Nasreddin Hoca’nın Farsça ile imtihanı

Dünyanın her tarafında ikinci bir dili bilmek ve konuşmak önemli ve değerlidir. Bazı dilleri bilmek ise moda oluyor. Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Farsça ve Arapça bilmeyeni okumuş-yazmıştan saymazlardı. Tanzimat ile birlikte moda dil Fransızca oldu. Mühendisler arasında Almanca kıymet kazandı. II. Dünya Savaşı ile İngilizce devreye girdi ve tüm dünyanın konuştuğu dil oldu. İngilizce yanında Rusça, Çince, Hintçe, Japonca, Portekizce, Arapça gibi dünyada konuşanı dillerden birini de bildiniz mi artık siz de toplumda ayrıcalıklı ve özel bir insan oldunuz demektir.

Dil bilme meselesinin fazla abartılıp her şeyi sadece dil bilmekle değerlendirildiği durumlar da oluyor. Bu durumda gösterilen tepkileri anlamak için Nasreddin Hoca fıkraları kâfi.

Nasreddin Hoca’nın yaşadığı dönemde bilmeyenin adam yerine konulmadığı dil Farsça idi. Bize hakikati, irfanı, hikmeti fıkraları ile gösteren Nasreddin Hoca’ya sorarlar:

- Hocam Farsça bilir misin?
- Bilirim elbet.
- O zaman bir şiir oku da görelim.
- Mor menekşe boynun eğmiş uyurest
Kâfir soğan kat kat urban giyerest

- Hocam bu nasıl Farsça!

- Sonlardaki estleri de görmezsin be terest!

Bir başka sefer şiir okunan bir mecliste, Arapça ve Farsça bilir misin diye sormuşlar. Hoca da bilirim demiş. Bunun üzerine hadi o zaman bir şiir oku da dinleyelim deyince şu şiiri okumuş:

Bahçede değirmenest
Fırıl fırıl dönerest
Sarımsak gelin olmuş
Soğan esvâb giyerest

Kahbe felek eğri büğrü yıldızât
Güneş görse bataruhâ
Ve fi’l-bihâri balıkât
Olta görse kaçaruha

Hemen gülüp geçmeyin. Hocamız, doğru dürüst bilmediği halde biliyorum diye geçinenlerle ve şair olmadığı halde şiir yazanlarla dalgasını geçiyor. Sizin yazdığınız şiirler bu kabil zırva demek istiyor. Şiir yazacaksanız söyleyecekseniz doğru dürüst şiir yazın, diyor. Belki biraz daha zorlarsak lügatlerden kelimeler çıkartıp anlaşılmaz şiir yazanları eleştirdiğini de düşünebiliriz.

Birkaç Tarla Mireved

Hoca’nın Farsça ile imtihanı bu iki fıkra ile sınırlı değil. Bir gün odasında oturur iken birkaç molla gelip Farsça bilmediğini ima edecek şekilde konuşunca Hoca onlara Farsça bildiğini göstermek şu beyti okur:

Reftem be-cây-i serviler
Dîdem dokuz kurt âmedend
Birkaçını tartakladım
Birkaçı hâlâ mî-revend

Beyti dinleyen mollalar ¨Eyvah!¨ deyip hemen kalkıp gitmişler. Bu arada yeri gelmişken küçük bir hatırlatma. Gölpınarlı, bu şiirlerin Yunus’a ait bir şathiye olduğu zannedilerek bestelendiğini söyler.

Tekrar fıkraya dönelim.

Hoca bu şiiri okuyarak ne yapmak istedi?

Haddini bilmeyen küstah mollalara hadlerini bildirdi, der geçebiliriz. Fıkralara yazdığı yorumlardan bildiğimiz Burhaneddin Çelebi, sadece Arapça ilimler öğrenilmemeli, diğer ilimler, özellikle Farsça kitaplar çokça okunmalıdır, şeklinde yorumlar. Çünkü Farsça yazılmış tasavvufî eserler çoktur. Okunursa istifade edilmiş olur. Abdullah Salahî-i Uşşâkî (ö. 1782) ise fıkrayı biraz daha farklı yorumlar. Gürol Pehlivan’ın tanıttığı risalede Salahî bu fıkrayı vahdet-i vücûd neş’esi ve zevkiyle açıklar.

Salahî’ye göre serviler yerden yüksek olan minare, kule ve tepe gibi yüksek yerlerdir. Tasavvufta kemal mertebesine erişme makamıdır. Servilerin bulunduğu yer kâmil insanların mertebesidir. Bu makama çıkmak için ise dokuz kurt tehlikesini bertaraf etmek gerekir. Dokuz kurt insaniyet mertebeleridir ve bu dünyada ortaya çıkar. Kurtların ilki emmare olan nefistir. İkincisi İslam’ın yerleştiği yer olan sadrdır. Üçüncüsü ise imânın yerleştiği yer olan kalptir. Dördüncüsü akıl ile kap arasında olan fuâddır. Beşincisi akl ve altıncısı ise ihsan makamı ve müşahede mekânı olan ruhdur. Yedincisi sır mertebesidir, sekizincisi hafâdır ve dokuzuncusu da berzah-ı evvel veya a’zam da denilen ahfâdır. Kısaca, bir insan önce İslam sonra iman ve daha sonra da ihsan mertebelerinden geçerek kâmil insan olur. Her birinin cismanî (nefs, sadr, kalb), nefsanî (fuad, akl, ruh) ve ruhanî (sır, hafâ, ahfâ) olmak üzere üç mertebesi vardır. Kemâle giden yol bu üç mertebedeki dokuz menzili aşmakla mümkün olur. Her makamın halleri vardır ve bu hâller bir sonraki makama geçmeye mâni olur. Bu hâllerden kurtuldukça kişi fenâ bulacak ve nihayetinde fenâ fi’l-lah olacaktır. Kurtlar ise hallerdir. Salahî, bu sözleri “Makamlar ve hallerle ilgili olanları vahdet hakikatinin denizine yazdım, fenâ denizinde boğuldum ve ibadet ve amelle ilgili olanları ruhanî gıdayı kazanmak için şeriat tarlasında bıraktım. Yani zahirimi şeriat ile temizledim, bâtınımı hakikat güneşi ile aydınlattım.” diyerek açıklar.

Şimdi sizden fıkranın başını hatırlamanızı rica edeceğim. Hoca’ya soru soranlar birkaç molla idi. Hoca, mollalara birkaç Farsça Arapça kelime bilmekle hakikate ulaşamayacaklarını, bu işin medresede olamayacağını, ancak bu yoldan geçmiş, dokuz menzili aşmışlardan, Hoca’nın diliyle söyleyecek olursak damdan düşmüşlerde öğrenmek gerektiğini dolaylı yoldan söylememiş mi?

Şimdi siz yukarıdaki şiirlerin yorumunu da merak ederseniz, bilirim. Sizi daha fazla merakta bırakmayayım. Önce ilk dörtlük.

Bahçede değirmenest
Fırıl fırıl dönerest
Sarımsak gelin olmuş
Soğan esvâb giyerest

Bahçede fırıl fırıl dönen zaman ve dünya. İnsanları öğütüp duruyor. Sarımsak ve soğan ise olmaması gerektiği halde bir yerlere gelenler, hak etmediği mevkiyi işgal edenler. Bu durumda öğütülenler akıllı kimseler oluyor ve öğüten felekten, devrinden şikayet etmiş olmakta. İkinci dörtlük Arapça.

Kahbe felek eğri büğrü yıldızât
Güneş görse bataruhâ
Ve fi’l-bihâri balıkât
Olta görse kaçaruha

İlk dörtlükte düzenin bozulmasından dem vurmuştu. Bu dörtlükte ise o düzenin bozulmasının nedenini açıklıyor. Felek kahpe, güvenilmez. Yıldızlar ise eğri büğrü, doğru değil. Ama siz üzülmeyin. Bir güneş mesâbesinde olan kâmil bir insan gelirse o eğri olan insanların hepsi düzelir. Ancak oltayı gören balıkların kaçtığı gibi, insanların büyük birı kısmı kâmil velilerin oltasına gelmezler, nasihatlerine kulak asmazlar, davetlerine icabet etmezler.

Fıkralardan benim anladığım hakikatin dili ne Farsça ne Türkçe ne de Arapçadır. Onun dili Rabca’dır ve o dil de Cenâb-ı Rabbü’l-âlemîn’in dostlarından, kâmil mürşitlerden öğrenilir, vesselam.




Bu yazıyı, Facebook'ta paylaşayım...

Bu yazıyı, Twitter'da paylaşayım...

Bu yazıyı, LinkedIn'de paylaşayım...

Bölümler

Yazılarım

Yazılarımı okuyabileceğiniz sayfadır.

Kitaplarım

Kitaplarımı görebileceğiniz sayfadır.

Basında

Basındaki haberleri görebileceğiniz sayfadır...

Etkinlikler/Takvim

Tüm etkinlik, toplantı ve konuşmalarımın haberini takip edebileceğiniz sayfadır.

Videolar

Diyar-ı Rum'a ne zaman Türkiye denildi?

02:00 Türkiye'nin Doğuşu ve Türkiye Adının Ortaya Çıkışı
03:00 Selçuklu Türkmenleri Anadolu'ya Ne Diyorlardı?
04:30 Anadolu'nun Adı Nereden Geliyor?
06:30 Türk Sultan ve Meliklerinin Rum Adını Değiştirmelerinin Nedeni Nedir?
08:30 "Rum" Kelimesi Coğrafi mi Yoksa Siyasi Bir İsim mi?
10:30 Diyar-ı Rum Nasıl Türkiye'ye Dönüştü?
13:30 Türkiye Adı İlk Defa Ne Zaman Kullandı?
16:15 Türkiye'nin Doğuşu ve Türkiye Adının Ortaya Çıkışı
19:30 Türkler Anadolu'nun Türkleşmesini Nasıl Başardı?
23:00 "Türklerin Gelmesiyle Anadolu Ciddi Bir Şekilde Kalkınıyor"
29:00 Türkler Geldiğinde Anadolu'da Nasıl Bir Yaşam ve Kültür Vardı?
34:00 Türkler Anadolu'ya Yerleşip Çoğaldıkça Yerli Halka Ne Oldu?
38:00 Gayrimüslimlerin Müslümanlaşmasında En Önemli Etken Nedir?
44:30 Türkiye Adının Yaygınlaşmasında Seyyahların Rolü Oldu mu?

Semazenlik ve Giydiği Kıyafetlerin Sembolik Anlamı

02:00 Sema Nedir, Semazen Nedir?
03:45 Sema Eğitimi ve Semazenlik
09:00 Mevlana Zamanında Sema Var mıydı?
13:00 Hangi Tarikatlarda Sema'ya Benzer Bir Uygulama Vardır?
14:30 Sema, Mevlana'dan Sonra Bugünkü Halini Nasıl Aldı?
18:20 Semazen Olmak İçin Bir Şart Var mıdır?
21:00 Sema Gösterisi Neden Yapılır?
25:15 Semazenlerin Başları Neden Dönmez?
29:00 "Mevlevi Mukabelesi Bize Hayatın Kendisini Öğretir"
34:00 Semazenlerin Giydiği Kıyafetlerin Sembolik Anlamı Nedir?
40:00 Sema Hareketlerin Sembolik Anlamı Nedir?
46:00 Semazenlerin Harektleri Ne Anlama Gelir?

ismailgulec.net