Döne döne ‘Hû’ demeden olmaz

Tekkelerde ilahileri okunan Halvetî-Sinânî şeyhi Nizamoğlu (ö. 1601) İstanbul’da, Halvetiyyenin Sinâniyye kolunun piri İbrahim Ümmî Sinan’ın yanında yetişmiştir ve şeyhinden hilâfet almıştır. Silivrikapı’da Emirler Tekkesi’nde göçene kadar irşad vazifesini ifa eden Nizamoğlu’nun türbesi tekkenin haziresindedir.

Aşk-ı ilâhî Seyyid Nizamoğlu’nun şiirlerinin temelini teşkil eder. Ehl-i beyt muhabbeti bu aşkın tecessüm etmiş hâli gibidir. Bu kabına sığmayan mürşidin çok bilinen ve çok okunan;

Yâ Rabbi aşkın ver bana Hû diyeyim döne döne
Âşık olayım ben sana Hû diyeyim döne döne

Beytiyle başlayan güzel bir ilahisi vardır. Bu meşhur ilahide Nizamoğlu, bir dervişin nasıl olması gerektiğini tarif eder, anlatır. Bu ilahinin asırlar boyunca okunmasının nedenlerinden biri de ilahinin sözlerini dervişlerin iyice bellemesi ve belleyenlerin de o zevki tekrar be-tekrar terennüm etmesi için olsa gerektir.

Nizamoğlu’nun seyr-i sülûku anlattığı bu ilahisinin ilk beytini açıklamaya çalışayım. Nizamoğlu şiirine Allah’a yakararak başlar.

Yâ Rabbî aşkın ver bana Hû diyeyim döne döne
Âşık olayım ben sana Hû diyeyim döne döne

Ey Allah’ım, bana aşkını ver ve ben senin adını döne döne zikredeyim. Sana âşık olup döne döne senin adını zikredeyim.

Bu beyit dervişlik için çok önemli iki şeyden bahseder. Biri aşk-ı ilâhî, diğeri de o aşk ile Allah’ın adını devamlı zikretmek. Bu ikisi olmadan dervişlik olmaz, der Nizamoğlu.

Aşk-ı İlâhî

Aşk, insanın fıtratında mevcuttur ve dervişlik insanın fıtratını hatırlama gayretidir. Dolayısıyla seyr-i sülûk kişinin fıtratını hatırlamasıdır ve çok önemlidir.

Her insanın hamurunda olan aşk insanın Allah’ı anlamasına ve bilmesine yardım eder. Allah, aşk olmadan tam manasıyla bilinemez. Aşka ‘kuvvet-i ezelî’ denmesinin sebebi budur.

Aşk görülmez, ama tesiri görülür. İnsanı renkten renge sokar ve en sonunda beyazlaştırır, şeffaflaştırır. Yedi kez renk değiştirdikten sonra renksizlik ve şeffaflık olur. Yedi renk aynı zamanda nefsin yedi mertebesidir. Bu mertebeleri geçmek, yani şeffaflaşmak nurlanmaktır. Sen mertebede alınan renge Allah’ın boyası denir ve ayet-i kerimede geçtiği gibi bir insan için ondan daha güzel boya yoktur. Dervişlik bu güzel boya ile boyanmaktır. Boyanmak aynı zamanda güzel ahlak ile ahlaklanmaktır. Allah, kâinatı sevgiden yaratmıştır. Bu sebeple kâinât aşkullah yani Allah sevgisi ile doludur. Kurt, kuş, börtü böcek, çalı-çırpı, balık-semek, taş-toprak hâsılı biz göremesek de kâinatın her zerresinde aşkın izi vardır. Yunus’un çiçekle böcekle konuşması bu aşkın izlerini onlarda görmesidir. Bir derviş için aşk; malından, canından ve her şeyinden geçebilmektir. Bunlar olmadan aşkı öğrenmek mümkün değildir. Derviş önce eşyayı sever, aşkı öğrenir. Sonra o sevdiği eşyadan vaz geçmeyi öğrenir ve vaz geçmeyeceği aşk-ı ilâhîyi öğrenir. O yüzden kul aşkı olmadan Allah aşkı bilinmez. Gerçek sevgi dediğimiz şey de muhabbet-i İlâhîdir. Bir dervişin sahip olabileceği için en büyük meziyet aşk-ı ilâhîdir.

Gerçek aşk olan aşk-ı ilâhî şehvetten arınmış bir sevgidir. Bu sevgide insan canını fedaya hazırdır. Aşkın bu mertebesine ulaşmak için dervişin her türlü nefsanî duygudan kurtulması gerekir. Dervişlik aynı zamanda bu duygulardan arınma yoludur. Duygulardan kurtuldukça hem mertebesi hem de rengi değişecektir.

Bir derviş için en güzel şey, tarifi imkânsız olan Allah sevgisidir. Bunu da mürşidinden talim eder, öğrenir. O yüzden bir derviş efendisinin yanından ayrıldığında kendini bir yaz günü yakıcı güneşin altında saatlerce kalmış gibi hisseder. Ancak bu cehennem ateşi gibi değildir, rahmaniyet ateşidir. Bu ateş dervişe zevk ve safa verir ve pervane gibi canını vermek ister. Uykusu kaçar, iştahı kaçar, adeta kendini kaybeder, benliğinden çıkar. Ne mal ne mülk ne makam ne mevki ne evlat ne iyal düşünür olur. Buna divanelik hâli denir. Makbul olan hâl ise divâne olmadan âşık olmayı başarabilmektir.

Aşk, dervişin motive edici gücüdür. Aşk olmadan meşk olmaz denilmesinin sebebi budur. Hiç kimseye sevmediği bir işi yaptıramazsınız. Zorla yaptıracak olursanız bereketsiz olur, arzu edilen netice hasıl olmaz. Zikir de aşk ile olur. Aşk ile olan zikre meşk denir. Meşk ile zikrettikçe derviş değişir, işleri başka bir boyuta geçer, kolaylaşır, melekler yardım eder. Bu mertebeye gelinceye kadar da aşk ile zikre devam etmelidir. Döne döne yani durmadan, tekrar başa alarak ve her seferinde yeniden başlamış gibi taze zikretmelidir. Ta ki tevhid ehli olabilsin. Aşk olmadan ehl-i tevhîd olunamaz ve tatmayanın bilmeyeceği zevk idrak edilemez.

Aşkın bir diğer özelliği dervişin içini temizlemesidir. Dış temizlik su ile, iç değişiklik aşk ile olur. Tevbe ve istiğfar ise iç temizliğin sabunudur, deterjanıdır. Bir günah ile kirlenen gönül tövbe ve istiğfar ile temizlenir.

Döne döne Hû demek

Beytin ikinci önemli kavramı ‘Hû’dur. Allah’ın zatına işaret eden Hû, hüvenin kısaltılmışıdır. Lafzatullahın başı Allah, sonu hû’dur. Ortası ise lillah ve lehü’dür. Bu dört isim aynı zamanda dört mertebenin sembolüdür. Hû gayb alemidir. Cem hâlini yaşayan, yani nefsini kaybeden sâlikin zikridir. Allah avamın, Hû havassın zikridir. Bu makamı Süleyman Çelebî;

Cümle âlem yok iken ol var idi

Diyerek tarif eder. Diğer makamlarda hep bir karşılık vardır. Allah-Kul, rab-merbûb, Hak-halk. Ancak Hû makamında ikinci yoktur, tektir. O yüzden tevhid makamıdır. Dervişin mürşidinde ifnâ olduğu makamdır. Döne döne Hû demek bu makama erişma arzusunu gösterir. Şiirin geri kalanı bu makama nasıl erişeceğini anlatır.

Nizamoğlu bu ilâhisinde yolculuğun sonuna gelmiş, görmüş biri gibi konuşur. Derviş nefs-i emmâre mertebesinde “lâ ilâhe illallah”, nefs-i levvâme mertebesinde “Allah”, nefs-i mülhimede ise “hû” ismiyle zikir yapar; böylece sırasıyla tevhîd-i ef‘âl, tevhîd-i sıfât ve tevhîd-i zât makamlarına ulaşır. Döne döne hû denildiğine göre tevhid-i zât mertebesindedir ve bize o mertebenin hallerini anlatmaktadır. Nizamoğlu ilahisinde kısaca bzie “Aşk ile dönmeden bu nefs-i mülhime mertebesine erişilmez” diyor.

Allah’ı bilenlerden olmak niyazıyla….




Bu yazıyı, Facebook'ta paylaşayım...

Bu yazıyı, Twitter'da paylaşayım...

Bu yazıyı, LinkedIn'de paylaşayım...

Bölümler

Yazılarım

Yazılarımı okuyabileceğiniz sayfadır.

Kitaplarım

Kitaplarımı görebileceğiniz sayfadır.

Basında

Basındaki haberleri görebileceğiniz sayfadır...

Etkinlikler/Takvim

Tüm etkinlik, toplantı ve konuşmalarımın haberini takip edebileceğiniz sayfadır.

Videolar

Cudi Dağı ve Cizre'yi yakından tanıyalım.

Cudi Dağı ve Cizre'nin Kültür ve Tarihimizdeki Önemi
04:00 "Cudi- Nuh'un Gemisinin İzinde" Romanının Yazılış Serüveni
06:30 "Şeyh ve Kilise" Kitabının Yazılış Serüveni
16:00 Cudi Dağı İle İskender Paşa Camii Arasında Nasıl Bir Bağlantı Vardır?
17:30 Cizreli Şeyh Seyda Hazretleri Kimdir?
20:15 Diyarbakır Ulu Camii ve Cizre Ulu Camii'nin Ortak Yönleri
23:15 Cizre'deki Kırmızı Medrese'nin Önemi Nedir?
32:00 Cizre'deki Şikeft-i Cüz Mağarası'nın Manevi Önemi
34:30 Cizre'deki Cebrail Kapısı'nın Tarihi Önemi
36:30 Sefine Festivali, Kültürel ve Dini Açıdan Ne İfade Eder?
43:00 "Cudi Dağı, Hz. Nuh'un ve Ümmetinin Sığınağıdır"
45:30 Hz. Nuh'un Gemisini Arayan Gencin Hikayesi

Kısas-ı Enbiya

Cevdet Paşa’nın ahir ömründe yazdığı bu kitabın tam adı: Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârîh-i Hulefâ. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar gelip geçen peygamberlerin kıssalarından, İslâm dininin ortaya çıkışı, Hz. Peygamber’in hayatı ve Hulefâ-yi Râşidîn ile Emevî, Abbâsî halifelerinden, diğer Türk-İslâm devletlerinden ve Osmanlı tarihinin 1439 yılına kadar olan ilk devirlerinden bahseder. Bir nevi İslam tarihi de denilebilir.

Tanpınar’ın onun için söylediği şu sözler çok önemli: Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya'da ve bilhassa da bu kitabın Peygamber'in hayatına ait olan kısmında nesrin kemal noktasına varmıştır. Türkçe'de Mevlid'den başka hiçbir kitap, bu kadar herkesin dilini konuşuyor hissini bırakmamaktadır.

ismailgulec.net