Özgeçmiş
...
Filmin adı ile başlayalım. Adını kahramanın yazdığı kitaptan alıyor. Ahlat Ağacı bir simge, bir sembol. Onunla hem bölge insanın acısı, kaderi ve yalnızlığı anlatılıyor hem de İdris Hoca ve Sinan’ın. Çünkü Ahlat ağacı tepelerde, tarla kenarlarında, adeta dışlanmış gibi yalnız, uyumsuz, şekilsiz, meyvesi de pek gösterişli olmayan bir ağaç imiş, İdris Hoca ve oğlu Sinan gibi.
Filmin geçtiği mekân
Film Çanakkale, Çan ilçesi ve ilçeye bağlı bir köyde geçiyor. Neden buralar seçilmiş diye de düşünmedim değil. Politik ve toplumsal sorunları göz önüne sermeye çalışan filmler daha çok Kürtler ve Aleviler üzerinden kurgulanır ve anlatılır ve ya doğu veya güneydoğuda veya İstanbul’un kenar semtlerinden birinde çekilirken Ceylan Türkiye’nin en batısında bir şehri tercih etmiş. Bu tercihiyle yoksulluk, fakirlik, kötü yaşam koşulları, çevre kirliliği gibi temel sorunların Türkiye’nin her tarafında aynı olduğunu göstermek istemiş olmalı.
Filmdeki Çanakkale ve Çan bakımsız, her tarafı çöple dolu, binaları çirkin, sevimsiz bir yer olarak resmedilmiş. Kar ve kış mevsimi dışındaki tüm sahnelerde mutlaka bir yerlerde çöpler var. Çan Belediye başkanı duyarsız, sıradan kasaba politikacısı. Kitaptan anlar diye gönderdiği adamın ofisinde ise gazetelerin verdiği ansiklopediler var.
Çanlı olsaydım üzülürdüm.
Film birbirine bezelye taneleri gibi benzeyen insanların öyküsü, dramı mı demeliydim yoksa! Kumarbaz bir baba, evi çekip çeviren anne, istedikleri alınmadığı için gergin çocuklar, yaşlı ve hasta kocasından şikâyet eden nene, işsiz gençler, amaçsız insanlar. Doğa gibi kirlenmiş ve bozulmuş insanlar geçidi. Ve onları bu hale getiren nedenler. Bu nedenler aynı zamanda Türkiye’nin temel meseleleri: Eğitim, çevre, ahlak.
Karakterler
Filmin baş oyuncusu İdris Hoca ve üniversiteyi bitiren oğlu. Sinan bir evlat, bir yazar adayı, bir genç, atanmayı bekleyen bir öğretmen, taşralı bir genç. Bir öğretmen ve bir yazar adayı olarak çok kaba ve küfürbaz. Çok derin konuları kahve ağzıyla anlattığı için o cümleler ağzında eğreti duruyor. Annesine manyak manyak konuşma diyen, arkadaşlarıyla konuşurken kurduğu her cümlenin ardından küfür savuran birinin ağzından hayata, var olmaya, yazmaya ve kökleşen düzene darbe vuran cümleleri duymak biraz sakil duruyor ve kahramanın inanılırlığını azaltıyor. Sinan çok küstah ve ukalaca konuşuyor. Sorun ukala olmasında değil, kaba ve saygısız biçimde davranmasında. Ben Sinan’ın oyunculuğunu pek beğenmedim. Diğer oyuncuların yanında biraz amatör gibi.
Filmde önemli karakterlerden biri de anne. Bir yandan çocuklarına kol kanat gererken, ailenin geçimini düşünürken öte yandan bunlara sebep olan babaya toz kondurmaması, ondaki insan ve doğa sevgisi karşısındaki hayranlığından yapıp ettiklerine kızsa bile kocasını sevmesi ve en başa dönse yine onunla evlenmeyi tercih etmesi çok şey söylüyor aslında. Aslında Sinan da babasına kızsa da onun her türlü cezayı hak ettiğini düşünse de yine yardıma muhtaç olduğu durumda yanına gitmekten kendini alamıyor.
İdris Hoca
İdris Hoca sınıf öğretmeni. Çocukları, hayvanları ve doğayı çok sevmesine karşın insanları o kadar sevmiyor sanki. Çevresindeki insanlar, hatta çocukları bile hep onu kınamış, hor görmüş ve ayıplamış. İnsanların kendisine acımasından ve akıl vermesinden bıkmış ve adeta onlardan kaçıyor. Kimi kimsesi kalmamış, arkadaşları bir bir terk etmiş kendisini. Bir kusuru var İdris Hoca’nın. Hayvan sevgisinden olsa gerek at yarışları merakı. Tüm parasını ganyan bayide harcamış, harcıyor. Hiç kazanmamış, hep kaybetmiş, evini satmış, arabasını satmış, borçlardan kurtulamamış, maaşına haciz gelmiş. Gırtlağına kadar borçlu bir adam.
Kimse İdris Hoca’yı anlamaya çalışmıyor nedense. Oysa biri biraz yakından baksa onun neden at yarışları oynadığını anlayacak. O kaybederek bulmaya çalışanlardan. O bir rind, o bir melamet ehli, o bir Mecnun. At yarışı oynamak onun için bir kaçış, kendini, derdini unutma yolu. Ama anlayan yok çevresinde. Ne yapsın İdris Hoca, insanlar anlamazsa doğa ve hayvanlar var. Onlara sığınıyor ve aradığını sükûnet ve saadeti onlarla buluyor. Oğlunun kitap bastırmak için kendisinden habersiz sattığı köpeğinin ardından bir yakınını kaybetmiş gibi geceleri kalkıp gizli gizli ağlayacak kadar hayvanlara düşkün biri o.
O sadece hayvanlara karşı değil, insanlara karşı da merhametli ve şefkatli. Aynı zamanda çok becerikli. Elinden neredeyse her iş geliyor ve yardıma muhtaç birini görse hemen kolları sıvıyor. Eşya taşıyan hamal, bozulan kapı hep onun karşılık beklemeden yaptığı iyilikler.
Temel konu: Baba-oğul ilişkisi
Film baba ile oğul arasındaki ilişki. Babasını beğenmeyen ve çatışma halinde olan oğlun babasını anlamaya götüren süreç anlatılıyor. Film kuyu ile başlayıp kuyu ile bitiyor. Köylülerin çıkmaz dediği yerden İdris Hoca’nın su bulmaya çalışması ve bunu ısrarla sürdürmesi film boyunca gösteriliyor. Sinan’ın saçma ve beyhude bir gayret olarak gördüğü babasının kuyu kazmasını babasının tam da vazgeçtiği noktada devam etmesi çok şey ifade ediyor. Filmdeki baba-oğul arasındaki ilişki babamla aramdaki ilişkiyi de hatırlattı. Üniversite yıllarındaki karşı çıkmalar ve beğenmemeler okul bitip çalışmaya başlayınca karşılıklı konuşmalara ve fikir alışverişlerine dönmüştü. Şimdilerde ise çocuklara karşı aynı babam gibi davranıyorum. Nasıl izah edebileceğimi bilmiyorum, oğluma baktığımda hem babamı hem de çocukluğumu hatırlıyorum. Aynı anda nasıl hem küçük İsmail hem de babam gibi düşünüyorum ve oluyorum bilmiyorum.
Belki bunda Sinan’ın odasındaki yataklı vitrinin de rolü var. Çocukken bizim evde de öyle bir vitrin vardı. Arkası kitaplık önü çekince yatak olan koltuk. En büyük zevkim raflardan bir kitap alıp koltuğa uzanıp okumaktı. Kuyu
İdris Hoca’nın yaşamı bir trajedi. Kuyu kazması da düştüğü girdaptan ve düştüğü zindandan kurtulmaktan başka bir şey değil. Ama tek başına kuyuyu kazması, yani düştüğü sıkıntıdan kurtulması mümkün değil. Maalesef kuyu kazmasına köyün delisinden başka yardım eden de yok. Bunlar da hep birer sembol aslında. Mecazen deliler hakikatte veli olurlar. İdris Hoca’ya mecazi kuyuyu kazarken yardım eden deli var ama içine düştüğü hakiki kuyudan çıkaracak bir veli bulamıyor. Nuri Bilge Ceylan tasavvufun bu yönünü kullansa inanılmaz bir derinlik katacak filme. Ama o nedense bizi sorunlarla yüzleştiriyor, yüzümüze ayna tutuyor ama herhangi bir şey önermiyor. Belki böylesi daha iyi, bilmiyorum. Yapmaya çalıştığı şey farkına varmamız. Nasıl olsa gerisini kendileri halleder diye düşünüyor olmalı. Aklıma gelmişken söylemeden geçemeyeceğim. Murat Cemcir İdris Hoca rolünün hakkını vermiş, çok iyi bir karakter oyuncusu olduğunu da göstermiş filmde.
Ceylan aynayı yüzümüze tutuyor
Nuri Bilge Ceylan filmde birçok konuyu tartışıyor ve eleştiriyor. Bunu da bazen kahramanları aralarında konuşturarak, bazen telefonda konuşturarak, bazen de resmi izleyicinin gözünün içine sokarak yapıyor. Manevi değerler, toplumun din anlayışı, genç imamın imama yakışmayan davranışları, üniversite mezunları, belediye başkanı, belediyeyle iş yapan müteahhitler, hepsi eleştiriliyor. Din konusu Sinan’la birlikte iki genç imam arasında geçiyor ve imamlardan biri daha makul görüşlere sahip sunularak genelleme yapılmaması filmi gereksiz tartışmalardan kurtarmış.
Filmin önemli tartışmalarından biri de kitap, yazarlık ve kadın-kitap ilişkisi üzerine. Ağır ve kuvvetli cümleler var yazarla olan repliklerde. Ve annesi üzerinden verilen kitap ve kadın arasındaki ilişki.
Nuri Bilge Ceylan bu filmiyle bizi düşünmeye sevk ediyor ve nereye gittiğimizi sorguluyor. Bu sorunun cevaplarını hep birlikte aramalıyız.
...
Yazılarımı okuyabileceğiniz sayfadır.
Kitaplarımı görebileceğiniz sayfadır.
Youtube videolarını izleyebileceğiniz, A'mâk-ı Hayal Sohbetleri, Kültürümüzde Şiir ve Mûsikî (TRT Radyo), Enderun Sohbetleri (Vav Radyo), Enderun Sohbetleri (Vav TV) ve Mürekkep Damlaları (Vav Radyo)'ni dinleyebileceğiniz sayfadır.
Basındaki haberleri görebileceğiniz sayfadır...
Tüm etkinlik, toplantı ve konuşmalarımın haberini takip edebileceğiniz sayfadır.
02.00 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü ve Bestelenmiş Şiirleri
03:15 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki İle İlişkisi Nasıl Başladı?
07:00 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü
08:30 Mehmet Akif Ersoy İle Neyzen Tevfik Nasıl Tanıştı?
11:00 Mehmet Akif Ersoy'un, Neyzen Tevfik İle Olan Dostluğu
15:15 Mehmet Akif Ersoy, Musiki Alanında Kimlerden Ders Aldı?
18:15 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü
21:10 "Mehmet Akif Ersoy, Ölmeden Önce Musiki Üstadı Olarak Tanınıyordu"
27:30 "Musiki, Tüm Varlığın Anladığı Bir Dildir"
30:30 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Meclislerindeki Rolü
33:15 "Mehmet Akif Ersoy, Musiki Meclislerine Değer Katan Bir Kişiliktir"
37:30 Mehmet Akif Ersoy'un "Sait Paşa İmamı" Şiiri ve Bestelenme Öyküsü
Müzekki’n-Nüfus’un en çok okunan halk kitapları arasında olmasının nedeni rehber kitap olması, dilinin sade ve anlaşılır olması, inşa edilmeye çalışılan milleti irşat etmesi.
Sanat endişesinden uzak, müridlere doğrudan doğruya tasavvufî-ahlâkî hakikatleri anlatma gayesini taşıyan Müzekki’n-nüfûs, geniş halk tabakasının kolayca anlayabileceği şekilde sade bir Türkçe ile yazılmış ve tasavvufun halk arasında yayılmasında önemli hizmet görmüştür. Müellifin Osmanlı döneminde Anadolu’da kurulan ilk tarikatlardan biri olan Eşrefiyye’nin pîri olması dolayısıyla kitabın Türk tasavvuf ve düşünce tarihinde ayrı bir yeri vardır. Yeni sayılabilecek herhangi bir görüşe yer verilmemekle beraber tasavvufun temel konularıyla tarikat terbiyesinin esaslarını başarılı bir üslûpla özetleyen Müzekki’n-nüfûs, yazıldığı devirden itibaren Muhammediyye ve Envârü’l-âşıkīn gibi geniş halk toplulukları tarafından benimsenmiş, daha sonraki devirlerde kaleme alınan bu tür eserlere örnek teşkil etmiştir.