Süheyl Ünver, Abdülaziz Mecdi Tolun’dan ne öğrendi?

Süheyl Ünver, kendine mahsus özellikleri olan eşi benzeri nadir görülen devr-i kadim efendilerinin tarif edilmesi zor son temsilcilerinden biri idi. Dahiliye mütehassısı bir hekim, Türk tıp tarihi araştırmacısı, üniversitede hoca, sanat tarihçi, ressam ve müzehhip yönlerinin yanında diğerleri kadar bilinmeyen bir yönü daha var: Şairliği. Neredeyse hiç bilinmeyen yönü ise onun Abdülaziz Mecdi Tolun’un dervişi olduğudur.

Hekimlik ve üniversite hocalığı maişetini temin ettiği mesleğiydi. Hayatını idame ettirmek için hekimlik yaparken kaybolmakta olan şehirlerimizin özellikle İstanbul’un güzelliklerini, yıkıldıklarında aslına uygun bir şekilde inşa edilebilmesi için resimlendirdi. Türk kültürünün zaman girdabında kaybolmaması için hayatı boyunca çalıştı, gayret etti. Sahip olduğumuz kültür hazinesi yok olmadan elinden geldiğince bir şeyler kurtarmaya çalıştı.

Süheyl Ünver’in herkes tarafından bilinen sanatçılığı ve sanat eserlerini muhafaze etme gayretini, annesinin babası olan devrinin meşhur hattatlarından Mehmet Şevki Efendi’den (1829-1887) tevarüs ettiğini düşünebiliriz. Onun, ancak çok yakınları tarafından bilinen ve fark edilebilen tasavvuf hayatını ve dervişliğini anlamak için ise babasının memleketi Tırnova’ya kadar gitmek gerekiyor.

Öğrenciliği ve gençliğinden itibaren sohbetlerine katıldığı, mürşid-i hassı ve canberaber dostu Abdülaziz Mecdi Tolun’un (1865-1941) Fatih türbedarı Tırnovalı Ahmet Amiş Efendi’nin (1807-1920) dervişi olduğunu hatırlatırsam ne demek istediğim sanırım daha iyi anlaşılacaktır.

“Sen âlemi bileceksin, âlem seni bilmeyecek” diyerek kendini saklayan Süheyl Bey’i yakınen tanıyanlar onun manevi dünyasının zenginliğinin farkıda idiler. Gölpınarlı onun için “Mecdi Bey’in bütün hakikati Süheyl Bey’dedir. Ama o, sahip olduğu manevi zenginliği hiçbir zaman belli etmez, başı önünde çiçek boyamakta, süslemeler yapmakla kendini gizlemektedir.” derken onun bu konudaki hassasiyetine dikkat çeker. Hocası Abdülaziz Mecdi Efendi’nin tarifiyle o hicâb-ı a’zam olan bir mürşiddir. O kendini saklamayı başarmış, ancak gönül gözü kâmilleri farkedebilecek kadar açık olanlara bir parçasını göstermiştir.

Küçük bir divan oluşturacak sayıdaki şiirlerinde onun düşünce dünyasına dair izler bulmak mümkündür. Tasavvufi bir neşve ile yazdığı bu şiirlerden Süheyl Bey’in benimsediği tasavvuf anlayışını öğreniyoruz.

İstemem redifli gazel

Süheyl Bey’in 9 Mart 1923’te 25 yaşında iken aruzun remel bahrinde yazdığı, mürşidi ve üstadı Abdülaziz Mecdî Efendi’ye olan muhabbetini gösteren İstemem redifli gazeli üzerinden bir müridin mürşidini nasıl sevmesi gerektiğini ve mürşidin müridine neler öğrettiğini öğreniyoruz. Gazeli, Ahmet Güner Sayar hocamızdan iktibas ediyorum.

İstemem

Ben bu kalbimde ilâhî, başka sultân istemem
Dilrübâsın tende cânım, başka bir cân istemem

Gördüğüm sen, duyduğum sen bildiğim hem olduğum
Ben bunun gayrıya lâyık dürr-i irfân istemem

Yok muhakkak kalmadı bende vücûd-ı ârızı
Her umûrum sende cârî, başka ünvân istemem

Yok bu âlemde görünmüş ayrı bir dîdâr-ı yâr
Nispetimsin tâ ezelden gayrı bürhân istemem

Dîde-i Hakk’ınla baktıkça göründü birliğin
Lâkin ammâ sûretimde şekl-i tâbân istemem

Ben lisânımla Ene’l Hak lâfzını etmem bir an
Hâlimi cânım bilirsin lâfz-ı üryân istemem

Gözlerim ma’tûf-i cânânım olur dâim benim
Sen tecelli eyledikçe başka seyrân istemem

Sen duâmı müstecâb ettin kemâl-i lutf ile
Gayriye hiç bende olmam kimseden nân istemem

Yok Süheyl’in hiç vücûdu, var olan sensin Hüdâ
Ben bunu bildikçe yârim, başka cânân istemem

Fenâ fişşeyh olmadan fenâ fillah’a erişilmez

Bu güzel gazeli anladığımız kadarı ile açıklamaya çalışalım.

Abdülaziz Efendi’nin Amiş Efendi’den taallüm ettiği tasavvuf anlayışında mertebeler fena ve beka olmak üzere ikiye ayrılır. Kulun bekâ bulması için kendini ifnâ etmesi gerekir. Fena mertebelerinde sırasıyla ef’alini, sıfatını ve zatını ifna ettikten yani yok ettikten sonra bekâ mertebeleri gelir. Fiil, sıfat ve zatını ifna eden müridin bu hâli fenâ filllah makamıdır. Fenâ fillah olmadan önce mürid fenâ fişşeyh ve fenâ firresûl olur. Mürşidinde fena olmadan ötelere gidemez. Mürşidinde fenâ bulmak kısaca her daim mürşidini düşünüp ona benzemeye çalışmak olarak tarif edebiliriz.

Henüz 21 yaşında tıbbiyede öğrenci iken bağlandığı Abdülaziz Mecdî Efendi’nin 22 yıl hizmetinde bulunan ve onun talim ve terbiyesinden geçen Süheyl Ünver’in mürşid-i azizine hitaben henüz yolun başında iken yazdığı bu gazel, onun nasıl bir aşk deryasında yüzdüğünü göstermesi bakımından da önemlidir.

1. Ey Allah’ım, bu kalbimde senden başka sultan istemem. Gönülleri çalansın, tenimde cansın, başka bir can istemem, ihtiyacım yok.

Bu beyitte öne çıkan kelimeler sultan, dilrübâ, tende candır. Bu kelimelerin her biri sözlük anlamlarından farklı olarak Süheyl Bey’in de mensubu olduğu yolun yolcularının durumunu açıklar. Sultan, malum olduğu üzere mutlak hakimiyetin sembolüdür. Şairimiz kalbinin mutlak hakiminin Allah olduğunu ve ondan başka bir sultanı istemediğini söylerken mutlak ve ezeli bağlılığını ifade eder. Onun için başka sultan olması Allah’a şirk koşmaktır. Şair ise şirk koşmaktan sakınmakta, tek sultan olarak Allah’ı kabul etmektedir.

Niyâzi Mısrî’nin “Tende canım canda cananımdır” sözlerinin bir başka ifadesi olan ikinci mısrada ise dikkatimizi çeken kelime dilrübadır. Dil ve rüba kelimelerinden mürekkep olan kelime gönül kapan, gönül çalan anlamına gelmekte olup edebiyatımızda herkesi kendine aşık eden güzel için söylenir. Şair için Allah bir sevgilidir, ma’şuktur. Öyle bir maşuktur ki şairin tenine yani bedenine hayat veren O’dur, canlandıran O’dur. Dolayısıyla O’ndan başka bir cana ihtiyaç yoktur. Can ile kastedilen dünyana yaşama amacıdır. Şairin bu dünyada yaşama gayesi sevgilisi yani Allah’tır.

2. Gördüğüm, duyduğum, bildiğim hasılı olduğum ne varsa hep sensin. Senden başka hiç kimseden irfan incileri istemem. Senden aldığm irfan incileri bana yeter.

Bir derviş için mürşidini sevmek her şeyin başında gelir. Müridin gözü mürşidinden başkasını görmez, başkasını duymaz, başkasından bir şey öğrenmez, başkasını taklit etmez. Mürşidinin ağzının içine bakar, gözlerini mürşidinden ayırmaz, anlattıklarını kulağına küpe yapar. Gördüğü her hareketini taklit eder. Hâsılı bugün zaman zaman eleştirilen gassal elindeki mevta gibi olur.

İrfân incileri hakikat sırlarına dair sözlerdir. Tasavvufun gayesi bu sırlara vakıf olmaktır. Bir hazine olan mürşidin gönlünde saklı olan bu irfan incilerini oradan çıkarmanın yolu şeyhini dinlemek ve sözlerini yerine getirilmesi gereken bir emir gibi dinlemek ve ona göre yaşamaktadır. Kâmil bir mürşidi olan müridin gayrıya ihtiyacı yoktur.

3. Var olmak için bir başka varlığa ihtiyacım kalmadı. Her işim sende ve seninle, başka bir ünvan istemem.

Arızî bir şeyin aslında olmayıp sonradan olan, gelip geçici olan, belirli bir süre için bulunan şeyler için kullanılır. Vücûd-ı arızî ise geçici bir süre sahip olduğumuz varlığımızdır. Bu varlığa doğum ve ölüm arasında geçici bir süre sahip oluruz. Tasavvufta ölmeden önce ölmek ile varlığımızın mutlak olmadığını, geçici olduğunu anlamak ve daha sonra bu geçici varlığın heva ve arzularını yok ederek onu öldürmek kastedilir. Süheyl Ünver mürşidine, artık kendisine ait bir varlık olmadığını, kendisinin olmadığını, mürşidinde ifna olduğunu yani fenâ fişşeyh olduğunu bir kez daha ifade etmektedir. Bu mısra Ahmet Avni Konuk’un “Hakîkatte vücûd-ı mutlak ile vücûd-ı mukayyetten gayrı bir şey yoktur ve vücûdun hakîkati ikisinde de birdir.” sözlerini idrak ettiğinin itirafıdır.

Şair, “Her umûrum sende câri derken” bir önceki beyitte “gördüğüm sen, duyduğum bildiğim hem olduğum” diyerek dile getirdiği hâli açıklar gibidir. Bu dünyada sayısız ünvan varken mürit ünvansızlığa talip olmalıdır. Bunun ilk kademesi ise bir mürşide bende olmaktır. Mürşide bende olarak iki olan mürid mürşidinde kaybolarak bir olur.

Arizî vücudun ortadan kalkması sonucunda ise ortada kul kalmaz, daha doğrusu kulun iradesi kalmaz. Şair “her umurum” derken kastettiği yapıp ettiği her şeydir. Ünvan ise bu dünyaya aittir ve onun varlığını ifna edenlerin başka bir ünvana ihtiyacı yoktur. Bir mürit için mürşidine bende olmak yeter, gayrı ünvana ihtiyacı yoktur. İstemediği ünvanlar arasında profesör, vali, sanatçı, büyük adam gibi insanların sahip olmak istediği bu dünyaya ait ünvanlar olduğu gibi şeyh, derviş ve mürşid gibi ünvanları da istemez. Çünkü bu ünvanlar arızî varlık alametidir ve iddia taşır. İddia varsa ikilik devam ediyor demektir.

4. Bu âlemde senden başka bir sevgilinin cemâlini görmedim. Baksam da gözlerim senden başkasını görmez. Ben ezel bezminde senin benden olmuşum, bunun için bir delil istemem.

Didâr yüz, veche demek olup edebiyatımızda yârin güzel yüzü için kullanılır. Aşık için maksat sevgilinin yüzünü görebilmektir. Tasavvufta ise didâr Cenâb-ı Hakk’ın mümin kullarına cennete vâdettiği görünüşüdür, tecellîsidir. Dervişlikten maksat bu lütfa nâil olmaktır. Şair tevhid neş’esi içinde söylediği bu mısrada her nereye baksa Cenab-ı Hakk’ın tecellisinden başka bir şey görmediğini ifade etmiş olmaktadır.

İkinci mısrada anlam nispet kelimesi üzerinde yoğunlaşır. Nispet, sözlükte “iki şeyin veya parça ile bütünün nitelik veya nicelik bakımından birbirine göre olan durumu” olarak tarif edilir. Şair nispetimsin derken şeyhine seslenmekte ve “var olmak için sana ihtiyacım var, ancak senin ile ve senin sayende var olabilirim” demektedir.

Şair bu beyitte mürşidin müridin gözündeki yerini bir başka zaviyeden anlatır. Âşık sevgilisinden başkasını görmez, düşünmez. Her neye baksa sevgiliyi görür, her şey gözüne sevgili görünür. Bu hâl ise müridin kaderidir. Bu âşık olmaklık Allah’ın henüz dünyayı yaratmadan önce ruhları yarattıktan sonra onlara “Elestü bi-Rabbiküm: Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorup ruhların, “Belâ (evet), sen bizim Rabb’imizsin” diye cevap verdikleri ezel meclisinde kararlaştırılmıştı. Şair, seni sevmem ezelde mukarrer idi. Dolayısıyla seni sevmek ve sana bende olmak için başka bir delile ihtiyacım yoktur, demektedir.

5. Hak gözünle baktıkça birliğin âşikâr oldu, anlaşıldı. Ancak ben suretimde parlak ve şa’şaa istemem.

Dide-i Hak, Hakk’ın gözü anlamına gelmekte olup fenâ fillah makamındaki dervişin halini beyân eder. Fiillerini, sıfatlarını ve zâtını ifna eden, yok eden derviş artık kendisi olmaktan çıkmış her ne yaparsa Hak olmuş, Hak ile birlikte yapmıştır. Dünyaya dair nokta kadar iz, işaret ve alaka kalmayan gönlün gözü ile bakıldığında O’ndan ve tecellilerinden başka bir şey görülmemesine dikkat çekilmektedir. Süheyl Bey bu durumu dostlarına ve öğrencilerine “Ne güzel huzuru var ki hep oradayım.” diyerek ifade eder.

Şairimiz bu beyitte bir tevhid ehli olarak mürşidinin kendisine tevhid dersi verdiğini anlatır. Burada marifet Hakk’ın gözüyle bakabilmektir. Ancak o vakit ayrı-gayrı olmaz. Bu beyit Yunus’un;

Yetmiş iki millete aynı gözle bakmayan
Halka müderris olsa, Hakk’a asidir

Sözlerinin bir başka ifadesidir. Marifet tevhidi görmek ve bilmektir. Hâl böyleyken şâirimiz cümle millet içinde kendisini fark ettirecek bir şekil ve kıyafet istemez. Ona göre dervişlik tâc ile hırkada değildir. Bu sözlerden kocaman sarıklar sarıp işlemeli cüppeler giymenin şairin takip ettiği yolda hoş karşılanmadığını anlıyoruz.

Şair, öyle gösterişli, uzaklardan bile farkedilecek kadar şaşalı kıyafetlere, insanların dikkatini çekecek, hayranlığını kazanacak suretlerle işim yok derken melâmet hâline işaret etmektedir.

6. Ben dilimle “Ene’l Hak” sözünü asla söylemem. Benim ne olduğumu cân mesabesinde olan sevgilim bilsin, yeter. Böyle her şeyi ulu orta konuşmak, sırları fâş edecek lakırdılar etmek istemem.

Hallac’ın başına gelenlere telmihte bulunulan bu beyitte şair önemli bir hakikate dikkat çeker. Şeyhinden aldığı terbiye gereği ondan duyduğu her şeyi olur olmaz yerlerde söylemez, her önüne gelene anlatmaz. Duyduklarını, gördüklerini, yaşadıklarını, hissettiklerini olduğu gibi aktarmaz. Bu tür hakikatler gönülde olur ve gizli kalmalıdır. Âşık ile ma’şûk arasında yaşananları anlatmak ayıptır, edepsizlik kabul edilir.

“Lisanımla ene’l-Hak demem” sözlerini hocası Abdülaziz Mecdî’nin “Evliyanın havfı, hüznü yoktur. Yalnız kitmân-ı esrarı vardır. Boşboğazlık ederse kapatıverirler. Gevezeliğin manası yok” sözleriyle birlikte okuduğumuzda lafz-ı üryanın aynı zamanda gevezelik olduğunu anlıyoruz.

Süheyl Ünver’in mensubu olduğu gelenek hakikatleri dil ile söylemez. Çünkü dil ile söylendiğinde hakikat olmaktan çıkar. Şaire göre Hallac’ın katline sebep olan bu sözler lafz-ı üryândır, boş sözlerdir. Oysa âşığın yani dervişin hâlini, ne durumda olduğunu Allah bilmektedir, dolayısıyla hakikatine vakıf olmayanların anlamayacağı kelimeleri halk içinde söylemeye, dile getirmeye, anlatmaya gerek yoktur. Bu ancak havassu’l-havas arasında dile getirilebilir. Çünkü söyleyen de dinleyen de sözü doğru anlar, saptırmaz, sapıttırmaz. İdrakten aciz olanların ve havsalası almayanların bühtanlarından rahatsız olmamak için dile getirilmez.

Bu beyitle şair aslında mürşidinden çok daha fazla şeyler öğrendiğini ancak bunu orta yerde söylemeye mezun olmadığını da ifade etmiş olmaktadır. İkinci mısra ile mürşidi hakkındaki hissiyatını mürşidinin bildiğini dolayısıyla tekrar söylemeye, başkalarına ilan etmeye gerek olmadığını açıkça ifade eder.

7. Gözlerim her an sevgilide, ondan başkasını görmez. Sen tecelli eyledikçe başkasına bakmak istemem

Bu beyit, Osman Şems Efendi’nin Necâtî’nin meşhur gazeline yazdığı nazirede geçen “Gözü dünyâ mı görür âşık-ı dîdâr olanın” mısraının farklı bir ifadesidir. Gerçekten seven kişinin gözü sevdiğinden başkasını görmez. Bu durumu ifade ettikten sonra şair bu durumun devam etmesi için adeta mürşidinin tecelli eylemesini şart koşmaktadır.

Bu mısra hem şart hem de dua olarak anlaşılabilir. Ne olur, tecellilerin devam etsin ve ben o tecelliler karşısında kendimden geçeyim, içinde kaybolayım, diyerek yalvarmaktadır.

Tecellî müridin kalbinde gayp âlemlerine âit nûrların ortaya çıkması, ilâhî feyzin kapte zuhur etmesidir. Buna cilve de denir. Farklı mertebelerde zuhur eden tecellileri idrak etmeye keşf diyoruz. Keşf yolu ile tecellileri idrak etme hâli ise cennetteki yaşantının bu dünyadaki fragmanıdır. Tadan bir daha tatmak ister ve asla unutmaz. Şairimiz bu küçük ama yaşaması cihâna değen hallerin devamını istemektedir.

8. Sen büyük bir lütuf ile duâmı kabul ettin. Bu saatten sonra ben kimsenin kapısına gidip ekmek istemem.

Dua etmek mürit olmak istemek, duanın kabul edilmesi ise mürit olarak kabul edilmektir. Bir mürşit isteyen herkesi mürit olarak kabul etmek zorunda kalır. Kimisini hazır olmadığı için kimilerini de meşrebi uymadığı için kabul etmeyebilir. Dolayısıyla bir kimse için kâmil bir mürşid tarafından mürit olarak kabul edilmek büyük lütuftur, ikramdır. Şair ilk mısrada bu hakikate işaret etmektedir. Böyle ulu bir sultanın kapısında bende olduktan sonra başka bir kapıya gidip ekmek istemem, yani başka bir şeyh efendiye gidip ona intisap etmem, bir başkasından feyzlenmem, demektedir.

Bu beyite müridin yetişmesi için için çok önemli olan bir husus dile getirilmiştir. Bir kere el öpüp bağlandıktan sonra bir başkasına gidilmez, ders alınmaz, soru bile sorulmaz.

9. Süheyl’in varlığınden zerre kadar bir şey kalmadı. Ey Allah’ım! Var olan bir şey varsa o da sensin. Ey sevgili (mürşidim)! Ben bu hakikati bildikten sonra başka bir sevgili ister miyim?

Şair kendisine seslenerek şiiri adete tek mısra ile özetlemektedir. Vücud O’na aittir, O’ndan başka varlık sahibi yoktur. Var olduğunu zannettiğimiz şeyler hayaldir, evhamdır. Bu hakikati öğrendiği andan itibaren, bir diğer deyişle bu mertebeye erdiğinden beri başka cânân istemeyeceğini, yani başka hiçbir şeye gönül vermeyeceğini söyler. Kendisini böyle bir yüce makama yükseltenin mürşid-i azizi olduğunun farkında olduğu için yapıştığı eteğini asla bırakmayacağını söyleyerek gazelini bitirir.

Derviş yolun başında iken mutlak hakim bir sultana, bir mürşide ihtiyaç duyar. O mürşidi canından çok sever. Anlattıklarını kulağına küpe yapar, sözünden çıkmaz. Aralarında geçenleri, duyduklarını ise yabancılara anlatmaz. Mürşidinden başka mürşit aramaz, ondan başkasından feyzlenmez. Şeyhinde fena bulur. Dervişliği ezelde takdir olunmuştur. İnsanların idrak etmekte zorlanacakları hakikatleri ulu orta yerlerde söylemezler. Ehl-i tevhiddir. Mürşidi tarafından müritliğe kabul edilmesi dualarının kabul edilmesidir, büyük bir lütuftur. Yolun başında sultan olan mürşid zamanla uğruna can verilecek bir sevgili olur. Bu gelenekte cânân olmak sultan olmanın üzerinde bir makamdır. Gerçek ve mutlak hakimler âşığın bir an bile tereddüd etmeden uğruna canını vereceği sevgililerdir.

Şiirden anladığımız kadarı ile şairi, kâlden çok hâle, suretten çok sîrete önem veren ehl-i tevhid ve muvahhid bir melâmîdir. Tasavvuf anlayışı müesses tarikat ve tekkeden farklı olup muhabbet ve tevhid üzere gidilen bir yoldur. Ezcümle Süheyl Ünver, kelâm-ı nâtık olan Abdülaziz Mecdî Efendi’den “men arefe nefsehü fekad arefe rabbehü” sırrını talim edip irfân-ı hakikîyi öğrenmiş, mualliminin sırr-ı Mevla’yı kalbine telkin etmesiyle sükun bulmuş, bir damla iken bahr-i bî-nihayette yok olmuş bir velidir.

Not: Süheyl Ünver hakkında notlar ve sözler Ahmet Güner Sayar’ın Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun (İstanbul: Ötüken, 2024) kitabından alıntılanmıştır.




Bu yazıyı, Facebook'ta paylaşayım...

Bu yazıyı, Twitter'da paylaşayım...

Bu yazıyı, LinkedIn'de paylaşayım...

Bölümler

Yazılarım

Yazılarımı okuyabileceğiniz sayfadır.

Kitaplarım

Kitaplarımı görebileceğiniz sayfadır.

Basında

Basındaki haberleri görebileceğiniz sayfadır...

Etkinlikler/Takvim

Tüm etkinlik, toplantı ve konuşmalarımın haberini takip edebileceğiniz sayfadır.

Videolar

Arebeskin sosyal ve kültürel temelleri

02:00 Arabeskin Anlatılmamış Hikayesi
03:00 Arabesk Nedir, Nasıl Ortaya Çıktı?
04:00 Arabesk Müzik Türkiye'de Ne Zaman Ortaya Çıktı?
11:00 Arabesk İle Gecekondu ve Göç Arasında Nasıl Bir İlişki Vardır?
13:30 Arabesk Hitap Ettiği Kitle Bakımından Caz ve Blues İle Kıyaslanabilir mi?
16:00 Arabeskin Gelişmesinde Almanya'nın Nasıl Bir Katkısı Oldu?
19:00 Türk Müziğinin Benzersiz Bir Türü: Arabesk
27:00 Mısır'ın Müzik Dünyasındaki Yeri ve Etkisi
31:00 Arap Müziği Türkiye'yi Nasıl Etkiledi?
38:00 Arabeskin Anlatılmamış Hikayesi

Hanya Mevlevihanesi'nden İzmir'e Kevser Şevki'nin İz Bırakan Anıları

02.00 Hanya Mevlevihanesi'nden İzmir'e Kevser Şevki'nin İz Bırakan Anıları
03:00 Hanya Mevlevihanesi'nde Yaşam Kültürü
05:15 Hanya Mevlevihanesi'nden İzmir'e Kevser Şevki'nin İz Bırakan Anıları
08:30 Hanya Mevlevihanesi'nin Kurucusu Kimdir?
13:00 Hanya Mevlevihanesi'nde Yaşam Kültürü
19:00 Hanya Mevlevihanesi'nden İzmir'e Kevser Şevki'nin İz Bırakan Anıları
21:00 Kevser Şevki'nin Kurtuluş Savaşı Hatıraları
26:00 Hanya Mevlevihanesi'nden İzmir' Kevser Şevki'nin İz Bırakan Anıları
30:00 Girit'te Hıdırelles Kutlamaları Nasıl Yapılırdı?
38:00 Kevser Şevki'nin Manisa Mevlevihanesi İle Olan Münasebeti Nasıldı?
41:00 Girit Mevlevihanesi'nin En Önemli İşlevi Nedir?

ismailgulec.net