İsmail Emre ve Nasrettin Hocanın fıkralarına farklı bir yaklaşım

["İsmail Emre ve Nasreddin Hoca fıkralarına farklı bir yaklaşım", Yedi İklim Edebiyat, Kültür, Sanat Aylık Dergi, 138-9 (Eylül-Ekim 2001), s. 99-102.]



Nasrettin Hoca Anadolu insanının ortak dilidir. Onun şöhreti yetiştiği topraklarda kalmayıp Romanya'dan Pakistan'a kadar uzanan geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Türkçe konuşulan bu toprakların yanı sıra bir çok Avrupa dilin 17. asırdan beri tercüme edilmiş ve okumuştur. Nasrettin Hoca sadece bize has olmayıp fıkraların benzerleri dünyanın her tarafında anlatılmakta ve insanları güldürürken düşündürmeye devam emmektedir. Fıkraları yüzyıllar boyunca anlatılmış ve çağlar ötesine mesajlar vermiş ve vermeye de devam edecektir. Nasrettin Hoca üzerinde en çok araştırma yapılan şahsiyetlerden biridir. Onun bir halk bilgesi olduğu ve fıkralarının hepsinde birer hikmet gizli olduğu onun hakkındaki ortak kanaattir. Nasrettin Hocanın fıkraları genellikle ahlak ve ibret bakımından değerlendirilmekte ve onun her fıkrasının son cümlesi adeta ata sözü gibi dillerde dolaşmakta ve yeri geldikçe de söylenmektedir. Hatta bu son cümleler, adeta herkesin bildiği bu fıkraların kod numarası gibi söylendiğinde fıkranın tamamı hatırlanmaktadır.

Nasrettin Hoca fıkralarını farklı bir bakış açısıyla yorumlayan kimselerden biri İsmail Emre'dir. Mehmet Fuat Köprülü her ne kadar hocanın fıkralarının tasavvufî yönden yorumlanmasını saçma bulup yorumlayanları tenkit etmesine karşın İsmail Emre, Hocanın fıkralarında tasavvufi bir hikmet bulur ve bunu yeri geldikçe eserlerinde mevzuların daha iyi anlaşılması için sık sık başvurmaktadır. Bu yazımızda İsmail Emre'nin kısa yaşam öyküsü ve kimi Nasrettin Hoca fıkralarına yaptığı yorumları sizlerle paylaşacağız.

İsmail Emre kimdir?

Yunus Emre ve Kaygusuz Abdal gibi sufi şarilerde olduğu gibi kendisinde dizginlenmemiş büyük bir gücün saklı olduğu 20. asrın Yunus Emre'si olarak da bilinen İsmail Emre nüfus kağıdına göre h. 1315/ m.1899 yılında fakat hakikatte h.1316/ m.1900'da Adana'da doğmuştur. Kendisinden alınan bilgiye göre babası Koca Hoca Hakkı Efendi, ulemadan bir zattır. Dedesinin adı Ahmet Efendidir. Dedesinin babası da Emîr Halil namıyla bilinen bir müderristir ve aslen Harputlu'dur. Adana'ya oradan gelerek yerleşmiştir. İsmail Emre'nin ailesi Adana'da babasının lakabından dolayı Kocahocalar olarak tanınmaktadır.

İsmail Emre, altı yaşında babasını, on yaşında da annesini kaybetmiştir. On yaşında hem öksüz, hem de yetim kalan küçük İsmail'i, kendinden yaşça çok büyük olan amcazadesi Nalbant Şükrü Efendi yanına almış, ona evlâdı gibi bakmıştır. Babası ve babasının dedesi ulemadan olan İsmail Emre ailesini küçük yaşta kaybetmekten dolayı tahsilini tamamlayamamıştır. İsmail Emre, Usta Şükrü'nün yanında on yedi yaşına kadar kalmış ve ondan nalbantlık öğrenmiştir. İsmail Emre I. Dünya Savaşının son senelerinde gönüllü olarak asker olmuş ve talimgâhta hizmet görmüştür.

1921'de Pozantı, Halep, Nusaybin ve uzantıları demiryolları işletmesi hizmetine girerek adana garı deposunda kazancı ve kaynakçı olarak uzun yıllar çalışmıştır. Bu vazifesinden 1943 yılında, istifa etmek suretiyle ayrılmış ve Adana'da Tavukpazarında oksijen ve elektrik kaynakçılığı yaparak geçimini temin etmiştir.

İsmail Emre'nin Ayşe adından yedi çocuğu olmuştur. İkisi erkek beşi kız olan bu çocukların ilk ikisi Emine ve ondan sonraki Halil küçük yaşlarda vefat etmişlerdir. Diğer çocuklarının ismi ise; Hafîze, Rûşen, Fuzûle, Neşe ve Fikri'dir.

İsmail Emre babasını küçük yaşta kaybettiği için okula gidememiş, kendi kendine öğrendiği eski harflerle Yunus Emre, Niyâzi Mısrî divanlarını okuyacak kadar öğrenmiştir.

1934'de soyadı kanunu çıktığında beraber çalıştığı arkadaşlarından saatçi Recep'in, sen de Hak aşığısın, diyerek ona Emre soyadını aldırmıştır.

İsmail Emre tasavvuf neşvesini 1933 yılında vefat eden Develilioğlu Hafız Halil Efendiden almıştır. Bu tanışmadan 17 sene sonra önceden ezberlediği Nesimî'den ve Yunus Emre'den şiirler okurken, kendisine mana aleminde görülen şeyhi Develioğlu kendinden oku diye hitap ettikten sonra dili açılmış ve 40 yaşındayken şiirlerini söylemeye başlamıştır. Kendisinde bu hali ilk fark eden Adana garında beraber çalıştığı Süpürgeci Mustafa olmuştur. Süpürgeci Mustafa süpürgesini saz yaparak türkü mırıldanmaya başlayınca İsmail Emre şiirler okur ve Mustafa Efendi de büyük bir zevk içinde dinlermiş. İsmail Emre doğuşlarını büyük bir vecd için söyleyen bir sufidir. Dışarıda eksi üç derecede soğukluk varken 1958 yılında Ankara'dan Konya'ya giderken içinde kalorifer olmayan bir otomobil içinde İsmail Emre doğuşlarına başlayınca arabanın içi o kadar ısınmış ki onunla yolculuk edenler yolculuğun geri kalan kısmında terlemişlerdir.

İsmail Emre'nin eserlerini doğuşları ve sohbetleri olarak ikiye ayırabiliriz. Doğuşlar dediğimiz, farkında olmadan ağzından dökülen sözlerdir. İsmail Emre doğuş söyleyeceği zaman kendinden geçer adeta bir başkası gibi kendi kendini dinlermiş. Kendisini sevenler onun bu doğuşlarını bazen bir sigara kağıdına çoğu kere de bir deftere kaydederek bugün elimize ulaşmasını sağlamışlardır. Kızları Fuzule ve Neşe Emre, Suphi Kükürt, Salih İnan, Şevket Kutkan, Vasfiye Değirmenci, Hafize Akiz, Zakir Akiz, Rûşen Mirici ve bir çok seveni tarafından söylenildiği sırada kaydedilmiştir. Sohbetleri ise kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevaplar çerçevesinde gelişen sohbetlerin derlenmesinden oluşmaktadır. Doğuşlar ve Sohbetlerinin değerlendirilmesi başlı başına bir yazı konusu olduğundan sadece bu kadar bilgi verilmekle yetinilecektir.

İsmail Emre ve Nasrettin Hoca fıkraları

İsmail Emre'den önce Nasrettin Hoca fıkralarına tasavvufi yorum getiren bir Mevlevi şairi olmakla birlikte çağımızda bu üzerinde pek durulmayan bir konu gibi görünmemektedir. İsmail Emre sohbetlerine sık sık örnek verdiği ve hikayelerini anlattığı kimselerin başında Nasrettin Hoca gelmektedir. Nasrettin Hoca'nın büyük bir mutasavvıf olduğunu ve fıkralarının da tasavvufî hakîkat ile tasavvufî ahlâkı telkîn etmek istediğini ilk söyleyen İsmail Emre'dir. Bu, onun fıkralarındaki özellikleri anlatanlarda pek görülmez. Bu görüş, asıl Nasrettin Hoca fıkralarını, taklitlerinden ayırmak için şaşmaz bir mihenktir. Emre'ye göre Nasrettin Hoca, hem isnad, hem de istinad merkezi olmuştur. Ârifler, mutasavvıflar; kendi sözlerini, tesir etsin diye Hoca'ya atfetmişlerdir.

İsmail Emre'ye göre, Nasrettin Hocaya bazen da müstehcen fıkralar isnad edilmiştir. Bâzı hikâyelere de bu kabîl ilâveler yapılmıştır. Emre'ye göre bu tip fıkralar Hoca'ya ait değildir. Nasrettin hocanın sözleri, tohuma benzer: O, (Büyük Hakikat) ağacını güldürücü sözlerin tohumuna gizlemiştir. Tohumun kabuğu ne kadar sağlam olursa, içinden çıkan ağaç o kadar çok yaşar. Nasrettin Hoca da onun için zamanları aşıp geliyor. (İç kaynak, s.?)

Rahmetli Remzi Oğuz Arık ile Emre, Adana'da, Dr. İhsan Önal'ın delâletiyle ilk tanışmalarından bu mevzu üzerinde konuşurlarken, Remzi Oğuz, Emre'ye, "Mâdem Nasrettin Hoca fıkralarının tasavvufî bir mânâ taşıdığını iddiâ ediyorsunuz, ben size bir fıkra anlatayım, siz bunu tasavvufa tatbik edin, diyerek şu fıkrayı anlatır:

Nasrettin Hoca'nın bir evi varmış. Hoca bir gün evine diyor ki: "Sen artık adamakıllı eskidin; nerdeyse yıkılacaksın. Gel seninle bir anlaşma yapalım. Sen bana ne zaman yıkılacağını haber ver de, ben senin altında kalmayayım." Ev de "peki" diyor. Aradan epey bir zaman geçiyor. Bir gün ev yıkılıyor. Bereket versin ki, yıkıldığı zaman, Hoca, evin içinde değilmiş. Akşam Hoca geliyor; bakıyor ki ev yıkılmış, ona: "hani sen bana ne zaman yıkılacağını haber verecektin?" diyor. Ev de, "Ben sana çok söyledim ama, sen anlamadın. Bir gün duvarım çatladı, bir gün sıvalarım döküldü, bir gün tuğlam düştü. Bunlar hep sana benim yıkılacağımı haber veriyordu. Bizim dilimiz böyledir."diyor.

Emre, fıkrayı şöyle mânâlandırıyor: Evi insan vücûduna benzetsek, olmaz mı? Evin yıkılması da ölüm olsun. Duvarın çatlaması, sıvaların dökülmesi, tuğlanın düşmesi de hastalanmamıza, saçlarımızın, dişlerimizin dökülmesine benzetilemez mi?

Emre bu îzâhı yaparken, Remzi Oğuz Arık, ağrıyan dişinin sızısını dindirmek için Dr. İhsan Önal'dan bir aspirin istiyor. Bunun üzerine Emre: İşte bakın, ev, size, bir tuğlasının düşmek üzere olduğunu haber veriyor, deyince, bu îzâh ve bu yerinde misâl, rahmetlinin çok hoşuna gidiyor ve bunu not defterine kaydediyor.

Emre, fıkranın gerçek mânâsını şu sözlerle tamamlıyor: Bu vücut binâsı, bir gün nasıl olsa ölüm zelzelesiyle yıkılacaktır. İş, bu ev yıkılmadan "ölmeden evvel ölerek" Ebedî Ev'e, "Emîn Belde"ye, yâni bir kâmil insanın gönlüne göç etmektir.

Diğer fıkralar ve yorumları

1- Bindiği dalı kesme

Bir gün de Emre'ye, Hoca'nın, bindiği dalı kesmesi ile ne kastettiği sorulmuştu, Emre şu cevabı vermişti: Kâmil bir insanın gönül ağacına çıkmışken, Allah'ın yasak ettiği fiillerin baltasıyla bindiğin dalı kesme, demek istiyor.

2- Kaybolan merkep

Adamın birinin merkebi kaybolmuş. Camide va'zeden Nasrettin Hocaya ricâ ediyor ki duâ etsin, cemâat da âmin desin de merkebi bulunsun. Hoca birisine bir yular getirtiyor ve cemaata soruyor: "Ey ahâli! içinizde hiç aşk mâcerâsı geçirmemiş varsa, meselâ, mala mülke, kadına kuşa, Allah'a filân âşık olmayan biri varsa parmağını kaldırsın. Birisi ayağa kalkıyor: "Ben hiçbir şeye âşık olmadım" diyor. Nasrettin Hoca, eşeğini kaybeden adama dönüyor: "Al şu yuları da git bu adamın başına tak, senin eşeğin odur" diyor. Herif de mîrasyediymiş. Etraftan: Şu adama bir eşek parası ver de kurtul, yoksa seni sürükleyip götürür" diyorlar. Adam, bir eşek parası verip o kötü vaziyetten kurtuluyor. Nasrettin Hocanın hâlini bilmeyenler, bu fıkraları güldürücü bir hikâye olarak dinlerler. Halbuki Hocanın bütün sözleri tasavvufî ahlâkı ve tasavvufî hakîkatı anlatan birer kimyâdır. Korkusu olsa Timurleng'in karşısına çıkar mıydı? Evliyâ olmasaydı ona: "Ben zâten futa'ya kıymet biçmiştim, senin ne kıymetin var ki..." diyebilir miydi? " Lâ havfün aleyhim ve lâyahzenûn: Onlar için korku diye bir şey yoktur, hüzünlenmezler de" âyetini sırrına mazhar olmasaydı, yâni evliyâ olmasaydı, Timurlenge bu sözü söyliyebilir miydi? Adamın biri, odun taşıdığı merkebini kaybetmiş. Günlerce aramış, bulamamış. Günlük rızkını temin edemez olmuş. Bir gün bir caminin önünden geçerken, arkadaşları alay olsun diye, orada vaaz eden Nasrettin Hoca'nın yanına gönderirler. (Hoca'ya müracaat et; o senin merkebini bulur) derler. Adamcağız gider, Hoca'nın karşısına dikilir. Hoca vaazın bitmesini beklemeden sorar: (ne istiyorsun?) (Merkebim kayboldu, Hoca bulur dediler, sana geldim.) (Peki, git bir yular getir.) Adam gidiyor, bir yular getiriyor. Hoca vaazı bitirdikten sonra ayağa kalkıyor: (Ey cemaât! Diyor, içinizde kaza, kıza, koza, herhangi bir şeye aşık olmayan bir kimse var mı?) Bir adam parmağını kaldırıyor. Hoca soruyor: (Sen hiçbir şeye aşık olmadın mı bunca yıllık ömründe?) (Hayır, hiçbir şeye aşık olmadım.) Nasrettin Hoca merkebini kaybetmiş olan oduncuya dönüyor: (İşte senin merkebin bu adamdadır; hadi git, yuları boynuna geçir, al götür.) Adam tereddüt ediyor: (Hiç olur mu böyle?) (Senin nene lazım. Sen al bunu götür.) Adam Nasrettin Hoca'nın her sözünde bir hikmet olduğunu bildiğinden tereddütü bırakıyor, adama doğru yürümeye başlıyor. Olup bitenleri ibretle seyredenlerden bazıları, ömründe hiçbir şeye aşık olmamış olan adama: (Şu oduncuya bir merkep parası ver de, bu ağır durumdan kurtul) diyorlar. Adam, oduncuya bir merkep parası vererek aşık olmayışının kefaretini ödüyor.

Nasrettin Hoca, burada bir taşla iki kuş vuruyor: Hem fakir oduncuya bir merkep temin ediyor, hem de camide bulunanlara mânevi aşkı tatmayan insanların sadece hayvani bir yaşayış çevresi içinde mahbus kalmış olacağını anlatmış bulunuyor. Hakikatten de, ilâhi aşk olmayan bir adama baksak yalan söyler, hiddet eder, kendini başkalarından üstün görür. Allah'ın yasak ettiği her şeyi yapar. Bunlar ise hayvâni sıfatlardır.

Demin, gazetede Mevlâna'nın tevazuunu okuduk: Kendisine selam veren papazı selamını, ondan daha fazla eğilerek almış. Allah'a aşık olan insan işte böyle olur. Kötü söylüyorlar, gülüyorlar, sövüyorlar, hoş görüyor. Aşk insanı böyle yapar.

Aşk, her hastalığın, bilhassa Allah hastalığının ilacı; her ilmin hocası, her gıdanın lezzeti, her canın maneviyatı, hâk yolcusunun rehberi, Hz. Muhammed'i Allah'a götüren Cebrail'in de mürebbisi, İsa'nın kanadı, Musa'nın asası, velhasıl her şey aşkla kaimdir.

Musa'nın dayandığı şey, (ASÂ) değil, (AŞK)tır. İnsanı Makam-ı âlâya ne çıkarabilir? İsa'nın kanadı da (Aşk)tır. rumuz olarak söylenen yedi kat göğe insanı ne götürebilir? Muhammed'in evvela Cebrail'i, sonra da kendisi, ta kendisi (Aşk)tır.

3- Körleri nehirden geçirmesi

Sakarya nehri midir, başka bir nehir mi? Yedi sekiz tane kör, nehrin derin olmayan bir yerinden geçmek için birisinin gelmesini bekliyorlarmış. Birbirlerine: "Bir gözü açık gelse de bizi geçirse..." diyorlarmış. O sırada birisinin cip! cip! diye ses çıkararak geldiğini duyunca, onu çağırıyorlar: "Kimsin sen?", "Ben Nasrettin Hocayım", "Gel de bizi geçitten geçir", "Parasız geçirmem, adam başına iki mangır", "Kabul!" "Gözü hiç görmiyen benim elimden tutsun, hafif ışık görenler en arkada olsun". Geçitten geçerken körler bağrışmaya başlıyorlar. Nasrettin Hoca soruyor "Ne oldu?" "Arkadaki iki kör suya gitti", "Ne bağırıyorsunuz dört mangır eksik verirsiniz".

Bizim de mânevî gözümüz açılmazsa, kıymetimiz iki mangır bile etmez. Ha geldik, ha gittik... Hattâ gelmedik ki gidelim...

Yedi kör bir nehir kenarına gelmişler; karşı tarafa geçmek istiyorlar; fakat nehrin geçit yerini bilmiyorlar, göremiyorlar. Orada beklerken, ayak seslerinden anlıyorlar ki bir adam suyun öbür yakasından kendilerine doğru geliyor. Soruyorlar: "Sen kimsin?" Adam "Ben Nasrettin Hocayım" diyor. Körler: "Maden sen suyun geçidini biliyorsun, bizi de geçir, sana para verelim" diyorlar. Hoca onlara: "Olur, diyor, adam başına iki mangır alırım." Körler razı oluyorlar. Hoca onlara: "Gözü bir parça ışık gören, elimden tutsun" diyor. Körler Hocanın dediği gibi yapıyorlar. Hoca önde, körler arkada, el ele nehrin ortasını bulunca, sondan iki körün ayakları kayıyor, suya gidiyorlar. Arkadaşları feryadı basıyorlar: "Aman iki arkadaşımız suya gitti!" Nasrettin Hoca dönüyor; bunlara; "Ne bağırıyorsunuz be!" diyor. "İki kör suya gittiyse dört mangır eksik verin"

Emre'nin Tefsiri:

Bu âlemde hiç durmadan akan "Zaman nehri"içinden geçen bir geçittir. Bizler de eğer "Hakikat'i anlamamış, Rabbimizi görmemişsek, birer körüz; yani akıl gözümüz kör demektir. Kur'an da böyle söylemiyor mu? "Burada kör olan âhirettede kör" demiyor mu? Hazreti Ali: Ben görmediğim bir Rabbe ibâdet etmem diyor. Hz. Muhammed'de: "Lev lelmürebbi nâ arefrü Rabbi ..." diyor. Eğer biz de bir "Mürebbi"nin elini tutmazsak, bu geçidi geçemeyiz. Geçidi geçemeyenlerin kıymeti de iki mangırdan ibâdetmiş!

4- Türbesi

Nasrettin Hocanın türbesinden bahsederler. Ne türbesiymiş? Ne kıymeti var türbenin? Hani Hz. Âdemin türbesi? Yârın büyük bir zelzele olsa, Hz. Muhammedin türbesi bile yıkılabilir, kaybolabilir.

5- Dünyanın ortası neresi?

Nasrettin Hoca ile alay etmek için Hahamlar gelmişler, önünü kesip sormuşlar:

-Nasrettin sen misin?

-Benim!

-Sen her şeyi bilirmişsin doğru mu?

-Kimini bilirim, kimini bilmem.

-Dünyânın ortası neresi?

-Eşeğimin bastığı yer.

-Ne mâlûm?

-Ölç inanmazsan.

Bu sefer öbürü soruyor:

-Sakalımda ne kadar kıl var?

-Eşeğimin kuyruğundaki kıl kadar.

-Ne biliyorsun?

- Say istersen.

6- Kokusunu ne yapacaksın?

Nasrettin Hoca çocuk okuturmuş. Çocuğun biri yellenmiş sesli olarak. Utancından, rahleden, tırnağıyla dırt! dırrt! diye ses çıkartırmış boyuna, o ses rahleden çıkmış gibi. Hoca dayanamamış: "Oğlum, hadi sesini rahleden çıkan sese uydurdun, ya kokusunu ne yapacaksın?" demiş. Rakı zevk veriyormuş... Ya rezâletini, kavgasını gürültüsünü ne yapalım? Bize, "Korkak Vahdet-i Vücutcu" diyorlarmış, rakı içmediğimiz için. Asıl korkak onlar: Nefislerinin yumrukları altında kalmışlar. Nefis onlara "iç!" diyor, içiyorlar, yakalarını kurtaramıyorlar. Sâdece irfâniyetle tesellî buluyorlar, bununla kurtulacaklar... Kurtuluş, ölmeden olmaz. ? Korku da ölecek, kendileri de...

7- Göle yoğurt mayalamak

Tek kurtuluş çaresi, Nasrettin Hoca'nın tavsiyesine uyup, Göl'e , yâni bir Kâmil insanın gönül deryâsına atılmaktır.

8- Hırsızın atını çalması

Emre- Nasrettin Hoca bir yere gidecekmiş. Kendisine emânet bir at vermişler. Yola çıkıyor Hoca. Bir müddet sonra yolunu bir hırsız kesmiş: "Hoca!" demiş "in attan, ben alacağım atı". "Oğlum, bu at benim değil, emânet". "Anlamam ben in!". İnmiş Hoca. Hırsız soruyor: "İnsan ettiğini çeker mi?" "Çeker!" "Er mi, geç mi?", "Geç". Hırsız gitmiş, aradan çok geçmeden, kafası mafası parçalanmış bir hâlde Hocayı yolda karşılamış: "Hani sen, eden ettiğini geç bulur" demiştin, benimki niye çabuk oldu?" "Bu başına gelen, şimdiki ettiğin için değil, eski yaptıklarından biri için" diyor Hoca.

Herkes ettiğini çeker mutlakaa.

-Ben, filâncayı, kalp kırıyor diye beğenmiyorum.

Emre- Beğen. Hükûmetin emirlerini yerine getiren yâni îdam mahkumlarını asan adamı beğenmemezlik edebilir miyiz?

Bu ilim, tahsil olunmakla tahsîl edilir. Nasrettin Hocanın ip meselesi gibi. Yâni "Eyyûb"umuz ip olacak. Tahsîl edelim derken, bir gün tahsîl olunacağız. Öyle değil mi Ferîde Bacı?

9- Bindiği dalı kesmesi

Nasrettin Hoca, bir gün, ormanda ağaca çıkmış, bindiği dalı kesiyormuş. Çocuğun biri görüyor onu : Aman Hoca, düşeceksin! diyor. Hoca dalı kesince düşüyor. Hemen çocuğu yakalamış: Sen benim düşeceğimi bildin, öleceğimi de bilirsin, demiş. Bir taraftan odunları merkebe yükletirmiş. Odunlar çok fazlaymış. Çocuk diyor ki: Şu yokuşu çıkarken, merkebin birinci yellenmesinde canın dizine gelir, ikincide göbeğine, üçüncüde öleceksin. Yokuşta zorlanan merkebin birinci, ikinci, nihayet üçüncü yellenmesinde Hoca yere yatıyor. Bir zaman sonra bir ayak sesi duyunca: "ııı, ııı! Nasrettin öldü de hiç kimse aldırış etmiyor" diyor. Gelenler nihâyet Hocayı buluyorlar. Tabuta koyup götürürken, yolları bir bataklığa rastgeliyor. Geçecek yol bulamıyorlar. Hoca tabuttan kalkıyor: "Ben, ölmeden önce şuradan geçerdim" diyor. Nihâyet Hocayı bir kabristana gömüyorlar. Bir fincancı kervanı geçiyormuş o sırada kabristandan. Kervanın önündeki katır, en kuvvetli katırdır. Hoca"bu ses nedir?" diye kavuklu başını mezardan çıkarınca, öndeki katır ürküyor, o ürkünce öbürleri de... Bütün fincanlar kırılıyor. Basıyorlar dayağı Hocaya. Hoca evde yorgan döşek yatarken, ziyâretine gelenler soruyorlar: "Ahîrette ne var?" Hoca: "Fincancı katırlarını ürkütmezsen bir şey yok" diyor. Hükûmetin kaanun ve nizamları da böyle. Ona uymaz da muhalefet edersek, dayak hazır.

10- Hırsızın evini soyması

Nasrettin Hoca, bir gece uyanıp bakıyor ki hırsız bütün eşyayı alıp götürüyor. Hiç sesini çıkarmıyor. Hırsız son gelişine Hocanın üzerindeki yorganı da alınca, bizimki yatağı omuzlayıp, hırsızın arkasından gidiyor. Hırsız Hocaya soruyor: "Ne oluyor?" "Ne olacak, sizin eve göçmüyor muyuz?" Evet, iş o eve göçmekte. İlim, nihâyet bir yoklukta son bulur. Hesâb et, her şeyin sonu yokluktur. Neyimize malikiz? Bilgi nedir, aklımız nedir? Biz, uyuyor muyuz, uyanık mıyız? Ölümüyüz, diri miyiz?

11- Eşeğe ters binmesi

Öteden beri Nasrettin Hocayı resimlerde merkebe ters bindirirler. Herhalde böyle bir şey olmuş ki öyle yapıyorlar. Nasrettin Hocanın bu pozu pek hoş bir şey değil ama, acaba bunda da bir hikmet var mıdır?

Emre - Vardır ya: "Merkep" binilecek şey demek değil mi? Bu vücut da bir merkep, bir binittir. Aklımız ve ahlâkımız bu merkebe binmiştir. Fakat gideceğimiz yeri bilmediğimiz için, aklımızın yönü mâziye dönüktür. Geçtiğimiz yerleri biliriz de gideceğimiz yeri bilemeyiz. Nasrettin Hoca, güldürerek bunu anlatmaya çalışıyor. İşte Nasrettin hoca, gibi bir "Kâmil" lazım ki aklımızı merkebe düz bindirsin ve ona gideceği yeri ve mürebbisini göstersin. Zaten dönmeyince mürebbisini göremez. Çünkü mürebbi, yol gösterici olduğu için daima öndedir. İşte "Dön Namazı" gibi sözlerle anlatmak istedikleri şey budur, yani aklın, eski bildiklerini terk edip ( Cemâlullah )a dönmesidir.

Dünya işlerinde de böyle değil mi? Mâzisiyle iftihar eden milletlere bak, mutlaka geri kalmışlardır. Amerika ne maziyle uğraşıyor, ne bir şey. Onun ilerlemekten, çalışmaktan vakti kalmıyor ki mâziye baksın. Arkaya bakan, mutlaka yolunu şaşırmıştır, gideceği yeri bulamıyor demektir.

12- Mavi Boncuk

Nasrettin Hoca'nın iki karısı varmış. Bir gün birini bir kenara çekip kendisine bir mavi boncuk vermiş:

Al bunu sakla; sakın ortağına bir şey söyleme! Demiş. Bir başka zaman da ötekine aynı şeyi söylemiş.

Bir gün kadınlar, Nasrettin Hoca'nın hangisin daha çok sevdiği hususunda bahse ve münakaşaya girmişler. Anlaşamayınca, meseleyi Nasrettin Hoca'ya sormuşlar.

-Hangimizi daha çok seviyorsun?

Hoca her ikisini de mânâlı mânâlı bakarak:

- Mavi boncuk kimdeyse, onu

Demiş.

Emre'nin Tefsiri

Tasavvufta bir manevi ihtiyaçtan bahsederler. Bu, hakikât yoluna giren bir insanın, iradesini bir mürşide tam bir teslimiyetle terk etmesi demektir. Bu teslimiyetten sonra mürşit, onun can kulağına üfürmeğe, nefhetmeye başlar. Burada üfüren erkek, üfürülen dişidir. Bir kâmil aklımızın Meryem'ine hakikât kelâmını nefhettikten sonra akıl Meryem'i gebe kalır ve zamanı gelince manevi İsa'yı doğurur.

Nasrettin Hoca, kendine manen bağlanan iki kişiye, zamanı gelince (Rabıta)yı öğretmiş. Fıkradaki (Mavi Boncuk) rabıtadır. Fakat onlar henüz çocukluk devresinde bulundukları için birbirleriyle münakaşa etmişler. Birbirlerinin yürüdükleri yollardan, manevi hallerinden de haberdar olmadıkları için münakaşayı mürşitlerine kadar götürmüşler. O da ikisini de memnun edecek bir cevapla meseleyi halletmiş.

13- Bu Kadar Tavuğa Bir Horoz Lazım

Akşehir çocukları, ceplerine birer yumurta alarak Nasrettin Hoca'yı da yakalayıp zorla hamama götürürler. Soyunurlar, yıkanırlar. Hoca göbek taşında yatarken, evvelden anlaştıktan üzere içlerinden biri derki:

- Çocuklar! Gelin bir oyun oynayalım. Oyunda kazanamayan hamamın patasını versin, olmaz mı?

- Nasıl bir oyun?

- Herkes bir yumurta yumurtlasın. Yumurtlamayan, hepsinin hamam parasını versin. Nasıl?

Çocuklar hep bir ağızdan bağırırlar:

- Olur.

Nasrettin Hoca da kendileriyle beraber geldiği için ona sorarlar:

- Bu işe sen ne dersin hoca?

Konuşmanın başından beri onları dikkatle dinleyen Hoca, sesini çıkartmamış. Onun sükûtunu ikrar telâkki eden çocuklar, birer birer gıdaklamaya başlarlar, peştamallarının arasına evvelce sakladıkları yumurtaları çıkarıp Hoca'ya gösterirler.

Bunun üzerine Hoca ayağa kalkar, ellerini, kollarını çırpıp sallayarak horoz gibi öter:

- Öörü'ööööö!

Çocuklar bu ummadıkları hareket karşısında şaşırdılar:

- Ne yapıyorsun efendi amca?

- Ne yapacağım oğlum bu kadar tavuğa elbette bir horoz lazım.

Emre'nin Tefsiri

İnsanlar ne kadar yaşlı olursa olsunlar (Hâkikat)e ve (Hâkikat)i bilene nazaran çocuklar. Akılları da çocuk aklıdır. Onun için daima oyundan ve oyuncaktan hoşlanırlar.

Çocuklar bile yapıyorlar. Hile yapan nefsine mağlup demektir. Nefsine mağlup olanlara bizim buralarda avrat derler ya. Nasrettin Hoca da, yumurtlayan çocuklara hâkikati öğretmek için öyle yapıyor: (Ben sizin gibi nefsime mağlup değilim, siz de böyle olun!) demek istiyor.

14- Sen Beğendin, Ben Doldurdum!

Nasrettin Hoca, merkebine binmiş, yolda giderken, Hoca'nın yuları bütün kuvvetiyle çekmesine rağmen merkep, yolda yürüdüğü merkep pisliklerini koklarmış. Nasrettin Hoca da (Zahir beğendi ki kokluyor) diye, merkebin kokladığı pislikleri torbasına doldururmuş.

Akşam, yem zamanı hayvanın başına tezeklerle dolu torbayı asmış. Hayvan, tezekleri yemeyip, başını torbadan çıkarmak istedikçe, Hoca: Şunu sormuş.

Emre'nin Tefsiri

Hoca, bu hareketiyle bize bir ibret dersi vermek istemiştir. Bu fıkradaki merkep, bizim hayvani arzulara mahkum nefsimizdir. Merkebin belli başlı tabiatı, inatlıktır. Kendisini, Tevhit yani kuruluş yolunda yürüten mürebbisinin bütün ihtarlarına rağmen inadından vazgeçmeyerek nefsani arzuların pisliklerini koklamaktan vazgeçmez. Bu böyle devam edip giderse, sahibi, ömrün akşamında, yani ölürken, onun başına elbette bu arzu tezekleriyle dolu torbayı takacaktır.

15- Bu garip Başım Bağdat'ı da mı Görecek?

Bir gün, birisi, Hoca'ya rica eder:

-Senin ifaden düzgündür; bize bir mektup yazıver.

- Mektup nereye gidecek?

- Bağdat'a.

- Bu garip başım Bağdat'ı da mı görecek?

- Neden Bağdat'a gitmen icap ediyor?

- Bunu bilmeyecek ne var? Bu benim yazımı

Emre'nin Tefsiri

Hâkikat, kitaplardan okumak suretiyle anlaşılsaydı, mürşide lüzum kalmazdı. Bir ilkokul talebesi okumayı öğrenmiştir ama, lise kitaplarını okuyup anlayabilir mi? Öğrenmek için mutlaka hocaya ihtiyaç vardır. Hoca, (Benim hâkikate dâir olan sözlerim kulaktan kulağa veya yazılı olarak Bağdat'a kadar gitse bile, kimse anlamaz. Ancak ben izah etmeliyim ki anlasınlar) demek istemiş. İnsan, mürebbisinin karşısına geçecek, onun gözünden, sevgisinden gıda alacak ki istifade edebilsin. Söz veya yazı, ilmin fotoğrafıdır. İnsan fotoğrafı görmekle, fotoğrafın sahibini görmüş gibi olur mu?

Bir gün Nail efendilerde oturuyoruz. Kaçkaç'tan da yeni gelmiştik. Ben kerevette, efendinin arkasında oturuyorum. Her vakit beni arkasına oturturdu; kendisini meşgul mü ederdim neydi. Güzel bir sohbet açmıştı. Yeni gelenler de vardı. Bir ara, Efendi bana döndü: (Ulan ben bunlara desem ki Allah budur, "vay bu muymuş!" derler, kaçar, giderler. Biraz emek çekmeleri lazım) dedi. Bu sözleri bana, yanındaki adamın boynunun kütüğünden söylemişti. Efendi gittikten sonra, o yanındaki adam bana: (Efendi sana ne söyledi?) dedi. Anladım ki Efendinin söylediği sözleri kimse duymamış. Demek ki karşı karşıya gelmek bile kâfi değil: ille muhabbet zuhur etmeli ki onun sözlerini anlayabilmeli.

16- Oğlumun Babası Öldü de...

Bir gün Hoca, baştan başa siyahlar giyerek dışarı çıkmış, gezermiş. Hoca'nın halinde bir acayiplik olduğunu görenler sormuşlar:

- Hocam, niye böyle baştanbaşa karalar giymişsin?

Hoca, ciddiyetle cevap vermiş:

- Oğlumun babası öldü de onun yasını tutuyorum.

Emre'nin tefsiri

Hoca, insanların bir maddi bir de manevi varlıkları olduğunu anlatmak istemiş. Kendisinin maddi varlığı oğlunun babası olan etten, kandan ibaret vücudu. Manevi varlığı ise, Allah'ta fani olmuş. Hoca (ölmeden evvel ölme) sırrına mazhar olup maddi vücudun geçici bir varlık olduğunu anlayarak nefsinin arzularını öldürdüğünü halka anlatmak istiyor bu sözüyle. Fakat öğünmek için değil, onları uyandırmak için.

(Allah varken, benim varlığımın ne kıymeti olabilir? İşte o da öldü gitti) demek istiyor. Siyah elbise giymesi, (yas tutuyorum) demesi, onlara bu işi anlatabilmek içindir.

17- Hoca'nın Kabak Hikâyesi

Nasrettin Hoca, Allah'ta fani olduğu devrede uzun bir zaman evden çıkmıyor; halvete çekilmiş çünkü. Karısı da Hocanın bu halinden usanmış. Ona: "Çoktan beri dışarıya çıkmıyorsun. Evde tuz kalmadı. Bakkal git de bira tuz al" diyor. Hoca: "Kadın, diyor, ben kendimde değilim. Dalıp dalıp gidiyorum. Gidersem hem tuzu alamam, hem de evin yolunu çıkaramam" Kadı ısrar ediyor ve Hocaya şu aklı öğretiyor: "Merak etme, kaybolmazsın. Beline tuz kabağını bağlarım. Kendini kaybetmemen, kendine gelmen için şu taşla kabağa vurursun. Tık1 tık! diye ses çıkınca kendine gelirsin." Hoca itiraz etmiyor. Kadın kabağı bir iple Hocanın beline bağlıyor. Hoca evden çıkıyor. Yolda dalar gidermiş. Sonra âlemi farka gelince önündeki kabağı taşla tık! tık! diye vururmuş; o zaman kendi varlığını idrâk edermiş.

Nasrettin Hocayı çoktan beri göremeyen mahalle çocukları, sevgili Hocalarının peşine takılırlar. Fakat bakarlar ki Hocada başka bir hâl var: Hoca zaman zaman belindeki kabağa tık! tık! diye vuruyor, "Gelin diyorlar, şu hocaya bir oyun oynayalım". Hoca zorla bakkıh bulup, orada da kendinden geçtikten geçtiği bir sırada, çocuğun biri kabağı Hocanın belinden çözüp kendi beline bağlıyor. Hocanın karşısına geçiyor. Hoca etrafındaki seslerden âlemi farka gelip "acaba ben kendim miyim?" diye kendinin kendi olup olmadığını anlamak için elindeki taşı belindeki kabağa vurmak istiyor. Kabaktan ses çıkmayınca, şaşırıyor. Bir de bakıyor ki kabak karşısında duran bir çocuğun belinde; hemen gidip kabağa tık! tık! diye vuruyor. Sesi duyunca rahatlıyor. Fakat halledemediği bir mesele çıkıyor meydana: O çocuk, kendisi olmaya kendisi... Peki, öyleyse kendi kim? Bunu anlamak için çocuğa soruyor: "Oğlum! Sen ben olmaya bensin ya... Acaba ben kimim?"

Emre'nin Tefsiri

Nasrettin Hoca o devrede bir sevgi ve şefkat güneşi olmuş; o dereceyi bulmuş. Kendini bütün insanlarda görüyor. Fakat kendinden haberi yok. Güneş de öyle değil mi? Bütün yıldızlara ışığı veren kendisi olduğu halde, onları "Bunlar ne kadar güzel" diye seyreder, sever.

18- Hoca'nın Ay'ı Kuyudan Çıkarması

Nasrettin Hoca bir gece kuyudan su çekmek için bahçeye iner. Kovayı kuyuya sarkıtacağı sırada bakar ki ay kuyuya düşmüş. Nasrettin Hocayı bir telâş alır, karısına seslenir:

- Hanım çabuk çengeli getir: Ay kuyuya düşmüş.

- Herif sen deli misin? Ay kuyuya düşer mi?

- Nasıl düşmez... Düşmüş bile. Gel de gör.

Kadıncağız Hocaya dert anlatamayacağını bildiği için çengeli alıp bahçeye iner. Hoca çengeli kuyuya atar, ayı yakalamaya çalışır. Tesadüf çengel kuyudaki taşlardan birine takılır. Hoca çeker çıkaramaz; bir hayli uğraşır. Nihayet var kuvvetiyle çekince ip kopar; Hoca da sırt üstü yere düşer; başı, beli incinir. Yattığı yerde başını, belini ovuştururken, bakar ki ay yerine gelmiş:

- Allah'a şükür, der, çok zahmet çektim ama, ay da yerine geldi.

Emre'nin tefsiri:

İnsan vücudu kuyuya benzemez mi? Kırılıp, yüzlerce parça haline gelmiş bir aynanın parçalarını bir araya getirsek de onlara baksak, hepimizin içinde o (Büyük kudret)in bir parçasıyız.

Emre- O (Büyük Güneş) veya (Ay), bizim vücudumuzun, daha doğrusu aklımızın kuyusuna düşmüştür. Yusuf peygamberin kuyuya atılması hikayesi de bunu, bu meseleyi anlatmaya çalışıyor. Nasrettin Hoca, kendi akıl kuyusundaki (Ay)ı ne zorluklarla çıkardığını anlatmak istiyor. Allah'ta fâni olduktan sonra bizleri de kurtarmak için aramıza girenler, neler çekiyorlar... Onun, kuyumuza attığı çengel, takılıyor aklımızın bir taşına; çeker, çıkmaz, çeker, çıkmaz; nihayet ip kopar, kendi de yuvarlanır. Ama o, çektiği eziyetleri çoktan unutmuştur, memnundur

- Oh! Der, çok şükür; (Ay), yerine geldi ya...

19- Hoca'nı Tek Telden Saz Çalması

Hoca bir gün eline bir saz almış, mızrabı hep aynı tele vurarak dın! Dın! Diye monoton bir ses çıkarırken, sormuşlar:

- Ne yapıyorsun Hocam?

- Saz çalıyorum.

- Ama bu nasıl saz çalma?Herkes sazın öbür tellerine de vuruyor, ne güzel sesler çıkarıyor... Nasrettin Hoca şu cevabı veriyor:

- Onlar, benim bulduğum makamı arayıp bulmağa çalışıyorlar da, onun için öbür tellere vuruyorlar.

Emre'nin Tefsiri

Bu fıkrayı şerh ederken biraz Nasrettin Hoca'yı tenkit etmiş gibi olacağız ama, ne yapalım. Hâkikat hiçbir şeye feda edilemez.

Nasrettin Hoca'nın o hâli bugün için tasvip olunamaz. Bu zaman, o zaman değil. Eğer, Hoca gibi sırf "tevhid"le uğraşılsaydı, bu terakki olur muydu? Asıl maharet, "Tel Makâm"ı bildikten sonra, dönüp bütün makamların hem çalmasını, hem de dinlenebilmesini öğrenebilmektir...

Her makamdan sonra "Tevhid" makamını öğrenir, hem ömrümüzün nihayetinde vücudumuzun evi ecel zelzelesiyle yıkılırken içine kaçıp sığınabileceğimiz bir (Ev), yani bir (Kalbi Selîm) bulursak, bundan büyük devlet olur mu?

20- Aklın Varsa Göle Yat!

Hocanın evinde odun tükeniyor. Hanımı diyor ki: "Hoca! Odun bitti, git biraz odun kes, getir, dağdan; ama kuru olsun!" Hoca oduna gidiyor. Odunları merkebe yükletiyor. Eve gelirken, "Acaba bu odunlar yanar mı?" diye, eşeğin üstündeki odunlara bir kibrit değiriyor, odun yanıyor. Merkebin sağrısına ateş düşünce, hayvan kaçmaya başlıyor. Hoca, hayvanın arkasından bağırıyor: Aklın varsa göle yat!

Emre'nin tefsiri:

İnsanlarda bütün hayvanların bütün ahlâkı vardır. Merkebin huyu inatlıktır. İnsanda da vardır inatlık. İşte Nasrettin Hocanın "merkep" temsiliyle kastettiği şey, insanlardaki bu inatlık ahlâkıdır. Hoca, "Hakikat ilmini, bir arkadaşın öğretmeye çalışmış ama, o ada, medrese bilgisinden vazgeçmemiş. Odun dediği, medrese ilmi; yani cansız ilim: Odun, yaprak açar, meyve verir mi? Hoca bakıyor ki, arkadaşı ilmi "hâl"e inkilap ettiremiyor, yani aklının sırtındaki ilim odunlarını kaldırıp atamıyor, hatta atmak istemiyor, o zaman o odunları "âşk" ateşiyle tutuşturuyor. Aşkın ateşine tahammül edemeyen adam, Hocadan ikrâh edip kaçıyor. Hoca yine de şefkatten vazgeçemiyor, ona kurtuluş yolunu göstermek için arkasına bağırıyor: Aklın varsa, "Tevhid" deryasına dal! Yani kâmil insanın gönlüne.

21- Ay Eskiyince

Nasrettin Hoca'ya sorarlar:

- Ay eskiyince ne yaparlar?

Hoca hiç düşünmeden cevap verir:

- Kırpar, kırpar, yıldız yaparlar.

Emre'nin Tefsiri:

Bu fıkradaki ay, bizim manevi bilgi ve ahlak gecemize ışık veren (Kâmil bir insan)ın mânevi varlığıdır. Allah'ta fani olan bu kâmil insan , maddi, manevi bütün varlığını manevi evlatlarına verir, onlara teslim eder. Maddi görüşü kaybolduktan sonra da, onların kalplerinde, yıldıza benzeyen gözlerinde yaşar. Zaten bütün tasavvuf kitaplarında ve Kur'an'da (yıldız) sözüyle de kastedilen şey, (Kâmil insan)ın ve aşıkların gözleridir. Yıldız deyince, gökteki yıldızları zannediyorlar, insanların talihini, hayatını gökteki yıldızlara bağlamaya çalışıyorlar. Halbuki yıldız, insanların gözleridir, (Yıldızı söndü) derler, bir insanın öldüğünü anlatmak isterler. Güyâ insanın gökteki yıldızı sönüp düşünce, o adam ölürmüş. Ölümün üfleyip söndürdüğü yıldızlar gözlerimizdir. Ölen bir insanın gözlerinin feri nasıl söner...

Nasrettin Hoca, bir (kâmil)in, nazariyle halk ettiği insanlarda fâni olduğunu, kendini onlarda, onların gözünde seyrettiğini, kendindeki (Hâkikat) güneşinin, yönünü kendine dönenlerin yüzlerine, gözlerine vurduğunu, bu hâlin onlarda ve onlarla çoğaldığını anlatmak istiyor. Kendi muhitleşip, parçalanıp kendine bakanlarda fâni; onlarda kendinde fâni. Nasrettin Hoca, (Tevhid)i anlatmak istiyor.

22- Minâre Nasıl Yapılır?

Ömründe hiç minâre görmemiş bir adam, bir gün Nasrettin Hoca'ya sormuş:

- Hocam, bu minâreleri nasıl yapıyorlar?

Hoca şu cevabı vermiş:

-Bunu bilmeyecek ne var? Kuyuların içini dışına çevirirler; oldu sana bir minâre.

Emre'nin Tefsiri:

Bu fıkradaki kuyu, insan vücuduna benzetilemez mi? Nitekim bir doğuşta da,

Ben o Yusuf'u yarattım,

Ken'an kuyusuna attım,

Çıkardım kervana sattım:

Sevmek için ben güzeli.



Kuyu, bendeki bu beden,

Yusuf, gözümden seyreden,

Beni görün can terk eden;

Mutlak canından bezmeli.

Denilerek, kuyunun insan vücudu olduğuna işaret edilmektedir. İnsanın akıl ve ahlâk kuyusu içinde yıllanmış pis sular ve balçıklar olabilir. O kuyu, bir kuyucuya, yani kâmil bir insana müracaat ederek (beni temizle) derse, kuyu onu, içini dışına çevirmek suretiyle temizler; yerin dibine batmışken, onu yükseltir., bir minâre haline getirir; başlar o adam (Hakikat) ezanını okumaya, ilan etmeğe.

23- Geç Yiğidim, Geç!

Nasrettin Hoca, bir gün bir kabristandan geçerken, karşısına iri bir köpek çıkıyor. Köpek, hırlayarak Hoca'ya hücum edince, Hoca, ona: (Geç, yiğidim geç!) diyor.

Emre'nin Tefsiri:

Nasrettin Hoca'nın kabristanı bu dünyadadır. İki insan karşı karşıya gelip dursalar, bir mezar şekli meydana çıkmaz mı? Kur'an, hâkikati anlamamışlar olanlar için (ölü) tabirini kullanıyor. Bu dünya, canlı ölülerin kabristanıdır. Nasrettin Hoca'nın hayat yolu bu dünya kabristanından geçerken, karşısına geçimsiz bir adam çıkıyor. Hoca, bu adamın ahlakını köpek tabiatına benzetmiş. Ona uysa kendinin de ondan farkı kalmayacak; onun için ona (Geç yiğidim geç!) diyor.

Ölü insanların ahlakları da ölüdür. Ölü nasıl kokarsa, ahlakı temizlenmemiş insanın ahlâkı da kokar. Bu kokuyu da ancak diriler alabilir. Köpeğin üremesi, o insanın ahlakının kokmasına işarettir. Bu fena kokuyu alınca, hemen orayı bırakıp başka yerden geçmeli; mücadele etmemeli. Nasrettin Hoca da öyle yapmıştır.

24- Sesim Nerelere Kadar Gidiyor?

Hoca, mahallelerindeki mescidin müezzinliğini de yaparmış. Bir gün, onun sokakta koşa koşa ezan okuduğunu görenler sorarlar:

- Hoca efendi, neden böyle ezan okuya okuya oraya buraya koşuyorsun?

Hoca, gayet ciddi cevap vermiş:

- Sesim nerelere kadar gidiyor, onu anlamak istiyorum.

Emre'nin Tefsiri

Nasrettin Hoca'nın okuduğu ezan, Hâkikat, Tasavvuf ezanıdır. Etrafındakilere bu ezanı duyuramayınca, işi mizaha ve şakaya döküyor; maksadı , içinde yok olduğu hâkikatı, bulunduğu muhite anlatmak. Bunun için kendisini gülünç mevkie düşürmekten bile çekinmiyor. Şefkat böyle olur işte.

25- Belki Kavaktan Öte Yol Gider...

Mahalle çocukları, mûziplik olsun diye, Hoca'yı ağaca çıkartıp pabuçlarını çalmaya karar vermişler. Hoca yanlarından geçerken, kendi aralarında: (Bu ağaca çıkabilene aşk olsun!) diyerek Hoca'nın yüzüne bir tuhaf bakmışlar. Hoca, onların bu şakalarını anlamazlıktan gelerek:

- Kavağa çıkmakta bir iş mi? Ben çıkarım, demiş. Çocuklar:

- Çık ta görelim demişler, bu iş lafla olmaz.

Hoca, hemen eteklerini beline sokmuş, pabuçlarını da kuşağına yerleştirmiş. Oyunlarının bozulduğunu gören çocuklar, Hoca'ya sormuşlar:

- Papucunu neden aşağıda bırakmıyorsun?

Hoca gülerek cevap vermiş

- Belki kavaktan öte yol gider....

EMRE'NİN TEFSİRİ :

Kavak, meyvesiz bir ağaçtır. Hoca, benliğini kavağa benzetiyor. Papuçlarını beline sokmakla, hem onların kötü niyetlerini önleyecek bir tedbir almış oluyor, hem de, Hâkikat yolunun, benlik kavağından ötelere de gittiğini anlatmak istiyor. Çocuklar, bu söze sadece gülmüşler, Hoca'ya: (Kavaktan öte yol gider mi?) diye sorsalardı, Hoca onlara şöyle bir cevap verirdi:

- Evet. Yol, benlik kavağından öteye de gider; hatta ondan sonra başlar.

26- Nereye Böyle?

Hoca, bir gün dik başlı bir katıra binmiş; hayvan alabildiğine gidermiş. Hoca, katırı zaptetmeğe çok çalışmış, fakat muvaffak olamamış. Katır dört nala giderken, tanıdıklarından biri Hoca'ya bağırmış:

- Hocam, nereye böyle?

Hoca cevap vermiş:

- Katırın istediği yere!

Emre'nin Tefsiri

İnsanların nefsi de, bir kâmil elinde ilâhi bir terbiyeyle terbiye edilmezse, dik başlı bir hayvandan farksızdır. Nefis. İrademizin gemini azıya alırsa, bizi türlü felaketlere sürükler; onun gittiği yere gitmeğe mecbur oluruz. Nasrettin Hoca, hayvanın dörtnala koşması vesilesi ile, sorulunca, katırın üstündeyken bile etrafındakilere Hakikat ve ahlak dersi vermek istemiştir.

27- Hocanın sakalı

Bir gün mûzip bir adam Hocaya sorar:

- Hocam, gece yatarken, sakalını yorganın altına mı koyuyorsun, üstüne mi?

- Bilmiyorum oğlum, demiş, hiç farkında değilim.

O gece yatağa yatınca, sakalı yorganın üstüne koymuş rahat edememiş; altına koymuş, rahat edememiş. Yan yatmış, olmamış, velhasıl uzun müddet uykusu kaçmış; ancak sabaha karşı uyuyabilmiş.

Emre'nin Tefsiri

Din, Allah mevzuunda bir çok zannı bilgilerimiz, yani doğru olduğunu zannettiğimiz kanaatlerimiz vardır ki, bu hususta gerçekten âlim olan maneviyat mensupları, bize bu kanaatlerimizin izahı için sual sorsalar, kat'i cevap veremeyiz, şaşırır kalırız. İnsafımız varsa, bilmediğimizi itiraf ederiz, yoksa işi kavgaya, gürültüye dökeriz.

28- Ay mı daha faydalıdır, güneş mi?

Hocaya bir gün:

- Güneş mi daha faydalıdır, yoksa ay mı?

Diye sorarlar. Nasrettin hoca hiç düşünmeden cevap verir:

- Ay daha faydalıdır.

- Neden Hocam?

- Efendim, malum ya, güneş gündüzleri doğar. Ay ise, geceleri çıktığı için ortalığı nura boğar. Elbette ay daha faydalıdır!

Emre'nin Tefsiri

Bu fıkranın tefsirini şu fıkrayla yapmak mümkündür:

Vaktiyle bir (Kâmil) varmış, etrafında da birçok talebeleri. Bunların içinde (Hakikât)i idrak etme seviyesine gelmiş birini, bir gün yanına alarak deniz kenarına inmiş. Ona:

- Oğlum, şimdi seninle denizin üstünde yürüyerek Üsküdar'a geçeceğiz. Suyun üstünde yürüyebilmek için ben mütemadiyen (Allah!) diyeceğim, sende benim ismimi söyleyip (Ahmet!) (Ahmet!) diyeceksin, emi.

- Peki Efendim.

- Hadi öyleyse tut cübbemin eteğinden de suya girelim.

Mürit, efendisinin eteğinden tutar, başlar (Ahmet!) (Ahmet!), yahut (Efendim!) (Efendim!) demeğe. Efendisi de (Allah!) (Allah!) der, denizin üstünde kayıp gitmeye başlarlar.

Bir aralık, mürit kendi kendine der ki: (Ben niye Allah! Demiyorum da Ahmet! Diyorum. Bende Allah! Derim) bunu der demez ayakları suya gömülmeye başlar. İşin esasen farkında olan ve bu vesileyle talebesine (Gerçek)i öğretmek isteyen (Kâmil) ayakları suya batınca telaşlanan müride:

- Ne oldu oğlum?

Der. O da yaptığı hatayı efendisine anladır. O der ki:

- Oğlum, sen daha doğrudan doğruya (Allah!) diyecek seviyeye gelmedin. Onun için sen şimdilik benim ismimi çağıracaksın; yoksa batarsın. Mürit, tekrar efendisinin ismini söylemeye başlıyor, Üsküdar'a varıyorlar.

29- Hocanın kazı

Hoca pazarda gezerken bakıyor ki adamın biri küçücük bir kuş için üç beş kese akçe istiyor. Kendi kendine diyor ki: "Bu kuş beş kese akçe ettikten sonra, bizim kaz 15 kese akçe eder" Hemen eve koşup kazı getiriyor; ayaklarını bağlayıp müşteri bekliyor. Birisi geliyor soruyor:

- Hoca bu kaz kaça?

- 15 kese akçeye.

- Aman Hocam, ne yapıyorsun? Bir kaz 15 kese akçe eder mi?

- Niye etmesin? Bak, yanımdaki adam küçücük bir kuş için 5 kese akçe istiyor da bu kocaman kaz niye 15 kese akçe etmesin

- Ama o kuş konuşur.

- O konuşursa, benimki de susar, dinler.

30- Sen Onu Danayken Göreydin

Bir gün Timurlenk, Nasrettin hocayı cirit oyununa girmeye davet eder. Hoca da kocaman bir öküzün üstüne binerek meydâna çıkar. Cirit seyrine gelenler, hocayı elinde mızrak, öküzün üstünde görünce, kendilerini tutamayıp kahkahayı bastılar. Timurlenk de şaşırır, sorar:

- Bre hocam, bu ne hal? Hiç böyle öküzle ciride çıkılır mı?

- Hakkınız var efendim, ciride öküzle çıkılmaz; fakat siz bunu danayken göreydiniz. Ardından sapan taşı bile yetişmezdi.

Emre'nin Tefsiri:

Cirit meydanı, (Hakikât Erleri)nin canlarıyla, başlarıyla oynadıkları (Âşk meydanı)dır. Bu meydana, yaşlanmış bir iradenin üstüne binilirse çıkılmamalı, demek istiyor, Nasrettin hoca. bu işi irademize hükmedebildiğimiz yaşlarda yapmalıyız. İrade ihtiyarladıktan sonra biz ona hâkim olamayız; arzularımızın, itiyatlarımızın mahkumu olur, (Hakikât Meydanı)na çıkamayız, çıksak da (Âşk) atına binmiş erlerle yarışamayız.

Nasrettin hoca, bunu etrafındakilere bir ibret dersi olsun diye yapmıştır. Evet, iradenin arkasından danayken gençken sapan taşı bile yetişmez ama, ihtiyarlıkta yerden kalkmayı bile canı istemez; nerde kaldı ki (Nefis Mücadelesi) meydanındaki yarışa çıksın.

31- İçerisi Çok Karanlık

Hoca, bir gün, evinin içinde yüzüğünü kaybetmiş; aramış, aramış, bulamamış. Bu sefer evin kapısı önüne çıkarak, yüzüğü orada armaya başlamış. Hoca'nın bu halini görenler sormuşlar:

- Hocam, orada ne arıyorsun?

- Yüzüğümü.

- Peki sen yüzüğü içerde kaybetmedin miydi?

- Evet.

- Daha ne? İçerde kaybettiğin yüzüğü dışarıda niçin arıyorsun?

- İçersi çok karanlık da, onun için.

Emre'nin tefsiri

Hoca, içerde kaybettiği yüzüğü, dışarıda bilhassa aramıştır ki bu acayipliği görsünler de sebebini sorsunlar. Hocanın hareketlerini seyredenler, aldıkları cevaba sadece gülüp geçmeselerdi, yani Hoca'ya:

Senin bu hareketlerinde ve sözlerinde bir hikmet var ama, biz anlayamıyoruz; bize bunu anlatır mısın? Deselerdi , ihtimal ki Hoca, kendilerine şöyle bir şey söylerdi:

Yüzük, hepimizin aradığımız (Hakikât Bilgisi), (Allah Bilgisi)dir. Bu, hepimizin malıdır ve kaybettiğimiz bir maldır. Onu nerede bulursak alırız.

Ev, kitapların ve bazı inanışların dar çerçevesidir. O dar çerçeveden (Güneş) ışığına çıkmayınca yüzüğü bulamayız. Kitap biz4e bu (Gerçek Bilgi)yi gereği gibi öğretemez. Anlayamadığımız bir sözü kitaba sorsak, kitap onu bize izah edebilir mi? Edemez. Onun için mutlaka (Canlı Bir Kitap) bulup müşküllerimizi ona sormalıyız.

32- Elbisen Ne Taraftaysa O Tarafa

Gusletmek için Akşehir gönlüne giden biri, Hoca'ya sormuş,

- Hocam! Gusül abdesti alırken ne tarafa döneyim?

Hoca hemen cevap vermiş:

- Elbiselerini nereye çıkarırsan o tarafa!

Emre'nin tefsiri:

Umumi anlayışınız, din meyvesinin ekseriye kabuğunu kemirmektedir. Elbette ki kabuğu kemirmekle "iç"in lezzeti alınamaz. Mesela, abdesti, elimizi, yüzümüzü ıslatmaktan ibaret bir iş zannederiz. Bu yüzdendir ki abdest alırken yüzüğü hareket ettirmeli mi,ettirmemeli mi diye yıllar yılı münakaşalar mübâhaseler etmişizdir. Oysa ki, peygamberimiz, yıkanmayla ilgili dini ahkâmın gayesini (Temizlik imandandır) diyerek düsturlaştırmıştır.

Keza, bir dakika içinde, sanki arkamızdan atlı geliyormuş gibi acele acele kıldığımız namazların (huzur) gayesiyle yani Allah'ın huzurunda bulunmak gayesiyle ne alakası vardır?

Demek ki biz, şekli hareketlerden ibaret zannettiğimiz ibadetleri yaparken, yahut dini kaideleri anlarken onların hikmetlerinden uzaklaşıyoruz. İşte Nasrettin hoca, guslün ve dolayısıyla dini ahkâm ve ibadetlerin birer sebebe dayandığını anlamayan bizlere sebebini anlamadan filan tarafa döneceğiz diye elbisemizi çaldırıp çırılçıplak kalmaktansa, hem gusledip, hem de elbiseye bakmanın en uygun hareket olacağını anlatmak istiyor. Çünkü guslün gayesi filan tarafa dönmek değil, pisliklerden temizlenmektedir. Çıplak kalan insan, ibadet bile edemez.

Dipnotlar:

1 Mitsuku Kojima, "Nasreddin Hoca fıkralarının evrenselliği" V. Milletler arası Türk Halk Kültürü Kongresi Nasreddin Hoca Seksiyon Bildirileri, Ankara 1996, s. 82-90. Shane Maloney, "Nasreddin Hoca's Longest Journey: A Comparison Between The Humour of Nasredddin Hoca and Traditional Australian Humaour" V. Milletler arası Türk Halk Kültürü Kongresi Nasreddin Hoca Seksiyon Bildirileri, Ankara 1996, s. 121-128, Nedret Mahmut, "Romen Edebiyatında Nasreddin Hoca'nın Arkadaşları" a.g.e., , s. 129-139.
2 Köprülüzâde Mehmet Fuad, Nasreddin Hoca Manzum Hikayeler, İstanbul 1918, s. 333-334.
3 Sabri Erdoğan, "Nasreddin Hoca ve Tasavvuf", V. Milletler arası Türk Halk Kültürü Kongresi Nasreddin Hoca Seksiyon Bildirileri, Ankara 1996, s. 230-238. Bu bildirinin ismi her ne kadar Nasreddin Hoca ve tasavvuf ise de fıkraların İsmail Emre'de olduğu gibi yorumları verilmemekte, Nasreddin Hoca ile ilgili söylenen genel sözler tekrar edilmektedir.
4 Annemarie Schimmel, Tasavvufun Boyutları, ter. Yaşar Keçeci, İstanbul, 2000, s.381.
5 Hayatı hakkındaki bilgiler, İsmail Emre'nin, 1965'da Adana'da basılan Doğuşlar II isimli eserinin başındaki Şevket Kutkan'ın yazdığı önsözden özetlenmiştir.
6 Annemarie Schimmel, a.g.e., s.382.
7 Feyzi Halıcı, "Mevlevî Şairi Burhaneddin'in Nasreddin Hoca'nın fıkralarını şerheden eseri" II. Milletler arası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, Ankara 1982, c. II, s. 235-240.
8 Mehmet Aydın, "Güldürü ustası Nasreddin Hoca'da fıkraların kaynakları ve bu fıkraları başkalarından ayıran özellikler" V. Milletler arası Türk Halk Kültürü Kongresi Nasreddin Hoca Seksiyon Bildirileri, Ankara 1996, s. 33-36.
9 İsmail Emre, Doğuşlar II, Adana 1965, Şevket Kutkan'ın yazdığı önsöz, s. 27-28.
10 İsmail Emre'nin sohbetlerini tarayarak Nasreddin Hoca fıkralarını bir araya getiren Mehmet Bobaroğlu'na teşekkür ederim.




Bu yazıyı, Facebook'ta paylaşayım...

Bu yazıyı, Twitter'da paylaşayım...

Bu yazıyı, LinkedIn'de paylaşayım...

Bölümler

Yazılarım

Yazılarımı okuyabileceğiniz sayfadır.

Kitaplarım

Kitaplarımı görebileceğiniz sayfadır.

Basında

Basındaki haberleri görebileceğiniz sayfadır...

Etkinlikler/Takvim

Tüm etkinlik, toplantı ve konuşmalarımın haberini takip edebileceğiniz sayfadır.

Videolar

Diyar-ı Rum'a ne zaman Türkiye denildi?

02:00 Türkiye'nin Doğuşu ve Türkiye Adının Ortaya Çıkışı
03:00 Selçuklu Türkmenleri Anadolu'ya Ne Diyorlardı?
04:30 Anadolu'nun Adı Nereden Geliyor?
06:30 Türk Sultan ve Meliklerinin Rum Adını Değiştirmelerinin Nedeni Nedir?
08:30 "Rum" Kelimesi Coğrafi mi Yoksa Siyasi Bir İsim mi?
10:30 Diyar-ı Rum Nasıl Türkiye'ye Dönüştü?
13:30 Türkiye Adı İlk Defa Ne Zaman Kullandı?
16:15 Türkiye'nin Doğuşu ve Türkiye Adının Ortaya Çıkışı
19:30 Türkler Anadolu'nun Türkleşmesini Nasıl Başardı?
23:00 "Türklerin Gelmesiyle Anadolu Ciddi Bir Şekilde Kalkınıyor"
29:00 Türkler Geldiğinde Anadolu'da Nasıl Bir Yaşam ve Kültür Vardı?
34:00 Türkler Anadolu'ya Yerleşip Çoğaldıkça Yerli Halka Ne Oldu?
38:00 Gayrimüslimlerin Müslümanlaşmasında En Önemli Etken Nedir?
44:30 Türkiye Adının Yaygınlaşmasında Seyyahların Rolü Oldu mu?

Semazenlik ve Giydiği Kıyafetlerin Sembolik Anlamı

02:00 Sema Nedir, Semazen Nedir?
03:45 Sema Eğitimi ve Semazenlik
09:00 Mevlana Zamanında Sema Var mıydı?
13:00 Hangi Tarikatlarda Sema'ya Benzer Bir Uygulama Vardır?
14:30 Sema, Mevlana'dan Sonra Bugünkü Halini Nasıl Aldı?
18:20 Semazen Olmak İçin Bir Şart Var mıdır?
21:00 Sema Gösterisi Neden Yapılır?
25:15 Semazenlerin Başları Neden Dönmez?
29:00 "Mevlevi Mukabelesi Bize Hayatın Kendisini Öğretir"
34:00 Semazenlerin Giydiği Kıyafetlerin Sembolik Anlamı Nedir?
40:00 Sema Hareketlerin Sembolik Anlamı Nedir?
46:00 Semazenlerin Harektleri Ne Anlama Gelir?

ismailgulec.net