Akademisyen ve tatil

Hepinizin bildiği gibi, malum virüsten dolayı üniversiteler de ilk ve ortaöğretim okulları gibi üç hafta tatil edildi. MEB Bakanı, öğretmenlerin evlerinde kalmasını söyledi. YÖK ise akademisyenleri idari izinli saymadı. Bunun üzerine bazı genç akademisyenler, öğretmenlere izin verildi, bize niye izin verilmedi, diye sosyal medyada nümayişe kalkıştı. Daha da vahimi bir kısım tecrübeli akademisyenin bu nümayişleri teşvik etmeseydi.

Akademisyenlerin görevi

Mesai mefhumu olmayan bir akademisyenin üç görevi vardır. Birincisi araştırma yapmaktır. İkinci ders vermek ve öğrenci yetiştirmektir. Üçüncüsü de ürettiği bilimsel bilgiyi topluma aktararak toplum hayatının niteliğini artırmaya çalışmak, sorunların çözülmesine yardımcı olmaktır. Bugünlerde enfeksiyon hastalıkları uzmanı hocaların televizyonlarda yaptıkları mesela topluma hizmetten başka bir şey değildir.

Bir akademisyen sadece iki dönemde toplam 28 hafta yani yedi ay ders verirken beş ay diğer işlerle meşgul olur. Dolayısı ile alınan karar ile ders verme görevi bir süreliğine ertelendi ama araştırma yapmak ertelenmedi. Bu dönemde akademisyenler diğer iki görevine daha fazla vakit ayıracaklar ve çalışmalarını, araştırmalarını yoğunlaştıracaklar.

İkinci bir husus daha var ve bence bu ilkinden de önemli. Akademisyen bir başkasından talimat almadan çalışabilen ve kendi kendini yönetebilen insan demektir aynı zamanda. Çalışmayın dense de kafasında bir problemi varsa her ne şart altında olursa olsun çalışmak zorunda hisseder kendisini. Memur olmadığı için neyi ne zaman ne kadar çalışacağına kendisi karar verir. Eğer çalışıp çalışmayacağına bir başkası karar veriyorsa o kişi zaten akademisyen değildir.

Nerede çalışırlar?

Bir akademisyen çalıştığı konuya bağlı olarak istediği ve bulduğu her ortamda çalışır. Nerede rahat ediyorsa ve verim alıyorsa orada çalışır. Biz sosyal bilimciler kütüphanede, evde ve okuldaki odamızda çalışırız. Kimi laboratuvarda, kimi hastanelerde, kimi toplum içinde çalışır. Kütüphane, laboratuvar ve saha çalışması, her araştırmacı alanın yöntem ve usulüne göre uygun gördüğü ortamda çalışır.

Hele böyle günler bazı araştırmacılar için tam çalışılacak zamanlardır. Doktorlar, sosyologlar, psikologlar, ekonomistler için bulunmaz laboratuvar ortamı gibidir ve asla bu fırsatı kaçırmak istemezler.

Hal böyle iken bir akademisyen nasıl tatilden bahsedebilir? Bunu anlamak gerçekten güç. Kaldı ki alimin uykusu cahilin nafile ibadetinden evladır, diyen bir kültürün çocuklarıyız.

Newton

Newton döneminde de böyle bir salgın olmuş ve bu salgında okullar tatil edilmişken Newton çalışmalarına devam etmiş ve o meşhur teorisini ileri sürmüştü. 1665 yılında İngiltere'yi kasıp kavuran veba salgınında verilen tatilin bitmesinin ardından Cambridge Üniversitesi yöneticileri Newton'a Woolsthorpe Köşkü'ne dönmesi ve çalışmalarına devam etmesi için ona kapılarını kapatmıştı. Newton bir gün köşkünün bahçesindeki bir elma ağacının altında uzanmış düşünürken bir elmanın yeri düşmesi ile dünyanın en önemli keşiflerinden birini bulacağını bilmiyordu herhalde. Ünversite yöneticisi Newton'un araştırmalarının bilim dünyası için ders vermekten çok daha önemli olduğuna inanıyordu. Ve Newton, 30 yıl çalıştığı Cambridge'de vaktini ders vermekten daha çok araştırmaları için harcamıştı. Yerçekimi kanunu veba salgını için verilen bir tatil zamanında bulunmuştu.

Bir hikâye de bizden: Fuat Sezgin

Türkiye, II. Dünya Savaşı'na katılmamıştı ama olumsuzluklarından da etkilenmişti. O dönemde Almanlar Bulgaristan'a yaklaşınca üniversiteler geçici bir süreliğine tatil edilir. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin efsanevi hocalarından Hellmut Ritter (ö. 1971) öğrencilerine bu tatili değerlendirmelerini ve en azından bir dil öğrenmelerini tavsiye eder.

Hocasının tavsiyesini dinleyen Fuat Sezgin, büyük İslam âlimlerinden Taberî'nin Kur'ân-ı Kerîm tefsirini bir tarafa, Türkçe tercümesini de bir tarafa koyar ve Arapçası oldukça zor olan kitabı anlayabilmek için altı ay boyunca günde 17 saat çalışır. Tatil bitip okullar açıldığında Fuat Sezgin Taberî tefsirini çok rahat okuyup anlıyordu. Dersler başlar ve hocası Hellmut Ritter, İslam düşünürü Gazâlî'nin İhyâu Ulûmi´d-Dîn isimli eserini okuması için Fuat Sezgin'in önüne koyar. Fuat Sezgin hiçbir zorluk çekmeden ve duraksamadan roman okur gibi okumaya başlayınca Ritter çok sevinir ve öğrencisine her yıl bir dil öğrenmesini tavsiye eder. O da hocasının bu tavsiyesini dinler ve dünyanın en çok konuşulan ve ilmi eserler kaleme alınan dillerini öğrenir.

Hasılı, bir akademisyen için en çok çalıştığı dönem ders vermediği dönemlerdir ve böyle araları tatil olarak değerlendirenler akademisyen değildir, vesselam.





Bu yazıyı, Facebook'ta paylaşayım...

Bu yazıyı, Twitter'da paylaşayım...

Bu yazıyı, LinkedIn'de paylaşayım...

Bölümler

Yazılarım

Yazılarımı okuyabileceğiniz sayfadır.

Kitaplarım

Kitaplarımı görebileceğiniz sayfadır.

Basında

Basındaki haberleri görebileceğiniz sayfadır...

Etkinlikler/Takvim

Tüm etkinlik, toplantı ve konuşmalarımın haberini takip edebileceğiniz sayfadır.

Videolar

Mehmet Akif Ersoy ve musiki

02.00 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü ve Bestelenmiş Şiirleri
03:15 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki İle İlişkisi Nasıl Başladı?
07:00 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü
08:30 Mehmet Akif Ersoy İle Neyzen Tevfik Nasıl Tanıştı?
11:00 Mehmet Akif Ersoy'un, Neyzen Tevfik İle Olan Dostluğu
15:15 Mehmet Akif Ersoy, Musiki Alanında Kimlerden Ders Aldı?
18:15 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü
21:10 "Mehmet Akif Ersoy, Ölmeden Önce Musiki Üstadı Olarak Tanınıyordu"
27:30 "Musiki, Tüm Varlığın Anladığı Bir Dildir"
30:30 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Meclislerindeki Rolü
33:15 "Mehmet Akif Ersoy, Musiki Meclislerine Değer Katan Bir Kişiliktir"
37:30 Mehmet Akif Ersoy'un "Sait Paşa İmamı" Şiiri ve Bestelenme Öyküsü

Eşrefoğlu Rumi’nin Müzekki’n-Nüfûs’u

Müzekki’n-Nüfus’un en çok okunan halk kitapları arasında olmasının nedeni rehber kitap olması, dilinin sade ve anlaşılır olması, inşa edilmeye çalışılan milleti irşat etmesi.

Sanat endişesinden uzak, müridlere doğrudan doğruya tasavvufî-ahlâkî hakikatleri anlatma gayesini taşıyan Müzekki’n-nüfûs, geniş halk tabakasının kolayca anlayabileceği şekilde sade bir Türkçe ile yazılmış ve tasavvufun halk arasında yayılmasında önemli hizmet görmüştür. Müellifin Osmanlı döneminde Anadolu’da kurulan ilk tarikatlardan biri olan Eşrefiyye’nin pîri olması dolayısıyla kitabın Türk tasavvuf ve düşünce tarihinde ayrı bir yeri vardır. Yeni sayılabilecek herhangi bir görüşe yer verilmemekle beraber tasavvufun temel konularıyla tarikat terbiyesinin esaslarını başarılı bir üslûpla özetleyen Müzekki’n-nüfûs, yazıldığı devirden itibaren Muhammediyye ve Envârü’l-âşıkīn gibi geniş halk toplulukları tarafından benimsenmiş, daha sonraki devirlerde kaleme alınan bu tür eserlere örnek teşkil etmiştir.

ismailgulec.net