Üniversitelerde kadro ilanı meselesi

Ülkemizde bitmeyen tartışmalardan biri de üniversitelerde çıkan kadro ilanlarıdır. Her ilandan sonra 'adrese teslim ilan' der birileri, diğeri 'adını da yazsaydınız' diye ekler. Bir başkası "kim bilir kimin akrabası" der. Velhasıl derler de derler. Milletin ağzı torba değil ki!

Oysa işin aslını üniversite camiasında herkes bilir. Ülkemizde üniversiteler ilana çıkarak adam aramaz. Önce uygun aday bulunur, sonra kadro istenir. Geldikten sonra da ilana çıkılır. Bu uygun adam çoğu kere gerçekten uygundur ama bazen birilerinin hısım ve akrabası veya rektörün mensubu bulunduğu herhangi bir cemaat veya ideolojik yakınlık kurduğu bir gruptan birileri de olabilir.

Kadrolar ilana gönderilmeden önce aranılan özellikler belirlenir ve birtakım şartlar sıralanır. En yaygın olanı adayın çalışma alanlarının yazılmasıdır. Bazı üniversiteler bu özellikleri abartır ve neredeyse adayın doktora tezinin adını yazar. Muhtemelen bu ya kadroya başvurmayı düşünen bir başkası olduğu için alınan tedbirdir ya da hazırlayanların pimpirikliği ve beceriksizliğidir.

Şunca yıllık üniversite hayatımda üniversitelerde gördüğüm ve bildiğim tüm kadrolar da aynı şekilde ilan edildi. İstisna olarak bazen bir kadroya birden fazla kişinin başvurduğu oldu ama bunun kendine has sebepleri vardı.

Bunları bu sistem iyidir veya kötüdür demek için anlatmıyorum. Herkesin böyle olduğunu bildiği halde her çıkan kadro ilanı için ileri geri konuşmasının anlamsız ve faydasız olduğunu ifade etmek için söylüyorum.

Osmanlılarda nasıldı?

Yükseliş döneminde medrese mezunları, diğer ilmiye makamlarına atanmanın yanı sıra medreselere müderris olmada da bir problemle karşılaşmıyordu. Fakat XVI. yüzyıldan itibaren mezun sayısı artmaya başlayınca mevcut müderris kadroları bunlara yetmemeye başladı. Bunun üzerine Ebussuûd Efendi'nin şeyhülislâmlığı sırasında medreseden mezun olanların adları önce "matlab" (rûznâmçe) denilen deftere yazılıyordu. İsmi yazılanlar sıralarını bekliyor, sırası gelen boşalan kadrolara atanıyordu. İstanbul'daki medreselere atanmak için ise mutlaka tecrübeli müderris olmak gerekiyordu. O yüzden mezun olan hiçkimse İstanbul'daki yüksek dereceli medreselere atanamazdı.

İstanbul'daki medreselerde müderrislik kadrosu açıldığında ise bu sefer birden fazla talip çıkabiliyordu. Bu durumda alınacak aday yapılan bir sınavla belirlenirdi. Sınav, bizim önceki doçentlik sınavına benzer şekilde, eser ve mülakat olmak üzere iki aşamadan oluşurdu. İlk aşamada adaylardan bir konuyu değerlendiren bir risâle yazmaları istenirdi. Bir nevi makale veya kitap gibi bir şey. Başarılı bulunursa mülakata çağrılırdı. Mülakat sınavları daha çok Zeyrek, Ayasofya ve Vefa gibi büyük camilerden birinde kazaskerlerin gözetiminde halka açık ortamda yapılırdı. İsteyen herkes gelip dinleyebilirdi.

Başvuru için hazırlanan risale yani makale veya kitap jüri üyelerine gönderilir. Jüri eseri değerlendirir, beğenirse mülakata davet ederlerdi. Başvurulan kadroya göre imtihan farklı olabilirdi. Mesela Fatih medreselerine müracaat edenler üç dersten imtihan olurlardı. Bir sınav hikayesi de Atâî'den aktaralım.

1528'de Fâtih medreselerinden birinin müderrisliği boşalınca Edirne Dârülhadisi müderrisi Kılıççızâde İshak Çelebi, Edirne Üç Şerefeli müderrisi Çivizâde Muhyiddin Mehmed ve Bursa Sultâniye müderrisi İsrâfilzâde Fahreddin Efendiler başvurur. Üçü de dönemlerinin önemli hocalarıdır. Eserleri kabul edilir ve mülakata çağrılırlar. Rumeli kazaskeri Fenârîzâde Muhyiddin Efendi ile Anadolu Kazaskeri Kadirî Efendi tarafından önce yazdıkları eserler değerlendirilir. Başarılı bulunmuş olacaklar ki mülakat sınavına davet edilirler. Ayasofya Camii'nde, Kazaskerlerin huzurunda yapılan sınavda Çivizzade başarılı bulunur. Ancak aynı zamanda hocası olan Fenarizade'ye saygısızlık ettiği için müderrislik kadrosuna İsrafilzâde atanır. Fakat Çivizade daha sonra yine müderris olacak ve Rumeli Kazeskerliğine ve şeyhülislamlığa kadar yükselecektir. Hırsı Çivizade'yi ölümün kapısına kadar götürmüş, son anda affedilerek kurtulmuştur.

Eğer müderrislik kadrosu taşrada ise bu sefer topluca sınav yapılır kazananlar atanırdı. Mesela 18. Asırda yapılan bir sınava 199 aday katılmış, Cuma günü başlayıp bir hafta süren sınavların sonunda 64 kişi başarılı bulunarak müderris olarak atanmıştı.

İltimas yok muydu?

Tabiî ki vardı. Anlaşıldığında ise görevine son verilirdi. İltiması yapacak kişinin ya kazasker ya da şeyhülislam olması gerekiyor doğal olarak. Şemdanizade'den aktaralım.

XVI. yüzyılda yaşamış Anadolu Kazaskeri Sinan Efendi görevini kötüye kullandığı iddiasıyla yargılanırken müderris tayinlerini sadrazam, yeniçeri ağası ve defterdarın arzusuyla yaptığını söyler. Ama azledilmekten kurtulamaz.

Bunun yanında üstün başarılarından dolayı padişah tarafından mükafat olarak sınavsız atanan müderrisler de olurdu. Mesela Yenişehirli Müderris Osman Efendi. Mora isyanının bastırılmasında gösterdiği fedakârlıktan dolayı III. Mustafa teamüllerin aksine iki mertebe birden terfi ettirilmesini bizzat şeyhülislamdan ister. Ancak devrin şeyhülislâmı Mirzazâde Mehmed Said Efendi ilmiye mesleğinin teamüllerine uygun olmadığını söyleyerek padişahın bu talebini kabul etmez.

Padişahların benzer müdahaleleri daha önceleri de olmuştu. II. Bayezid, devrin kazaskerinden bir hoca efendinin Sahn'a müderris yapılmasını ister. Kazasker Efendi, tavsiye edilen hocanın Sahn müderrisliği için yeterli olmadığını söyler ve kabul etmez. Padişah, nahiv dersler de mi veremez, diyerek atanması konusunda ısrarını sürdürür. Bu sefer biraz geç de olsa maaşı kendi cebinden karşılanmak üzere atanır.

Beşik uleması

Müderris tayini sistemi içinde kabul edilmesi pek mümkün olmayan bir uygulama daha var. XVI. yüzyılda büyük ulema ailelerinin çocukları istedikleri takdirde sınava girmeden müderris olabiliyordu. İlk başlarda ulema sınıfı için çıkarılan bu kanun daha sonra sadrazam ve diğer üst düzey bürokratların çocukları da kapsayınca sistem yavaş yavaş çürümeye başladı.

Bir örnek de dışarıdan

Dünyanın en iyi üniversitelerinin olduğu ABD'den örnek verelim. Emin olmak için ABD'de öğretim üyesi olarak çalışan arkadaşım Prof. Dr. Cengiz Şişman'a da sorup teyit ettikten sonra yazıyorum. Üniversitede iki tip kadro vardır. Sözleşmeli ve kadrolu. Sözleşmeli kadro için ilana çıkılır. İlanda ne maaş alacağı, hangi şartlar altında çalışacağının yanı sıra istenilen özellikler sıralanır. Üniversitenin sunduğu şartları beğenen ve aranılan özelliklere sahip olanlar kadroya başvurur. Bölümüne göre 100-150 başvuru olur. Başvuruları değerlendiren komite sayıyı 15-20'ye kadar düşürür. Bu 20 kişi ile ayrı ayrı mülakat yapar ve sayıyı üç-beşe kadar düşürür ve kampüse davet edilir. Her bir aday bir konuşma yapar, ders verir ve görüşmeler yapılır. Adayların hepsi akademik olarak birbirinden çok farklı değildir. Geriye insani özellikler ve iletişim becerileri kalır. Ardından komite adayların bıraktığı izlenimi de dikkate alarak birini seçer ve kabul mektubunu gönderir.

Sözleşmeli olarak alınan adayın performansı üç yıl sonra yeniden değerlendirilir. Üniversite memnun kalırsa devam eder, memnun kalmazsa sözleşmeyi yenilemez. Bir üç yıl daha çalıştıktan sonra tenure denilen ve bizde doçentliğe tekabül eden daimî kadro başvurusunda bulunur. 5-10 yıl içinde aday isterse, yeterince yayın yapıp kendini kabul ettirirse bu sefer profesörlük için başvurur ve süreç tamamlandıktan sonra kadroya geçer. Profesörlük sürecini çoğu kimse tamamlayamaz ve doçentlikten emekli olur.

Bunun yanında özellikle sıralaması düşük taşra üniversitelerinde adrese teslim ve iltimas görülür. Ancak bilinen büyük üniversitelerde liyakatin önüne hiçbir şey kolay kolay geçemez.

Ya bizde?

Bizde mevzuat, ABD'deki sistemi uygulamaya müsait. Atama ve yükseltme yönetmelikleri en ince ayrıntısına kadar düşünülerek hazırlanmış. Yapılması gereken tek şey rektörlerin ve dekanların irade göstermesi sadece. Doktoralı eleman sayısı arttı, kadrolar özellikle büyük şehirlerde az ve bizim adil bir rekabetçi ortam temin etmeden bu işlerin altından kalkmamız zor görünüyor. Bence yapabiliriz.

Ama hiçbir şey imkânsız değil, irade gösterilsin, yeter. Adrese teslim kadro ilanı dedikodularından kurtulmanın zamanı geldi de geçiyor.




Bu yazıyı, Facebook'ta paylaşayım...

Bu yazıyı, Twitter'da paylaşayım...

Bu yazıyı, LinkedIn'de paylaşayım...

Bölümler

Yazılarım

Yazılarımı okuyabileceğiniz sayfadır.

Kitaplarım

Kitaplarımı görebileceğiniz sayfadır.

Basında

Basındaki haberleri görebileceğiniz sayfadır...

Etkinlikler/Takvim

Tüm etkinlik, toplantı ve konuşmalarımın haberini takip edebileceğiniz sayfadır.

Videolar

Mehmet Akif Ersoy ve musiki

02.00 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü ve Bestelenmiş Şiirleri
03:15 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki İle İlişkisi Nasıl Başladı?
07:00 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü
08:30 Mehmet Akif Ersoy İle Neyzen Tevfik Nasıl Tanıştı?
11:00 Mehmet Akif Ersoy'un, Neyzen Tevfik İle Olan Dostluğu
15:15 Mehmet Akif Ersoy, Musiki Alanında Kimlerden Ders Aldı?
18:15 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü
21:10 "Mehmet Akif Ersoy, Ölmeden Önce Musiki Üstadı Olarak Tanınıyordu"
27:30 "Musiki, Tüm Varlığın Anladığı Bir Dildir"
30:30 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Meclislerindeki Rolü
33:15 "Mehmet Akif Ersoy, Musiki Meclislerine Değer Katan Bir Kişiliktir"
37:30 Mehmet Akif Ersoy'un "Sait Paşa İmamı" Şiiri ve Bestelenme Öyküsü

Eşrefoğlu Rumi’nin Müzekki’n-Nüfûs’u

Müzekki’n-Nüfus’un en çok okunan halk kitapları arasında olmasının nedeni rehber kitap olması, dilinin sade ve anlaşılır olması, inşa edilmeye çalışılan milleti irşat etmesi.

Sanat endişesinden uzak, müridlere doğrudan doğruya tasavvufî-ahlâkî hakikatleri anlatma gayesini taşıyan Müzekki’n-nüfûs, geniş halk tabakasının kolayca anlayabileceği şekilde sade bir Türkçe ile yazılmış ve tasavvufun halk arasında yayılmasında önemli hizmet görmüştür. Müellifin Osmanlı döneminde Anadolu’da kurulan ilk tarikatlardan biri olan Eşrefiyye’nin pîri olması dolayısıyla kitabın Türk tasavvuf ve düşünce tarihinde ayrı bir yeri vardır. Yeni sayılabilecek herhangi bir görüşe yer verilmemekle beraber tasavvufun temel konularıyla tarikat terbiyesinin esaslarını başarılı bir üslûpla özetleyen Müzekki’n-nüfûs, yazıldığı devirden itibaren Muhammediyye ve Envârü’l-âşıkīn gibi geniş halk toplulukları tarafından benimsenmiş, daha sonraki devirlerde kaleme alınan bu tür eserlere örnek teşkil etmiştir.

ismailgulec.net