Neden biz St Petersburg gibi bir şehir kuramayız?

Üç önceki yazımda bu soruyu sormuş ve cevabını aramaya başlamıştım. Bu yazının ardından önce Müslümanların sonra da Türklerin şehirlerini ve kuruluşlarını anlatmaya çalıştım. Bu yazıda da ilk yazıda sorduğumuz sorunun cevabını vermeye çalışacağım.

İşe önce St Petersburg'un kuruluşu ile başlayalım. Rusya'nın ikinci, Avrupa'nın dördüncü büyük şehri olan St Petersburg, bizim Deli Petro, Rusların Büyük Petro dedikleri Çar 1. Petro tarafından 16 Mayıs 1703'te Baltık Denizinin kıyısındaki Neva Nehri üzerinde 42 adacık üzerinde kurulmuş. Şehir Venedik ve Roma'ya benzetilmeye çalışılmış. Venedik'e benzetmek için binalar arasında kanallar açılmış, Roma'ya benzetmek için de girişleri Roma'dakilere benzeyen sütunlu ve üçgen alınlı büyük abidevi binalar inşa edilmiş.

Şehrin kurulduğu yer nehir kenarı ve bataklık. O haliyle yerleşime açmak pek mümkün değil. Çar şehri inşaya bataklığı kurutarak başlar. Bunun için binlerce köylü, işci, mahkum ve köleyi aylarca, yıllarca çalıştırır. Bölgedekiler yetmeyince ülkenin dört bir tarafından köylüleri toplatır ve kaçmasınlar diye de başlarına askerler diker. Kaçmaya çalışanın cezası ise görüldüğü yerde vurulmak.

Zorunlu askerliğe alınanlardan ise kendi kürek ve kazmalarını temin etmeleri ve yolculuklarında da yiyeceklerini kendilerinin temin etmesi istenmiş. İnsanlar yüzlerce mil yürüyerek St Petersburg'a geldikten sonra bu sefer çalışmaya başlamışlar. Yolculukta ve çalışma esnasında ölenlerin sayısı bilinmiyor ama bu sayının azımsanmayacak kadar çok olduğunu tahmin edebiliriz.

Bu kadarla kalsa da iyi. Şehrin inşası bitene kadar inşaatı engeller diye Rusya'da taştan ev yapmayı yasaklıyor ve tüm taş ustalarını zorla St Petersburg'a getirtiyor. Bununla iki şeyi başarmış oluyor. İlki inşaatın daha çabuk bitmesini sağlıyor, ikincisi de ülkede taş bina yapılmasını resmen yasakladığı fiilen de imkansız hale getirmiş oluyor.

Burada sorumuzu soralım: İnsanları yerlerinden yurtlarından ederek zorla çalıştırmak adil mi? Bu zulüm değil midir? Mescidi inşa edilirken taş taşıyan, çalışanlarla birlikte olan bir peygamberin takipçisi olmakla iftihar eden bir sultanlar böyle bir şey yapabilir mi?

Şehir merkezi

Şehrin dere yatağına kurulduğunu ve kanallarla bölündüğünü söylemiştik. Şehrin merkezi diyebileceğimiz bir mekan yok. Şehrin merkezi bir tarafı sarayın olduğu diğer tarafı başka bir binanın yer aldığı uzun bir caddenin iki tarafı. Dairesel bir genişleme yerine doğrusal bir uzama ve büyüme var.

Şehir büyük bir iddia ile kuruluyor ve meydan okuyor. Hem doğaya meydan okuyor hem de Avrupa'da kendilerine benzeyeme çalıştığı şehirlere. Bu haliyle de benziyor aslında. Roma şehirleri gibi kan ve gözyaşı üzerine kurulu. Mütevazi şehirlerin yanında mütekebbir şehrin temsilcisi.

Şehir aynı yükseklikte ve aynı görünümde birbirine benzeyen binalardan oluşuyor. Tesbih taneleri gibi yanyana dizilmiş evler arasından geçerken ne bir kavisle karşılaşıyoruz ne de bir yokuş tırmanıyoruz. Adeta cetvelle çizilmiş gibi birbirine paralel ve kesişen cadde ve sokaklar. Evlerin hepsi aynı yöne bakıyor, pencereleri karşı evin penceresini görecek şekilde. Bir müddet sonra hangi sokakta olduğumuzunu bile anlayamıyoruz.

Evlerin tüm pencereleri birbirinin aynı, çatıları yanı, bahçe cetvelle çizilmiş, iki-üç katlı devasa binalar ve odalar. Dolayısıyla binaların kimliği yok, birini görünce hepsini görmüş olmuyoruz.

Oysa bir Türk şehrinde her mahallenin, her semtin farklı bir ruhu olur. Suriçi, Üsküdar, Eyüp, Boğaz'a gitmek galakside yıldızlar arasında seyahat etmek gibidir diyor Cansever. St. Petersburg'da bunu görmek mümkün değil. Nereye giderseniz gidin hep aynı yüz.

Çünkü şehri kuran irade böyle istemiş. Bir emirle, bir üst irade ile yapıldığı için şehrin her tarafında emri veren iradenin gücü ve otoritesini hissediyoruz. Şehirde görünen şey otorite ve onu temsil eden yapılar, oysa şehirleri şehir yapan insanlar olmalı.

Ölümün hatırlanmadığı şehir

Peygamberimiz Medine'de mescidi inşa ederken yerini belirlediği mekanlardan biri de mezarlık idi. Türk şehirlerinde de mezarlıklar hep görünür yerlerdedir. İnsanlar şehri gezerken mutlaka bir mezarlığın ya önünden geçerler ya da bir yerlerde görürler. Bunun hem ölülelere hem dirilere faydası var. Ölülere faydası oradan geçenlerin okuyacakları birer fatiha. Dirilere faydası ise ölümü hatırlatması, dünya işlerine kendilerini kaptırıp maddi nedenlerden dolayı birbirlerini kırmamalarını akılda tutmalarına yardımcı olması. Ben Petersburg'da ne bir mezar ne de dünyanın geçiciliğini hatırlatan bir iz gördüm.

Özetle söyleyecek olursak;

Şehrin yapılışında zulüm var, kan var, gözyaşı var.

Şehrin görüntüsünde meydan okuma var, gösteriş var, büyük binalar var.

Türkler sadeliği sever, tezyinatta abartıyı sevmez. III. Ahmed Çeşmesi yaptırıldığında halk çok süslü ve gereksiz olduğu için neler demiş neler.

St Petersburg mütekebbir ve kendini beğenen bir şehir, devasa yapılar, büyük büyük evler. Müslüman şehir mütevazi olur, küçük ve sevimli evlerden biraraya gelir.

St Petersburg bir otoritenin inşa ettiği ve yaşadığı şehir, Müslümanların şehri sivil olmalı.

St Petersburg'da tüm binalar taştan yapılmış. Oysa bizde sadece kamu binaları taştan, evler ise ahşap veya kerpiç. Biri kalıcılığı (devletin bekası) diğeri ise bireylerin ölümlü olduğunu hatırlatıyor.

Şehrin her tarafının heykellerle doldurulması konusunda bir şeyler söylemeyi zaid gördüğüm için geçiyorum.

Şehirde olmadığını gördüğüm şeylerden biri de manevi bir hava ve şehrin insan ruhuna genişlik veren duygu eksikliği idi.

Şimdi Alev Alatlı'nın kitabından yaptığımız alıntıyı tekrar hatırlama zamanı:

Bu yaşıma kadar heybetli bir saray, bir katedral, bir piramit, bir kolezyum, bir bulvar, şıkır şıkır bir şehir görmedim ki temelinde sömürü, cinayet, fuhuş, uyuşturucu, kara para yatmasın. Ne Londra ne Paris ne Roma ne New York ne de St Petersburg (Hele de St Petersburg) görkemli bir metropol olsun da insan kemikleri üzerine yükselmesin. Evsizlerin sığınıp titreştikleri karanlık köşeleri, şiddetin kol gezdiği arka sokakları bulunmasın.

Alev Hanım haksız mı sizce?





Bu yazıyı, Facebook'ta paylaşayım...

Bu yazıyı, Twitter'da paylaşayım...

Bu yazıyı, LinkedIn'de paylaşayım...

Bölümler

Yazılarım

Yazılarımı okuyabileceğiniz sayfadır.

Kitaplarım

Kitaplarımı görebileceğiniz sayfadır.

Basında

Basındaki haberleri görebileceğiniz sayfadır...

Etkinlikler/Takvim

Tüm etkinlik, toplantı ve konuşmalarımın haberini takip edebileceğiniz sayfadır.

Videolar

Diyar-ı Rum'a ne zaman Türkiye denildi?

02:00 Türkiye'nin Doğuşu ve Türkiye Adının Ortaya Çıkışı
03:00 Selçuklu Türkmenleri Anadolu'ya Ne Diyorlardı?
04:30 Anadolu'nun Adı Nereden Geliyor?
06:30 Türk Sultan ve Meliklerinin Rum Adını Değiştirmelerinin Nedeni Nedir?
08:30 "Rum" Kelimesi Coğrafi mi Yoksa Siyasi Bir İsim mi?
10:30 Diyar-ı Rum Nasıl Türkiye'ye Dönüştü?
13:30 Türkiye Adı İlk Defa Ne Zaman Kullandı?
16:15 Türkiye'nin Doğuşu ve Türkiye Adının Ortaya Çıkışı
19:30 Türkler Anadolu'nun Türkleşmesini Nasıl Başardı?
23:00 "Türklerin Gelmesiyle Anadolu Ciddi Bir Şekilde Kalkınıyor"
29:00 Türkler Geldiğinde Anadolu'da Nasıl Bir Yaşam ve Kültür Vardı?
34:00 Türkler Anadolu'ya Yerleşip Çoğaldıkça Yerli Halka Ne Oldu?
38:00 Gayrimüslimlerin Müslümanlaşmasında En Önemli Etken Nedir?
44:30 Türkiye Adının Yaygınlaşmasında Seyyahların Rolü Oldu mu?

Semazenlik ve Giydiği Kıyafetlerin Sembolik Anlamı

02:00 Sema Nedir, Semazen Nedir?
03:45 Sema Eğitimi ve Semazenlik
09:00 Mevlana Zamanında Sema Var mıydı?
13:00 Hangi Tarikatlarda Sema'ya Benzer Bir Uygulama Vardır?
14:30 Sema, Mevlana'dan Sonra Bugünkü Halini Nasıl Aldı?
18:20 Semazen Olmak İçin Bir Şart Var mıdır?
21:00 Sema Gösterisi Neden Yapılır?
25:15 Semazenlerin Başları Neden Dönmez?
29:00 "Mevlevi Mukabelesi Bize Hayatın Kendisini Öğretir"
34:00 Semazenlerin Giydiği Kıyafetlerin Sembolik Anlamı Nedir?
40:00 Sema Hareketlerin Sembolik Anlamı Nedir?
46:00 Semazenlerin Harektleri Ne Anlama Gelir?

ismailgulec.net