olmak veya başka bir anlamı olup olmadığını öğrenmek için soruyordu. Belki de bir şeyleri öğretmek amacıyla sormuştu. Verilen cevaplar meselenin rayından çıkıp başka bir yöne doğru akmaya başladını gösteriyordu. Basit bir soru “Alevilikte namaz var mı, yok mu?” tartışmasına döndü.

Yapılan yorumları dört ana başlık altında özetleyebilirim.

Yazılarım

ismailgulec.net