Şîrî Baba’nın Devriyesi

Şîrî Baba, antolojilerde şiirlerinin yer almasına rağmen Bektaşî geleneği içinde akla ilk gelen isimlerden biri değildir. Bunda onun kim olduğu ve ne zaman yaşadığına dair bilgimizin olmamasının da etkisi olduğu muhakkak. Kim olduğunu bilmediğimiz bu şairi unutturmayan şiiri ise meşhur devriyesidir.

Sadeddin Nüzhet Şîrî Baba’nın Bektaşî şeyhlerinden Bektaş adındaki çelebilerden üçüncüsü olduğunu düşünürken Öztelli, devriyede mahlasın geçtiği mısradan hareketle Hamdullah adında biri olduğunu söylüyor. Ancak Hamdullillah ibaresinden adının Hamdullah olduğunu düşünmek biraz zorlama olmakta ve Ergün’ün görüşü bize daha makul gelmekte.

Hakkında yeterince bilgi olmasa da şiirlerinden Şîrî Baba’nın Bektaşî geleneğine bağlı ve kültürüne vakıf kıdemli bir Bektaşî şeyhi olduğu anlaşılıyor.

Devriyye ve devir nazariyesi

Edebiyatımızda bir tür olarak devriyeler devir nazariyesinin manzum ifade edildiği metinlerdir. Kaside ve gazel biçiminde yazıldığı gibi özellikle tekke edebiyatı temsilcileri dörtlükler halinde destan biçiminde yazar.

Devriyyeleri anlamak için devir nazariyesini bilmek gerekir. Kainatı ve içindeki varlıkların yaratılmasına dair bir inanç olan devir nazariyesi sudûr ve tecellî kavramları ile açıklanır. Bu düşünceye göre varlıklar mutlak varlıktan çıkmış olup muhtelif süreçlerden geçtikten sonra varlıkların en aşağı mertebesi olan madde ve bedene kadar iner. Kavs-i nuzûl veya hubût adı verilen bu iniş esnasında sırayla küllî akıl, dokuz akıl, dokuz nefis, dokuz felek, dört tabiat ve dört unsur geçilir. Daha sonra buradan kavs-ı urûc adı verilen yükseliş başlar. Yine sırayla önce madde, sonra maden, bitki, hayvan, insan ve kâmil insan seviyesine çıkar. Böylece esfele sâfilînden ahsen-i takvîme geçilir. Gelenek bu yolculuğu bir daire ile açıklar. Bir saat gibi 360 derece dönerek önce alçalıp sonra yükselerek seyir tamamladığı için devir adı verilir.

Nüzûl ve uruç iki defa olur. Biri bu dünyaya gelmeden önce, diğeri bu dünyaya geldikten sonradır. Bu dünyaya gelen insan fena mertebelerini aşarak nüzulu, beka mertebeleri aşarak da urucunu tamamlar ve dolunay gibi dairesini kemale erdirir. Bu devre seyr-i sülûk, devrini tamamlayana da insan-ı kâmil adı verilir. İnsan başladığı noktaya gelmiştir ancak başlangıçtaki hâli gibi değildir. Çünkü kemâle ermiş ve her şeyin hakikatine vakıf olarak hayat-ı ebedîye kavuşmuştur. İnsanın amacı en aşağı alemlere düştükten sonra tekrar geldiği alemlere dönmek ve ebedî hayatı kazanmaktır.

Devrini tamamlayıp kemâle gelmek “O’ndan geldik, O’na dönüyoruz.” ayeti ile izah edilir. Fakat her insan bu devri tamamlayıp kâmil olamaz. İniş ve çıkış seyirlerinde muhtelif vesile ve engellerle karşılaşırlar ve yolda kalırlar. Bektaşilerin vefat eden birinin ardından “Allah rahmet eylesin” yerine “Allah, devrini âsan etsin” demelerinin altında yolda kalanların çıkışlarını tamamlaları arzusu yatar. Son zamanlarda duymaya başladığımız “Devri daim olsun” sözünün ise gelenekte yeri yoktur.

Nûr-ı Muhammedî

Devriyelerde zikredilen ikinci bir devir daha vardır. Bu da nûr-ı Muhammedî olarak isimlendirilen nurun asırlar boyunca yaptığı yolculuktur. Bedene bürünüp dünyayı teşrif etmeden de var olan bu nur, Hz. Peygamber’den önce gelen peygamberlerde ve nebilerde de mevcut idi. Her biri kendi devrinin hükümlerine göre devrini aydınlatmıştı. Hz. Peygamber’in zuhuruyla da emanet sahibine teslim edilmiş oldu. Sahibi de emanetini kendisinden sonra gelecek velilere bıraktı.

Hazret-i Peygamber, cahiliyet devrinin karanlığında bir nur, bir güneş olarak doğdu. Cahiller o nurun ışığıyla aydınlandı ve aydınlananlar da etrafını aydınlatmaya devam etti. Esas güneş Allah, o güneşin nuru Hazret-i Peygamber, onun da nuru varisi olan ve ondan aldığı ışığı çevresine yansıtan kamil mürşitlerdir. Dolayısıyla kimi devriyelerde bu nurun dolaştığı Allah dostları da zikredilir.

Peygamberimiz’in devri ahir devir veya kamer devri olarak isimlendirilir. Dünyayı bu kamer yani dolunayda teşrifi, cismani devrinin tamamlanması dolayısıyladır. O, zaten tecelligâh olduğundan, nurani bir dolunay idi. Zahirî dolunayın, yani gelişinin tamamlanmasıysa, hazerât-ı hamse-i İlâhî’yi dolaşmasıdır. Yani, nâsuttan milk’e (Kudüs’e), oradan melekût, ceberût ve lâhuta kadar çıkmış ve tekrar geri dönüp görünerek kavsi yani daireyi tamamlamıştır. Dolayısıyla nüzûl ve urûç Hazret-i Peygamber’in gelişine ve miracına, yani daireyi tamamlayıp, bir dolunay oluşturmasına işaret eder.

Devir tenasüh değildir

Devriyeler zaman zaman tenasüh/reenkarnasyon ile ilişkilendirilir ve açıklanır. Ancak tenasühten çok farklıdır. Tenasüh inancında insan dünyaya defalarca gelir ve ruhun hayvanlara geçtiğine inanılır. Devir nazariyesinde böyle bir durum söz konusu değildir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Sadreddin Konevî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Yûnus Emre başta olmak üzere pek çok mutasavvıf şair tarafından dile getirilen devir nazariyesi düşüncesinin altında “Biz Allah’a aitiz, yine O’na döneceğiz” (Bakara 156), ayet-i kerimesi vardır ve tenasüh ile ilgisi yoktur.

Devriyelerle ilgili bir diğer inanç ve düşünce sistemi vahdet-i vücûddur. Şairlerin tevhid neşesi içinde geçilen tüm evreleri şahsî maceraları gibi anlatmaları devriyenin üslup özelliğidir. Bir diğer özelliği nebilerle evliyanın isimlerinin kronolojik olarak sıralanmasıdır. İnsanın ana rahmine düşmesi ile başlatanlar olduğu gibi öldükten sonra da devam ettiren şairler vardır. Ahiret hayatını anlatmayı fırsat bilen kimi müteşerri şairler kabir ve ahiret hayatının güçlüklerini anlatarak dinleyenlerin kendilerine çeki düzen vermelerini sağlamıştır.

Kimi mutasavvıf şairler, böyle bir itham ile karşılaşma ihtimalini düşünerek bunun tenasüh olmadığını ısrarla belirtmişlerdir. Ancak zaman içinde kimi aykırı görüşlerin Bektaşilik içinde kendine yer bulmasıyla tenasühe benzer ifadeler söyleyen şairlere tesadüf edilir. Melâmî ve Bektaşî şairlerin devriyyelere özel ilgisi olduğu çok açık. Kimi Alevi ozanları da devriyye söylemiştir. Şeriatin zâhirine muhalif, yoruma açık ve sembolik ifadelerle kaleme alınan devriyeler daha çok bu grup şairler tarafından yazılanlardır. İçlerinde tenasühe gidecek kadar aşırı olanlar da vardır.

Edebiyatımızda görebildiğim kadarı ile devriyyeler konusunda yapılmış derli toplu ilk çalışma Nusret Gedik’in doktora tezidir. Gedik, Kaygusuz Abdal, Sinan Ümmî, Niyazî-i Mısri, Resmî Giridî Ali Baba, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın mensur devriyeleri ile manzum devriyeleri inceler. Nusret Gedik’in tespit edebildiği kadarıyla aralarında Hoca Ahmet Yesevî, Yunus Emre, Aşık Paşa, Nesimî, Yazıcıoğlu Mehmed, Eşrefoğlu Rumî, Şah İsmail, Pir Sultan Abdal, Seyyid Nizamoğlu, Eroğlu Nurî, Ümmî Sinan, Hasan Sezâyî, Sunullah Gaybî, Niyazî-i Mısrî, Esrar Dede, Köstendilli Süleyman Şeyhi, Dertli, Erzurumlu Emrah, Eşref Paşa, Rıza Tevfik, Neyzen Tevfik, Ahmet Talat Onay gibi her tarikten mutasavvıf şairlerin bulunduğu 79 devriye vardır. Şîrî Baba’nınki de bu 79 devriye arasındadır.

Şîrî Baba’nın devriyesi ve açıklaması

Metni Derviş Ruhullah’ın antolojisinden aktarıyorum.

Cihân var olmadan ketm-i ademde
Hak ile birlikte yekdâş idim ben
Yarattı bu mülkü çünkü o demde
Yaptım tasvîrini, nakkâş idim ben

Cihan yoklukta gizlenmeden önce Hak ile birlikte idim. Bu dünya mülkünü yarattığı zaman tasvirini yapan nakkaş idim.

Kainatın nasıl yaratıldığına dair bir teori olan sudûra göre varlık mutlak birden çıkıp sıra ile kainatı oluşturur. İlk yaratılıştan önce O vardı, başka bir varlık yoktu. Hiçbir varlık yok iken O’nda idim, derken yaratılmadan önceki bahr-ı ama veya lâ-taayyün denilen alemden bahsetmektedir. Allah’ın kudretinin zuhur ve tecellî etmeden önceki haldir. Bu haller tamamen manevidir. İlk yaratılış taayyün-i evvel olarak isimlendirilir. İlk yaratılan şeyin ne olduğuna dair Tirmizi’de geçen bir hadise göre “Allah'ın ilk yaratığı şey kalemdir.” Hz. Cabir’in Allah'ın her şeyden önce ilk yarattığı şeyin ne olduğunu sorması üzerine verdiği cevap şöyledir:

- Ey Cabir! Her şeyden önce Allah'ın ilk yarattığı şey senin peygamberinin nurudur. O nur, Allah'ın kudretiyle onun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu. O vakit daha hiçbir şey yoktu. Ne Levh, ne kalem, ne cennet, ne ateş / cehennem vardı. Ne melek, ne gök, ne yer, ne Güneş, ne Ay, ne cin ve ne de insan vardı."

"Allah mahlukları yaratmak istediği vakit, bu nuru dört parçaya ayırdı. Birinci parçasından kalemi, ikinci parçasından Levhi (Levh-i Mahfuz), üçüncü parçasından Arş'ı/kâinatı yarattı." (Aclunî, Kefü'l-Hafa, I, 265-266).

Hadis-i şerifte de belirtildiği üzere ilk yaratılan nur-ı Muhammedî’dir. Daha sonra muhtelif rivayetlere göre değişmekle birlikte ruh, arş/kainat ve kalem sırasını takip eder. Hepsi, bir bütünün farklı mertebeleridir ve hepsi son yaratılan mahluk olan insanda toplanmıştır. İnsan ise önce ruhlar aleminde latif bir varlık olarak yaratıldı. Bu aleme de a’yân-ı sâbite adı verilir. Daha sonra kesafet kazanıp bu dünya alemine geldi.

Anâsırdan bir libâsa büründüm
Nâr u bâd u âb u hâktan göründüm
Hayru’l-beşer ile dünyâya geldim
Âdem ile bile bir yaş idim ben

Dört unsur elbisesini giydim ve ateş, hava, su ve toprak olarak görüldüm. İnsanların en hayırlısı Hz. Adem ile dünyaya geldim ve ben Adem ile aynı yaştayım.

Latif bir varlık olan ruhun kainata gelmesi ancak kesafete ete kemiğe bürünmesi ile mümkün olacaktır. Libas denilen elbisenin giyilmesi yapılması ile mümkün olacaktır. Bu elbise anasır-ı erbaadan dikilecektir. Bu dört unsur hava, su, toprak ve ateştir. İnsanın yaratılması ise önce yaşayabileceği kâinatın yaratılması ile mümkün olacaktır. Kainat da bu dört unsurdan oluşur. Dört unsurun en latifi havadır. Sonra letafet bakımından sırasıyla ateş, su ve toprak gelir. Su ve toprak görünürken hava ve ateş görünmez. Abdestin sadece su ve toprakla (teyemmüm) alınmasının nedeni görünür olmasıdır. Ateşin sıcaklığı görülmez, ancak alevi görülür ve sıcaklığı hissedilir.

Hayrü’l-beşer yani insanların hayırlısı Adem, üflenen ruhla önce latif âlemleri sonra o ruha anasır-ı erbaa elbisesi giydirilerek dünyaya gönderildi ve dört unsur elbisesi içine haps oldu. Adem elif, dal ve mim harflerinden oluşur. Dal harfinin ebceddeki karşılığı dörttür ve bu da anasır-ı erbaadan geldiğine işaret eder. Dolayısıyla bizler potansiyel olarak Hz. Adem’de olduğumuz için onunla birlikte yaratılmış olduk. Dolayısıyla onunla da aynı yaştayız. Sadece dünyaya ondan şu kadar bin yıl sene sonra geldik.

Âdem’in sulbünden Şît olup geldim
Nuh nebî olup tûfâna girdim
Bir zaman bu mülke İbrâhîm oldum
Yaptım Beytullah’ı taş taşıdım ben

Adem’in soyundan Şit olup geldim. Nuh peygamberle birlikte tufanı yaşadım. Bir müddet de Hz. İbrahim oldum ve onunla birlikte Allah’ın evine taş taşıdım.

Dörtlükte Hz. Adem’den sonra gelen üç peygamberin adı zikredilmtedir. Şit, Hz. Adem’in Habil’in ölümünden sonra ona bir lütuf olarak ihsan edilen üçüncü oğludur. Âdem’in çocukları arasında en güzeli, en faziletlisi, en sevileni ve kendisine en çok benzeyeni olan Şit’e, babasının ölümünden sonra sahifeler verilmiştir. Hz. Adem’in soyu Şit’ten devam ettiğine inanılır. İyiler Şit’in, kötüler ise Kabil’in soyundan gelir.

Verdiği mücadelenin anlatıldığı sureye adını veren Hz. Nûh, Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde diğer peygamberlere oranla geniş bir şekilde tanıtılan ve “ülü’l-azm” olarak isimlendirilen beş büyük peygamberden biridir. Rivayete göre putperestlik ilk defa Nûh devrinde ortaya çıkar. Kavmini uyaran, putlara taptıkları takdirde başlarına bir felaket geleceğini söyleyen Nuh’la çok zalim ve azgın olan kavmi dalga geçer. Bunun üzerine gelen emirle bir gemi inşa eder ve her hayvan türünden birer çift ile inananları gemisine alır. Büyük tufan olur ve inanmayanlar helak olur. O yüzden Nuh, insanlığın ikinci atası olarak kabul edilir.

Dörtlükte zikredilen son peybamber İbrahim’dir. Kuran’da Hz. İbrahim’den de uzun uzun bahsedilir. Onunla ilgili birçok olay anlatılır. Ancak şair onlardan sadece birine işaret eder. O da Kâbe’nin inşasıdır. Bunun seçilmesi Kâbe’nin sembolik değerinin yüksek olması ve insanın gönlünün remzi olması olsa gerektir. Onlarla birlikte olan şey aynı nur ve tevhid inancıdır.

İsmail göründüm bir zamân ey cân!
İshak, Yakup, Yusuf oldum bir zaman
Eyüp geldim çok çığırdım el-aman
Kurt yedi vücudum, kan yaş idim ben

Bir dönem de İsmail göründüm. Bir başka devirde İshak, Yakup ve Yusuf oldum. Eyüp olarak geldiğimde çok yalvardım. Tüm vücudumu kurtlar yedi ve ben onun akan kanı ve gözlerinden dökülen yaşı idim.

Bu dörtlükte isimleri geçen Hz. İshak ve Hz. İsmail aynı devirde yaşarken Hz. İbrahim’in torunu Hz. Yakup ve onun oğlu Hz. Yusuf ile aynı devirde yaşayan Hz. Eyüp onlardan sonra gelmişti. Ancak beş peygamberin ismi geçmekte birlikte sadece Eyüp peygamberle ilgili bilgi verilir. Eyyüb peygamber denilince mutlaka onun hastalığından bahsedilir. Kuran’da Eyyüb’ün Allah’a “Bu dert bana dokundu, sen merhametlilerin en merhametlisisin” diye dua ettiği ve duasıın kabul edilerek başına gelen felaketten kurtulduğu anlatılır. (el-Enbiyâ 83-84). İkinci geçtiği yerde ise onun durumu hakkında bilgi verilir:

“Kulumuz Eyyûb’u da an. O rabbine, şeytan gerçekten bana bir yorgunluk ve eziyet verdi, diye seslenmişti. Ayağını -yere- vur! İşte yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su -dedik-. Bizden bir rahmet ve aklıselim sahiplerine bir ibret olmak üzere ona hem ailesini hem de onlarla beraber bir mislini armağan ettik… Gerçekten biz onu sabreden bir kul bulmuştuk. Ne güzel kuldu o! Daima Allah’a yönelirdi” (Sâd 38/41-44).

Ayet-i kerimeden de anlaşılacağı üzere onun özelliği şeytanın kandırmasına kapılıp isyan etmemesi, sabrı ve çokça dua etmesi idi. Hz. Yakup ve Hz. Yusuf ile çağdaş olan Hz. Eyyüb, takva sahibi, yoksullara karşı merhametli, dulları ve yetimleri koruyup kollayan, misafirine ikram eden, yolculara hizmet eden ve Allah’ın verdiği nimetlere şükreden iyi bir insandı.

Şair bu beş peygamberin de aynı nuru taşıdıkları ve tevhid inancına hizmet ettiklerini ifade eder.

Zekeriyyâ ile beni biçtiler
Yahyâ ile kanım yere saçtılar;
Dâvûd geldim çok peşime düştüler
Mühr-i Süleymân’ı çok taşıdım ben

Biçilerek şehit edilen Zekeriye ile birlikte idim. Yahya’nın kanını döktüklerinde de onunlaydım. Davud olarak geldim, peşime düştüler. Süleyman mührünü çok taşıdım.

Dörtlükte bir kronoloji takip edilmediği görülür. Hz. Zekeriya ile Hz. Yahya Hz. Davud ve Hz. Süleyman’dan önce gelmesine rağmen onlardan sonra zikredilir. Ayrıca Hz. Yahya Hz. Zekeriya’nın, Hz. Süleyman da Hz. Davud’un oğludur. İki baba ve iki oğuldan bahsedilmektedir. Süleyman’ın mührünü taşıdığını söylemek için sonra söylenmiş olmalıdır. Dörtlüklerde kronolojiye dikkat edilirken dörtlük içinde kronolojik sıra değişebilmektedir ve bunun nedeni de üzerinde durulmak istenen konu ile ilgilidir.

Îsâ’nın müjdecisi olan Yahyâ’nın babası, annesi Meryem’in koruyucu olan Zekeriyyâ, Filistin bölgesinde yaşamış sâlih bir kimsedir. Yahudiler oğlu Yahyâ’yı idam ettikten sonra Kudüs’ten kaçan Zekeriyyâ, bir ağacın kovuğunda saklanırken şeytanın onun elbisesinin bir kenarını dışarıda bırakmasıyla saklandığı yer anlaşılmış ve Herod’un adamları ağacı keserek ikiye bölerek Hz. Zekeriyyâ’yı şehid etmişlerdi. Dörtlükte Hz. Yahya ve Hz. Zekeriya’nın şehit edilme biçimlerine telmihte bulunulur.

Hz. Davud ile birlikte anılan bir çok olay vardır. Onun sesinin güzel olması, orucu ve namazı, kuvvetli olması ve kendisinden çok daha büyük ve kuvvetli birini alt etmesi, devlet kurması ve adaletle hükmetmesinden bahsedilir. Davalı dinleyip davacıyı dinmelediği için uyarılmasına dair rivayetler de vardır. Oğlu Hz. Süleyman ise babasının devletini daha da büyütmüştür. Hz. Süleyman’ın anlatılan birçok özelliği vardır. Mühr-i Süleyman da bunlardan biridir. Atasözüne bile giren “Mühür kimdeyse Süleyman odur” mutlak hüküm sahibi ve yönetici olmanın alametidir. Mühr-i Sülayman’ı taşımak onunla birlikte yönetimde bulunmak anlamında kullanılmış olup aynı nurun ve adalet anlayışının Hz. Süleyman’da da devam ettiğini göstermektedir.

Mübarek asâyı Musâ’ya verdim
Rûhü’l-kudüs olup Meryem’e erdim
Cümle evliyâya ben rehber oldum
Mu’ciz-i murg-i huffâş idim ben

Mübarek asayı Musa’ya verdim, Ruhu’l-kudüs olak Meryem’e erdim. Cümle evliyaya rehber oldum ve Hz. İsa’nın mucize olarak gösterdiği yarasa idim.

Bu dörtlükte de kronolojik sıra gözetilmemiş, bir önceki dörtlükte ismi geçen peygamberlerden daha önce gelmiş olan Hz. Musa ile başlayıp Hz. İsa ile devam ettikten sonra evliyaya değinilir ve Hz. İsa’nın yarasa mucizesi ile dörtlük sonra erer. Hz. Musa’nın asası sihirbazları alt ettiği yarışma dışında çölde susuz kalan kavmine su bulmak için ve Kızıldeniz’i ortadan ikiye ayırmak için de kullanır. Asa hem peygamberlik hem de hükümranlık sembolüdür.

Ruhu’l-kudüs olup Meryem’e ermek ise Meryem’in herhangi bir erkek eli değmeden hamile kalmasına işaret eder. Ruhulkudüs Cebrail’in diğer adıdır. Kuran’da Hz. Meryem’e Hz. İsa’nın doğacağı müjdelenmesi anlatılırken “Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de ona ruhumuzu gönderdik. Meryem’e düzgün bir insan şeklinde göründü” (Meryem sûresi 17) denilmekte olup burada geçen “ruhumuz” ifadesiyle Cebrâil’in kastedildiği kabul edilir. Ruhu’l-kudüs ile birlikte Meryem’e haber veren benim, demiş olmaktadır.

Üçüncü dörtlükte geçen evliya ise öncesi ve sonrasında Hz. İsa’dan bahsediliği için havariler olmalıdır. Havarilere rehber olması ise Hz. İsa olmaklığa işaret eder. Dördüncü mısrada da mucizesi olduğunu söyleyerek tamamlar. Üç mısrada Hz. İsa’nın hayatını kısaca özetlemiş olur. Annesinden babasız bir şekilde doğması, havarilerinin olması ve can vermek gibi bir mucize sahibi olması.

Hz. İsa, Âl-i İmran sûresinde kavmini peygamber olduğuna inandırmak için “Ben size Rabbinizden (peygamberliğimin alameti olan) bir âyet ile geldim: Ben size çamurdan kuş biçimi gibi bir mahlûk yaparım da içine üflerim. Allah’ın izni ile derhal kuş olur…”. (49. Ayet) dediğinden bahsedilir. Kuşun cinsinden bahsedilmez ancak müfessirler bu kuşun yarasa olduğunu söylerler. Şairin Hz. İsa’nın nefesi ile canlanan yarasa olduğunu söylemesi insana üflenen ruh ile aynı olduğunu belirtmek içindir. Allah’ın izni ile vuku bulan yaratma bir mucize olarak bir kez daha tahakkuk etmiştir. Ancak yahudiler gözleri ile gördükleri mucizeye sihir diyerek yine inanmadılar.

Hz. İsa da nuru taşıyor ve tevhidi yaymaya çalışıyordu. Onunla birlikte olan şey şairin bedeni değil, şairin kendisini de dahil ettiği silsiledir.

Sulb-ı pederimden Ahmed-i Muhtâr
Reh-nümâlarından erdi Zülfikâr
Cihân var olmadan Ehl-i beyte yâr
Kul iken destinde bir taş idim ben

Ahmed-i Muhtar pederimin zürriyetindendir. Zülfikar ise yol göstericisi tarafından verildi. Bu dünya henüz ehl-i beyte yâr olmamışken ben onun elindeki taş idim.

Nihâyet Hz. Peygamber’e sıra geldi. Muhtar, seçilmiş, beğenilmiş anlamında olup Hz. Peygamber için kullanılan sıfatlardandır. Şairin pederim dediği Hz. Adem ile babası Abdullah’tır. Hz. Adem’in neslinden olması onun hem insan hem de peygamberlik bakımından zürriyetinden geldiğine işaret içindir. Ayrıca bizim gelenekte kabirde sorulacak suallerden biri de “Kimin zürriyetindensin?”dir ve cevabı Hz. Adem’dir. Hz. Adem ile başlayan zürriyet sonunda babası Abdullah vasıtasıyla Hz. Peygamber’e ulaşmış oldu.

Zülfikar, Hz. Peygamber’in Hz. Ali’ye hediye ettiği kılıcın adıdır. İki tarafı keskin, ortası yivli, uzunluğu yedi, eni bir karış, kabzasının ucu gümüşten, bağında bir halkası, ortasında yine gümüşten bir süs topuzcuğu olan ve meşhur bir kılıç ustası tarafından yapılan kılıç Bedir savaşı ganimetlerinden olup Uhud gazvesinden önce ““Lâ fetâ illâ Alî, lâ seyfe illâ zülfikār” (Ali’den başka yiğit, zülfikardan başka kılıç yoktur)” diyerek hediye ettiği rivayet edilir. Rehnüma yol gösterici, rehber anlamında olup Hz. Ali’nin rehnüması yani yol göstericisi ve rehberi Hz. Peygamber tarafından hediye edilmesine telmihte bulunulmaktadır.

Cihan yaratılmadan önce ehl-i beyte yâr olmak yani sevmek nûr-ı Muhammedî ile ilgili bir durumdur. Hz. Peygamber’in “Allah'ı seven beni sever, beni seven de, Ehl-i beytimi sever.” Buyurması ve Hz. Peygamber’in Habibullah yani Allah’ın sevgili kulu ve peygamberi olmasına işaret edilmektedir.

Hz. Peygamber’in kul iken yani peygamber olmadan önce elindeki taş ile kastedilen Hacerü’l-esved olmalıdır. Kabe’nin tamiri esnasında taşı yerine koyma hususunda anlaşamayanları bulduğu çözüm ile anlaştırıp sonra eliyle taşı yerine koymasına telmihte bulunulmaktadır.

Tefekkür eyledim ben kendi kendim
Mu’cize görmeden îmâna geldim
Şâh-ı Merdân ile Düldül’e bindim
Zülfikâr bağladım, tîğ taşıdım ben

Kendi kendime derin derin düşündüm. Mucize görmeden iman ettim, inandım. Mertlerin şahı Hz. Ali ile Düldül’e bindim, belime Zülfikar’ı bağladım ve sancak taşıdım.

Hz. Peygamber’den sonra nuru Hz. Ali taşımaya devam eder. Dörtlüğe tefekkür ettiğini söyleyerek başlayan şair mucize görmeden iman ettiği söylemesi imanının sağlamlığına ve nasıl iman edilmesi gerektiğine işaret eder. Mucize görmeden iman edenlerin başında Hz. Hatice ve Hz. Ali gelmektedir. Burada şairin kastı Hz. Ali olmalıdır.

Bir gün Resûl-i Ekrem Efendimizi Hazret-i Hatice ile namaz kılarken gördü. Hayran hayran seyredip namaz bitince,

- Nedir bu?
diye sordu. Resûl-i Ekrem,
- Ey Ali, bu Allah'ın seçtiği, beğendiği dindir. Ben seni bir olan Allah'a îmân etmeye davet eder, insana ne faydası ne de zararı dokunmayan Lât ve Uzza'ya tapmaktan sakındırırım.
dedi. Hz. Ali, bu teklif karşısında tatlı çocuk bakışlarını yere dikerek bir an durakladı. Sonra şöyle dedi:
- Benim şimdiye kadar görmediğim, işitmediğim bir şey bu. Babam Ebû Talib'e danışmadan bir şey diyemem."

Fakat, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, henüz davasını açıkça ilân etme emrini almış değildi. Bu sebeple Hz. Ali'yi ikaz etti:

- Ey Ali, dedi. Eğer söylediklerimi yaparsan yap. Yok eğer yapmayacak olursan, gördüğünü ve işittiğini gizli tut. Kimseye bir şey söyleme!"

Hazret-i Ali, bu ikaz üzerine sırrını muhafaza edeceğine söz verdi. O geceyi düşünerek geçirdi. Şafak aydınlığı ile birlikte gönlüne de aydınlık doğdu. Resûlullahın huzuruna giderek,

"Allah, beni yaratırken Ebû Talib'e sormadı ki, ben de Ona ibâdet etmek için gidip kendisine danışayım.

dedi ve Müslüman oldu.

Şâh-ı merdan Hz. Ali’nin lakaplarından biridir. Mert yiğit, cömert ve adil kimseler için söylenir. Hz. Ali de adil, cömert ve yiğitlerin şahı, başıdır diyerek en büyük yiğitin Hz. Ali olduğunu söylemektedir. Düldül ise Hz. Ali’nin atının adıdır. Savaşlardaki en büyük yardımcısıdır.

Zülfikar daha önce geçmişti. Tiğ ise Hz. Ali’nin sancağıdır. Hz. Peygamber’in iki siyah sancağından birini Hz. Ali taşırdı. Hz. Ali’nin sancağı onun yolundan sonra gelenler tarafından taşındı. Tiğ taşıdım derken Hz. Ali’nin ardından onun sancağını taşıdığını söylemiş olmaktadır. Hz. Ali’nin sancağı ise ehl-i beyt sevgisi ve onların yolunda yürümektir.

‘Sekâhüm’ hamrından içildi şerbet
Kuruldu ayn-i cem ettik muhabbet
Meydana açıldı sırr-ı hakikat
Aldığım esrâra sırdaş idim ben

Sekâhüm içkisinden şerbet içildi. Cem ayini kurulup muhabbet ettik. Hakikat sırrı meydana açıldı ve orada duyduğum sırlara sırdaş oldum.

Bu dörtlükte cem ayinlerinden bahsedilmektedir. Sekâhüm İnsan suresi 21. Ayetinde geçer. Cennet hayatı tarif edilirken “Rableri onlara tertemiz bir içecek içirecektir” şeklinde ifade edilir. Bektaşilikin temelinde meydan-ı şerifte icra edilen cem ayinleri için çok önemlidir. Meydanda içilen dolu, bâde gibi isimlerle anılır ve şerbet olarak isimlendirilir.

Sasanî hükümdarlarından Cem’e isnat edilen âyin-i cemlerin iki özelliğinden biri ilk mısrada söylenmişti. İkinci özelliği de muhabbettir. Muhabbet Bektaşilikte bir ibadet biçimidir. Burada muhabbet nefeslerle, deyişlerle ehl-i beyt sevgisini dile getirmektir. Meydanın kendine has kuralları vardır ve bunlar meydana katılmayan veya katılmaya hakkı olmayanlara anlatılmaz. Bu sır hakkında muhtelif görüşler ileri sürülmüş, olmayan şeyler söylenir olmuş iftira derecesine varacak ithamlarda bulunulmuştur. Bu sır tüm tariklerde olup özel sohbetlerde ve muhabbetlerde konuşulan sırdır ve yabancılar söylenmez. Sır olması ve söylenmemesinin nedeni mevzuyu bilmeyenlerin ve hissedemeyenlerin anlayamamaları ve bundan dolayı birtakım gereksiz tartışmaların çıkma endişedir. Şair, bu cemlerde öğrendiklerini ve gördüklerini kendisine emredildiği gibi yabancılarla paylaşmadığını ve sakladığını ifade ederek sırrın muhafaza edilmesinin gerektiğini de hatırlatmış olmaktadır. Bu devriyede anlatılmak istenenin de sırlardan biri olduğunu hatırlatmış olayım.

Hidâyet erişti bize Allah’tan
Bîat ettik cümle, Resûlüllah’tan
Haber verdi bize seyr-i fillahtan
Selmân-ı Pâk ile yoldaş idim ben

Hidayete Allah’ın lütfuyla erdik. Hepimiz Resulullah’a biat ettik, sen hak peygambersin dedik. O da bize Allah’ta seyrin nasıl olduğunu anlattı. Onu dinleyenlerden Selman-ı Pâk ile de yoldaş idim.

Şair burada Hz. Peygamber risaletle görevlendirildikten sonraki hali anlatır. Allah’tan hidayetin erişmesi Hz. Peygamber’in insanları hak dine davet etmeye başlamasıdır. Cümle ile kastedilen daveti kabul eder Mekkeli ve Medineli müslümanlardır. Biat etmek İslam’a girmeden önce söylenen ve verilen sözlerdir. Tarikata girerken de biat edilir ve söz verilir. Buna ikrar vermek denilir.

Seyr fillah dervişin süluku esnasında yaşadığı hallerden biridir. Dervişin Allah’ın güzel isimlerinin hakikatini anlama sürecidir. Yolun sonu ise fenâ fillahtır. Seyr fillah aynı zamanda dervişin seyrüsülukundaki mertebesini gösterir. Derviş “Allah’tan başka mevcut yoktur.” sözünü söylediğinde tenzihi de teşbihi de bu cümlenin içinde toplar. Bu gördüğü her şeyin ona Allah’ı hatırlatması demektir. Bu noktada devreye giren mertebeler ilallah, Alallah, Billâh, Hanillah, Fillâh, Maallah ve Lillâh olmak üzere yedi tanedir. Fillah dördüncü mertebedir, yolun ortasıdır. Bu mertbelerin her biri farklı idrak seviyelerine işaret eder ve hepsi kendinden kendinedir. Yani kişinin nefsini ve kendini bilme sürecidir. Yedi mertebenin sonunda kişi kendini de bilmiş olur.

Adı Selman-ı Farisî olup Bektaşî geleneği içinde Selmân-ı Pâk ise suffe ashabından olup Hz. Peygamber’in “Selman bizden, ehl-i beyttendir.” Diyeceği kadar yakın arkadaşlarındandır. Hz. Peygamber’in saçlarını traş ettiği için berberlerin piri kabul edilen Selmân kırklar cemine katılanlardandır, 17 kemerbestedendir ve hakkında anlatılan menkıbeden de anlaşılacağı üzere Hz. Ali’nin de yakın arkadaşıdır. Selman ile yoldaş olmak ile hem Hz. Ali ile yoldaş olmak hem de Bektaşi geleneğine bağlı olmak kastedilir.

Şükür matlûbumu getirdim ele
Gül oldum feryâdı verdim bülbüle
Cem olduk bir yere Ehl-i Beyt ile
Kırklar meydânına ferrâş idim ben

Allah’a şükürler olsun, arzu ettiğime kavuştum. Ben gül oldum, feryat etmeyi bülbüle bıraktım. Ehl-i beyt ile bir olduk, cem olduk. Ben o cemde kırklar meydanının süpürgecisi idim.

Şair dörtlüğe muradına erdiği için şükreder başlar. Muradının kırklar cemine katılmak olduğu diğer mısralardan anlaşılır. Gül sevgili, bülbül ise aşığın sembolüdür. Âşık iken ma’şûk olduk demesi onun mürid ve derviş iken mürşid olmasına işaret eder. Çünkü derviş mürşidine âşık olmadan mertebeleri aşamaz. Mertebelerin sonunda ise âşık olan ma’şûk olur. Bunun bir sonrası ve en sonu ise âşık-ma’şûk bir olması aşktan başka bir şey kalmamasıdır.

Ehl-i beyt ile cem olması Bektaşi geleneğindeki kırklar meclisi veya cemine yapılan bir atıftır. Kırklar meclisinin özelliği Hz. Peygamber’in Miraca çıktığı gece toplanılmasıdır. Hz. Peygamber’in de katıldığı meclistir. O cemde on iki görevli vardır. Selmân-ı Pâk yani tertemiz Selman’ın görevi de meydanı temizlemek, süpürgeciliktir. Dolayısıyla kırklar meclisinin ferraşı yani Selman’ı idim, demektedir.

İkrâr verdik cümle düzüldük yola
Sırr-ı fâş etmedik asla bir kula
Kerbelâ’da İmam Hüseyin’le bile
Pâk ettim dâmânı gildaş/kiltaş idim ben

Hepimiz ikrar vererek yola çıktık. Asla yabancılara sırrımızı açıklamadık. Kerbela günü Hz. Hüseyin ile birlikte etekleri tertemiz yapan toprak idim.

Bu dörtlükte şair bize tarihin en elim olaylarından birini hatırlatır. Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit edildiği gün orada olduğunu ve Hz. Hüseyin ile birlikte kanını akıttığını söylemektedir. İkrar vermek yukarıda da belirtildiği üzere genelde bir tarikata, özelde ise Bektaşiliğe girmek için verilen sözdür. İkrar verilirken talipten gördüklerini ve duyduklarını yabancılarla ve ehil olmayanlarla paylaşmayacağına dair söz alınır. Şair bu söze sadık kaldığını ve sırrı izin verilmeyen hiç kimse ile paylaşmadığını ifade eder.

İlk iki dize yola çıkmadan verilen sözdü. Yola çıkınca başa gelecek belalara ve eziyetlere katlanılması gerektiğini Kerbela hatırlatırak söylenir. Yezid’in emriyle adamları Hz. Hüseyin’i ve onunla birlikte aralarında kundaktaki bebeklerin de olduğu 72 kişinin şehit edildiği ve kanlarının aktığı Kerbela’nın kutsal kabul edilen toprağı olduğunu söylerken o gün orada Hz. Hüseyin ile birlikte olduğunu da ifade etmiş olmaktadır.

Şu fenâ mülküne çok geldim gittim
Yağmur olup yağdım, ot olup bittim
Urum diyârını ben irşâd ettim
Horasan’dan gelen Bektâş idim ben

Şu dünyaya çok defalar geldim, gittim. Yağmur olup yağdım, ot olup bittim. Rum diyarını doğru yola ileten Horasan’dan gelen Hacı Bektaş’ım.

Dörtlüğe şairin dünyaya çok defa gelip gittiğini söyleyerek başlaması akla reankarnasyonu getirmektedir. Ancak ikinci mısrada yağmur yağıp ot bitmesi ile bir ruh göçünden bahsetmediği anlaşılır. Dünyanın döngüsünden bahsedilmektedir. Yaşayan canlılar ölür, toprak olur. O toprağa yağmur yağar, bitkiler yeşerir. O bitkileri yiyen hayvanları insanlar yer. İnsanlar da ölünce toprağa gömülür. Böylece tekrar madde aleminin bir parçası olur. Bu dünyaya ait olan maddeler bu dünyada kalır.

Üçüncü dize ile birlikte söz Bektaşîlerin piri Hacı Bektaş’a gelir. Hacı Bektaş Velî, Horasan’dan kalkıp Rum diyarı denilen Anadolu’ya gelmiş ve burada Horasan’da öğrendiklerini halka anlatarak Anadolu’nun müslümanlaşmasına katkıda bulunmasından bahsedilmektedir. Rum abdallarının pîri olan Hacı Bektaş Anadolu’nun büyük evliyasındandır. Böylece Hz. Adem’le başlayan devir Hacı Bektaş’a kadar ulaşmış olmaktadır.

Gâh nebî, gâhi velî göründüm
Gâhî uslu, gâhî deli göründüm
Gâh Ahmed, gâhi Alî göründüm
Kimse bilmez sırrım kallaş idim ben

Bazen peygamber bazen de veli göründüm. Bazen akıllı bazen deli göründüm. Bazen Ahmed bazen de Ali göründüm. Benim sırrımı kimse bilmez çünkü ben iki yüzlü idim.

Bu dörtlükte devir bitmiş tevhid başlamıştır. Nebi ve velilerin hakikati tebliğ etmekle mükellef olduklarına işaret edildikten sonra Allah dostlarının yaşadıkları toplumlarda bazen çok akıllı olarak hürmet gördükleri bazen de deli zannedilerek kendi halinde bıraktıklarını söylerken tarih boyunca yaşayan Allah’ın sevgili kullarının durumlarına işaret edilmektedir. Ahmed ile Hz. Peygamber’in kastedildiği açıktır. Bektaşilikte Hz. Peygamber ile Hz. Ali birbirlerine ayna olmuşlardır ve ikisi de birdir. Kalleş iki yüzlü davranıp aldatanlara söylenen hakaret içeren sözdür. Ancak şair burada bir hakaretten daha çok bir durumu izah sadedinde bu sözü zikreder. Dördüncü dize ilk üç dizede nebi-veli, akıllı-uslu ve Ahmet-Ali olarak geçen durumu açıklamak için söylenmiştir. İki yüzlü olması hep iki farklı şekilde görünmesinden dolayıdır. Dışarıdan bakanlar için ne olduğu bilinmez iken hakikati bilenler için ikisi de birdir. Buradaki sır ile kastedilen halkın nazarında nebi-veli, akıllı-deli ve Ahmed-Ali farklı iken Hakk’ın nazarında bir olmasıdır.

Şimdi hamdulillah Şîrî dediler
Geldim, gittim zâtım hiç bilmediler
Kimseler bu remzi fehm etmediler
Her gelen mahlûka kardaş idim ben

Çok şükür bana Şîrî mahlasını verdiler. Gelip gitmeme rağmen beni kimse tanıyıp bilmedi. Kimse de bu remzi, bu işareti anlamadı. Çünkü her gelen mahlukun kardeşi idim.

Şair en sonunda sözü kendisine getirir. Dörtlüğe mahlasının Şîrî olduğu için Allah’a şükrederek başlar. Şîr aslan demek olup Şîrî bir aslana mensup anlamına gelir. Burada aslan ile kastedilen Allah’ın aslanı olan Hz. Ali’dir. Dolayısıyla ben Ali’ye bağlıyım, onun bendesiyim, der ve bununla da övünür, haline şükreder.

Devriyenin başından beri sıraladığı isimler ve devirleri hatırlatır ve kimsenin kendisinin onlarla birlikte olduğunu fark etmediğini söyler. Üçüncü mısra ise aslında bunun bir remz bir sembol olduğunu, kendisi ile aslında hakikat-i Muhammediye ve nûr-ı Muhammediyeyi kastettiğini söylemiş olur. Her gelen mahluka kardeş olması ise yaratılan cümle mahlukatın Allah’tan bir eser taşıdığına işaret etmek içindir.

Görüldüğü gibi Şîrî Baba’nın devriyesi bir hakikatin öyküsüdür. Bu hakikat dünyayın yaratılması ile başlayan ve hâlen devam eden bir gerçektir. Bu gerçeğin farkında olanlar olduğu gibi olmayanlar ve anlamayanlar da vardır.

Şîrî Baba’nın devriyesi dört bölümden oluşur. İlk bölüm Hz. Adem ile başlayıp Hz. Muhammed ile biten dörtlüklerdir. Kuran’da 28 peygamberin adı geçerken Şîrî Baba sadece 15’ini zikreder. Bunlardan da Nuh tufanı, Hz. İbrahim’in Kabe’yi inşa etmesi, Eyyüb’ün hastalığı, Zekeriya’nın şehit edilmesi, Süleyman’ın mührü, Musa’nın asası, İsa’nın yarattığı kuş, Meryem’in babasız çocuk doğurmasına değinilir. Diğerleri sadece ismen zikredilir. Buraya kadar olan bölüm ilk bölümdür.

İkinci bölüm ehl-i beyt ve Hz. Ali’den bahseden dörtlüklerdir. Burada Hz. Ali ile birlikte anılan Zülfikar ve Düldül ile onun velayetini hatırlataran olaylara göndermede bulunulur.

Üçüncü bölümde Bektaşî yolundan bahsedilir. Bu yol Hz. Ali ile başlayıp Selman-ı Pâk ile devam eder ve Hacı Bektaş ile ortaya çıkar. Bu bölümde özellikle Bektaşiliğin ne olduğu ve nasıl olması gerektiğine dair işaret vardır. Son bölüm ise şairin kendisinden bahsettiği dörtlüklerdir. Burada şair ile kendisini kastettiği gibi aynı zamanda bir Bektaşî dervişinden de bahsetmiş olmaktadır.

Şîrî Baba’nın devriyesinden de anlaşılacağı üzere reenkarsasyon ile ilgili bir durum söz konusu değildir. Kainat ile birlikte yaratılan bir nurun asırlar boyunca insanlar arasında dolaşmasından bahsedilmektedir. Bu nurun taşıyıcıları ve temsilcileri insanlar arasında bir isim ve sıfat sahibi iken Hak katında görevleri bakımından bir olduklarına işaret edilmiş olmaktadır.




Bu yazıyı, Facebook'ta paylaşayım...

Bu yazıyı, Twitter'da paylaşayım...

Bu yazıyı, LinkedIn'de paylaşayım...

Bölümler

Yazılarım

Yazılarımı okuyabileceğiniz sayfadır.

Kitaplarım

Kitaplarımı görebileceğiniz sayfadır.

Basında

Basındaki haberleri görebileceğiniz sayfadır...

Etkinlikler/Takvim

Tüm etkinlik, toplantı ve konuşmalarımın haberini takip edebileceğiniz sayfadır.

Videolar

Arebeskin sosyal ve kültürel temelleri

02:00 Arabeskin Anlatılmamış Hikayesi
03:00 Arabesk Nedir, Nasıl Ortaya Çıktı?
04:00 Arabesk Müzik Türkiye'de Ne Zaman Ortaya Çıktı?
11:00 Arabesk İle Gecekondu ve Göç Arasında Nasıl Bir İlişki Vardır?
13:30 Arabesk Hitap Ettiği Kitle Bakımından Caz ve Blues İle Kıyaslanabilir mi?
16:00 Arabeskin Gelişmesinde Almanya'nın Nasıl Bir Katkısı Oldu?
19:00 Türk Müziğinin Benzersiz Bir Türü: Arabesk
27:00 Mısır'ın Müzik Dünyasındaki Yeri ve Etkisi
31:00 Arap Müziği Türkiye'yi Nasıl Etkiledi?
38:00 Arabeskin Anlatılmamış Hikayesi

Hanya Mevlevihanesi'nden İzmir'e Kevser Şevki'nin İz Bırakan Anıları

02.00 Hanya Mevlevihanesi'nden İzmir'e Kevser Şevki'nin İz Bırakan Anıları
03:00 Hanya Mevlevihanesi'nde Yaşam Kültürü
05:15 Hanya Mevlevihanesi'nden İzmir'e Kevser Şevki'nin İz Bırakan Anıları
08:30 Hanya Mevlevihanesi'nin Kurucusu Kimdir?
13:00 Hanya Mevlevihanesi'nde Yaşam Kültürü
19:00 Hanya Mevlevihanesi'nden İzmir'e Kevser Şevki'nin İz Bırakan Anıları
21:00 Kevser Şevki'nin Kurtuluş Savaşı Hatıraları
26:00 Hanya Mevlevihanesi'nden İzmir' Kevser Şevki'nin İz Bırakan Anıları
30:00 Girit'te Hıdırelles Kutlamaları Nasıl Yapılırdı?
38:00 Kevser Şevki'nin Manisa Mevlevihanesi İle Olan Münasebeti Nasıldı?
41:00 Girit Mevlevihanesi'nin En Önemli İşlevi Nedir?

ismailgulec.net