Dünya inananlar için niye zindan olur?

Anlattıklarına göre Hâfız ibnu Hacer, şeyhülislam iken bir gün etrafını saran büyük bir cemaatle birlikte, haşmetli ve güzel bir heyete bürünmüş halde pazara uğrar. Derken kılık ve kıyafeti pejmurde, eskimiş ve yağlara bulanmış bir elbise içerisinde sıcak zeytinyağı satan bir Yahudi kendisine doğru yaklaşıp atının yularından tutar ve “Ey şeyhülislam, inanıyorsun ki peygamberimiz, ‘Dünya mümine zindan kafire cehennemdir.’ Demiştir. Sen hangi zindandasın ve ben hangi cennetteyim.” İbnu Hacer şu cevabı verir: “Ben Allah’ın bana ahirette hazırladığı nimetlere nisbetle, hâl-i hazırda sanki hapiste gibiyim. Sen de sana ahirette hazırlanan azaba nisbetle cennette gibisin.” Yahudi bu cevap üzerine Müslüman olur.

Şu halde; inananlar, başlarına gelecek musibet ve belalara, sonunda ebedi mutluluğa kavuşma ümidiyle sabretmeli ve dünya hayatını ne kadar zenginleştirmeye çalışırlarsa çalıştırsınlar asla Allah tealanın cennette bahşedeği hayata nisbetle daima zindan gibi olacağını akıllarından çıkarmamalıdırlar.

Sühreverdi ise bu hadisi şöyle açıklamaktadır: Zindan ve ondan çıkış müminin kalbinde saatler ve vakitlerin geçmesiyle birbirini kovalayıp dururlar. Zira nefiste nefsanî bir sıfat zuhûr edince kalbe zamanı karartır ve onu darlık ve sıkıntıya atar. Nitekim zindan darlık ve dışarı çıkmaya engel olmaktan ibaret değil midir? Kalp her zaman uhrevi zevkleri arzulayıp fezâyı melekûtta tenezzüh ve ezeli cemâlin müşâhedesi kaygısıyla dünyevî heveslerin kötülüklerinden uzaklaşmak ve acil şehvetlerin kayıtlarından kurtulmak istese şeytan ona bu kapıyı kapar. Nefs-i emmâre ipiyle sarkarak önüne çıkar, berrak hayatını bulandırır, kişi ile tabiatının sevdiği mualla zevkler arasına bir engel gibi girer. İşte bu hal zindanların en muhkem ve dar olanıdır. Zira kim kişi ile onun sevgilisi arasına girerse ona yeryüzünü, bütün genişliğine rağmen daraltır. Bundan da kişinin nefsi daralır.

İsmail Hakkı Bursevî (ö. 1725) ise bu hadisi Mesnevi şerhinde şöyle açıklamaktadır:

Ve dünyânın cennet hükmünde olduğu kalp hâline itibâr iledir. Ve illâ fî-nefsî’l-emr zindândır. Hadisde gelür: Dünya mümine zindan, kafire cenneddir. Hakîkati budur ki, dünyânın bâtını nûr ve zâhiri nârdır. Zîrâ dâr-ı mihnet ve ibtilâdır. Pes, bu nûr-ı bâtına mazhar olanlara nâr-ı zâhirden zarar yokdur. Nitekim Hazret-i İbrahim aleyhisselâma nâr-ı zâhir berd ü selâm olmak ile gülistân oldu. Yani ol ter u tâzelik İbrahim’in bâtınında dâim idi. Sonra eseri zâhirinde dahi zuhûr eyledi. Pes nârın dünyâdan adem-i irtifâı nûrun vücûdunu münâfi değildir.

 

Ve son olarak devrimiz kamil mürşitlerinden Lütfi Filiz’in yorumu:

Bir mürşit, saliklerine kâinatın, insanın, âfakın, enfüsün ne olduğunu, aralarında ne gibi farklar bulunduğunu öğretmeye çalışır. Bundan sonrasını bulmak saliğin kendi yapacağı iştir. Bunu, efendinin, saliğini sarayın kapısına kadar getirip, orada bırakması olarak nitelendirebiliriz. Bundan sonra içeri girecek olan saliktir. Sarayın kapısının önüne geldiğinde: “Efendi yok” diyen salik hapı yutar, çünkü o, efendiyi bilememiş demektir.

Saliğin şaşırmaması ve daima gönlünde bulabilmesi için, aslen suretsiz olan efendiye bir suret verilmiştir. Yapan ve çatan, görünen mürşit değil, onun içindeki efendidir ve o efendi hiç bir zaman kötü bir iş yapmaz. Saliği yalnız bırakmayan da, o görünmeyen efendidir. Sarayın kapısına kadar gelindiğinde dışarda kalacak olan, görünen mürşittir. Saraydan içeri o hayalle girilir, ama içerde O görüldüğünde de aynı hayal aranırsa, arayan yanar, çünkü o zaman “Mekrettiler ve Allah ta mekretti, Allah mekredenlerin hayırlısıdır” olur ve işe yeni baştan başlamak gerekir.

İnsan çalışıp, çabalayıp mürşidinin de himmetiyle sarayın kapısının önüne kadar gelebilir ve oradan sarayın bahçesinin güzelliklerini seyredebilir, ama saray o bahçeden ibaret değildir ki... İçerde daha ne güzellikler, ne hazineler vardır. Ancak, oraya insan kendisi giremez. Girmesi gerekeni tutup, içeri çekiverirler. Zaten mürşidin de müridini kapıda bırakmasının nedeni budur.

Bir salik gerçekten tam tecerrüd (Soyunma) âlemine gelip, yok olduysa, o zaman var olan O’dur. Bu durumun dışında: “Bende tecelli etti” demek doğru değildir. Biz tecerrüd âlemine ulaştırabilmek için, ef’al mertebesinde ef’ali, sıfat mertebesinde sıfâtı, zat mertebesinde de kendinizi Hakk’a verdirerek, size yol göstermeye çalışıyoruz. Zat’a gelip, vücudunu, hatta düşüncelerini bile Hakk’a verende ne kalır? Sadece O...

Ama, O verileni almayacağı için kişide kalacak olan, O’nun ihsan edeceği güzel huylar olacaktır. Bunlar, O’na verdiklerine karşılık olarak O’nun saliğe ihsanlarıdır. Sonuçta, evvelce sıfât-ı beşeri ile dolaşan salik, artık sıfât-ı ilahi ile dolaşacaktır. Aslında, kendinden başka bir şey olmadığına göre, sıfâtın tümü O’nundur, ama ikisi arasındaki fark cezaların ayrılmasında ortaya çıkar. İnsan sıfât-ı beşerî ile zindanda otururken, sıfât-ı Hakkanî ile cennette oturmaya başlar.

Neden sıfât-ı beşerinin evi zindandır? Ten kafesi zindandır ve insan da onun içinde oturmaktadır da ondan...

Bunca ulu insanın sözü üzerine bize susmak düşer ancak.

 

igulec@sakarya.edu.tr





Bu yazıyı, Facebook'ta paylaşayım...

Bu yazıyı, Twitter'da paylaşayım...

Bu yazıyı, LinkedIn'de paylaşayım...

Bölümler

Yazılarım

Yazılarımı okuyabileceğiniz sayfadır.

Kitaplarım

Kitaplarımı görebileceğiniz sayfadır.

Basında

Basındaki haberleri görebileceğiniz sayfadır...

Etkinlikler/Takvim

Tüm etkinlik, toplantı ve konuşmalarımın haberini takip edebileceğiniz sayfadır.

Videolar

Mehmet Akif Ersoy ve musiki

02.00 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü ve Bestelenmiş Şiirleri
03:15 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki İle İlişkisi Nasıl Başladı?
07:00 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü
08:30 Mehmet Akif Ersoy İle Neyzen Tevfik Nasıl Tanıştı?
11:00 Mehmet Akif Ersoy'un, Neyzen Tevfik İle Olan Dostluğu
15:15 Mehmet Akif Ersoy, Musiki Alanında Kimlerden Ders Aldı?
18:15 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü
21:10 "Mehmet Akif Ersoy, Ölmeden Önce Musiki Üstadı Olarak Tanınıyordu"
27:30 "Musiki, Tüm Varlığın Anladığı Bir Dildir"
30:30 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Meclislerindeki Rolü
33:15 "Mehmet Akif Ersoy, Musiki Meclislerine Değer Katan Bir Kişiliktir"
37:30 Mehmet Akif Ersoy'un "Sait Paşa İmamı" Şiiri ve Bestelenme Öyküsü

Eşrefoğlu Rumi’nin Müzekki’n-Nüfûs’u

Müzekki’n-Nüfus’un en çok okunan halk kitapları arasında olmasının nedeni rehber kitap olması, dilinin sade ve anlaşılır olması, inşa edilmeye çalışılan milleti irşat etmesi.

Sanat endişesinden uzak, müridlere doğrudan doğruya tasavvufî-ahlâkî hakikatleri anlatma gayesini taşıyan Müzekki’n-nüfûs, geniş halk tabakasının kolayca anlayabileceği şekilde sade bir Türkçe ile yazılmış ve tasavvufun halk arasında yayılmasında önemli hizmet görmüştür. Müellifin Osmanlı döneminde Anadolu’da kurulan ilk tarikatlardan biri olan Eşrefiyye’nin pîri olması dolayısıyla kitabın Türk tasavvuf ve düşünce tarihinde ayrı bir yeri vardır. Yeni sayılabilecek herhangi bir görüşe yer verilmemekle beraber tasavvufun temel konularıyla tarikat terbiyesinin esaslarını başarılı bir üslûpla özetleyen Müzekki’n-nüfûs, yazıldığı devirden itibaren Muhammediyye ve Envârü’l-âşıkīn gibi geniş halk toplulukları tarafından benimsenmiş, daha sonraki devirlerde kaleme alınan bu tür eserlere örnek teşkil etmiştir.

ismailgulec.net