Özgeçmiş
...
Ölümsüzlük ağacını arayan padişah
Bilgili biri, temsil yoluyla:
- Hindistan'da bir ağaç var, meyvesini yiyen ne yaşlanır ne de ölür, der.
Padişahlardan biri bunu duyar, doğru sanıp bu ağacı bulmak ve meyvesinden yemek ister. Bunun için yakın adamlarından bilgili birisini Hindistan'a gönderir.
Adamcağız yıllarca Hindistan'da o ağacı arar. Bulmak için şehir şehir gezer, ne ada bırakır, ne dağ, ne ova. Kime sorduysa:
- Bu adam deli mi ne, diye gülüp alay eder. Bazıları da şunu söyleyip istihza ederler:
- Ey akıllı kişi, senin gibi birisinin bu arayışında bir hikmet elbette vardır.
Bazıları işi daha da ileriye götürüp:
- Ey büyük zat, falan diyardaki ormanda yemyeşil bir ağaç var, pek büyük, pek dehşetli, her dalı koskocaman, derler.
Padişahın adamı kimden bir şey duysa aslını araştırmak için çabalar durur. Nice yıllar yollarda gezer, padişah da ona harcırah gönderir. Bu şekilde bir hayli dolaştıktan sonra ümitleri tükenir, aramaktan usanır. Padişahın yanına dönmek için ağlaya ağlaya yola koyulur.
Döndüğü memlekette büyük bir alim, yüce bir şeyh varmış. Padişahın adamı ümitsiz bir halde:
- Önce onun tekkesine gideyim, istediğim olmadı, bari duasını alayım, der.
Gözleri yaş dolu halde şeyhin huzuruna varır. Şeyh:
- Ümidin yoksa bile söyle, der, neye kavuşmak istiyorsun?
- Padişah beni bir ağaç aramak üzere Hindistan'a gönderdi. Meyvesi ab-ı hayat. Yıllardır aradım, bir nişanesini bile bulamadım, ama niceler benimle alay etti, eğlendi.
Şeyh gülümseyerek dedi ki:
- Ey saf adam, bu ağaç, ilim sahibindeki ilimdir. Pek büyük, pek yüce bir ağaçtır o. Meyvesi ab-ı hayattır, ölümsüzlüktür. Sen görünüşe aldanmış, manayı yitirmişsin. Ona gâh ağaç derler, gâh güneş. O bire sayısız adlar gerek. Bir adam senin baban olur, ama başka birisinin de oğludur, bir başkasının kardeşi, öbürünün dayısı. Bir tek adam olduğu halde onlarca adı var. Bir vasfını bilen öbürünü bilmeyebilir.
Kim "Bu ad doğru ad" diye isme yapışır onu ararsa ümitsizliğe düşer, perişan olur. İsmi geç, sıfata bak ki bu sıfat seni zata götürsün.
Hikaye böyle. Hikâye biraz Kelile ve Dimne’nin Farsçaya tercüme edilmesi hikâyesine de benziyor. Rivayete göre İran şahı Enuşirevan’ın tabibi Bürziye Hindistan’da ölüleri dirilten bir bitkinin olduğunu işitir. Bu bitkiyi ele geçirmek için de bitkinin yetiştiği dağa gider. Bürziye o dağ senin, bu dağ benim diyerek gezer ama bitkiyi bulamaz. Tesadüf ettiği yaşlı bir bilgeye bitkiyi sorar. Bilge de “Bu eskilerin remizli sözüdür. Dağlardan maksat bilginler, bitkiden maksat şifa veren söz, ölüden maksat da bilginlerin sözleriyle bilgilenen cahillerdir. Bu bilgiler de Hint padişahının hazinesinde bulunan Kelile ve Dimne isimli eserdedir.” şeklinde cevaplar. Bunun üzerine Enüşirevan da Hint padişahına tabibine yardımcı olmasını istirham eden bir mektup yazar. Hint padişahı kendi huzurunda okunması şartıyla Bürziye’nin kitabı görmesine izin verir. Bürziye, padişahın huzurunda eseri okuduktan sonra masalların manalarını aklında tutar ve memleketine dönünce de yazıya döker.
Ne kadar da çok benzerlik var değil mi iki hikâye arasında?
Mevlâna’nın hikayesi bir dervişin seyrüsülukunu anlatıyor. Bir dervişin nelere dikkat etmesi gerektiğini hikâye üzerinden temsil yoluyla müritlerine, muhiplerine ve tüm hakikat yolcularına adım adım açıklıyor. Nasıl mı? Hikâyede geçen bazı kavramlar üzerinden giderek anlatmaya çalışayım.
İlk olarak temsil yoluyla söylenmesi üzerinde duralım. Bu ariflerin hakikatleri anlatma usulüdür. Temsil hem açıklar hem örter. Bilenlerin daha iyi anlamalarını sağlar, kötü niyetlilerin eleştirilerinden de kendini örterek korur. Hakikate yabancı olanlar için mecazdan ve temsilden öteye geçemezler. Dinledikleri de hikâyeden başka bir şey olmaz zaten.
Sıradan insan için mecaz olan bir derviş için hakikat olduğu gibi kâmil biri için hakikat sıradan bir derviş için de mecaz olarak kalabilir. Sıradan bir derviş için takkenin kendisi hakikat iken bir arif için takke gerçek manada derviş olmanın bir sembolü, bir remzi olur.
Mecazları hakikat sanmak, çocuklara mahsustur. Bir çocuk ancak 8-9 yaşından itibaren soyut düşünebilir ve mecazları yavaş yavaş anlar. Tasavvufta henüz çocuk mesabesinde olan mürit de başlangıçta mecazları hakikat sanır ve taklit makamındadır.
Derviş süluku esnasında hakikati bilmeden arayanlara sıradan insanlar da tasavvuf ehli de gülerler. Sıradan insanlar alay edip dalga geçerken, deli yerine koyarken mürşidi, konuşmayı yeni öğrenen bir çocuğa annesinin-babasının gülmesi gibi şefkatle ve muhabbetle güler. Hakikat yolcusu insanların kendisine gülmesine ve kınamasına bakmaz. Kınanmayı göze alamayan bu yola çıkmasın.
Ormanda yemyeşil büyük ağaç aramak, dervişin mecazın peşinden koşması, hakikatten uzaklaşmasıdır. Mevla’yı bulmadan önceki Leyla peşinde koşan Mecnun’un ilk halleri.
Derviş nice seneler dolaşır, arar ama bulamaz, ömrünün sonuna kadar aramak için dolaşsa da bulamayacaktır. Çünkü ne kadar tepinirse tepinsin bir eşek semerinin altındaki iğneyi çıkaramaz. Aramakla bulunmaz.
Derken bir gün karşısına yüce bir şeyh, kâmil bir mürşid çıkar ve aradığı şeyin ne olduğunu ve nasıl bulacağını anlatır. Bulanlar arayanlardır.
Kâmil bir mürşidin karşına çıkması ve yardımcı olması ise dervişin gözyaşları içinde yalvarması, acizliğini ifade etmesi ve himmete muhtaç olduğunun farkında olmasıyla mümkündür.
Ağacın ne olduğunu ise bize peygamberimiz anlatsın:
Peygamberimiz (s.a.v.), ashabına; ‘Cennet ağaçlarından bir ağaca rastladığınız zaman onun gölgesinde gölgelenin, yemişinden yiyin!’ demiş de sahabe şaşırarak sormuştu: ‘Ya Resûlullah! Biz Cennet ağacına hayatta iken nasıl rastlayabiliriz ki?’ Efendimiz (s.a.v.) de cevap verir:
Dağda yetişen bilgi veya ağaçta yetişen meyve ikisi de aynı. Dağ veya ağaç kamil ve arif mürşid, bitki veya meyve de ancak kamil bir mürşitten öğrenilen ledün ilmi. O ilim ile ölmeden önce ölünür ve bir daha onlar için ölüm yoktur.
Aramakla bulunmaz, ancak bulanlar arayanlardır sözünü açıklayabildim mi acaba?
(Gustav Klimt'in Hayat Ağacı Tablosu)
...
Yazılarımı okuyabileceğiniz sayfadır.
Kitaplarımı görebileceğiniz sayfadır.
Youtube videolarını izleyebileceğiniz, A'mâk-ı Hayal Sohbetleri, Kültürümüzde Şiir ve Mûsikî (TRT Radyo), Enderun Sohbetleri (Vav Radyo), Enderun Sohbetleri (Vav TV) ve Mürekkep Damlaları (Vav Radyo)'ni dinleyebileceğiniz sayfadır.
Basındaki haberleri görebileceğiniz sayfadır...
Tüm etkinlik, toplantı ve konuşmalarımın haberini takip edebileceğiniz sayfadır.
02.00 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü ve Bestelenmiş Şiirleri
03:15 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki İle İlişkisi Nasıl Başladı?
07:00 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü
08:30 Mehmet Akif Ersoy İle Neyzen Tevfik Nasıl Tanıştı?
11:00 Mehmet Akif Ersoy'un, Neyzen Tevfik İle Olan Dostluğu
15:15 Mehmet Akif Ersoy, Musiki Alanında Kimlerden Ders Aldı?
18:15 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü
21:10 "Mehmet Akif Ersoy, Ölmeden Önce Musiki Üstadı Olarak Tanınıyordu"
27:30 "Musiki, Tüm Varlığın Anladığı Bir Dildir"
30:30 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Meclislerindeki Rolü
33:15 "Mehmet Akif Ersoy, Musiki Meclislerine Değer Katan Bir Kişiliktir"
37:30 Mehmet Akif Ersoy'un "Sait Paşa İmamı" Şiiri ve Bestelenme Öyküsü
Müzekki’n-Nüfus’un en çok okunan halk kitapları arasında olmasının nedeni rehber kitap olması, dilinin sade ve anlaşılır olması, inşa edilmeye çalışılan milleti irşat etmesi.
Sanat endişesinden uzak, müridlere doğrudan doğruya tasavvufî-ahlâkî hakikatleri anlatma gayesini taşıyan Müzekki’n-nüfûs, geniş halk tabakasının kolayca anlayabileceği şekilde sade bir Türkçe ile yazılmış ve tasavvufun halk arasında yayılmasında önemli hizmet görmüştür. Müellifin Osmanlı döneminde Anadolu’da kurulan ilk tarikatlardan biri olan Eşrefiyye’nin pîri olması dolayısıyla kitabın Türk tasavvuf ve düşünce tarihinde ayrı bir yeri vardır. Yeni sayılabilecek herhangi bir görüşe yer verilmemekle beraber tasavvufun temel konularıyla tarikat terbiyesinin esaslarını başarılı bir üslûpla özetleyen Müzekki’n-nüfûs, yazıldığı devirden itibaren Muhammediyye ve Envârü’l-âşıkīn gibi geniş halk toplulukları tarafından benimsenmiş, daha sonraki devirlerde kaleme alınan bu tür eserlere örnek teşkil etmiştir.