Tuncer Bağışkan’ın Kıbrıs’ta Osmanlı-Türk Eserleri İsimli Eseri Üzerine

Ayrıca Tuncer Bağışkan’ın kitabının ikinci baskısını hazırladığını da duymuştum. Böyle olunca hem yeni baskıda hataları düzeltmesi hem de bu eserden yararlanacakları uyarmak için bir makale yazma konusunda kendimi sorumlu hissettim ve bu satırları kaleme aldım.

Kitabın kanaatimizce önemli iki yönü var ve bu iki özelliği de çalışmaya göz atılmasını gerekli kılıyor. İlki bugün bir kısmı kaybolmuş veya kaybolmaya yüz tutan Osmanlılardan kalan tarihî eserlerin ve mekanların listesini içermesidir. İkinci önemli özelliği ise yerel halk arasında yaygın söylenceleri bizzat dinleyerek kaydetmiş olmasıdır. Buna rağmen Bağışkan’ın naklettiği her türlü bilgi eleştiri süzgecinden geçirilmeden kullanılmamalı, gösterdiği kaynaklara mutlaka bakılmalıdır. Bizi böyle bir uyarıda bulunmaya sevkeden nedenleri sıralamaya çalışacağım. Değerlendirme, “az çoğa delalet eder” mucebince sadece Hala Sultan ile ilgili yazılan bilgiler üzerinden yapılacaktır.

Kitapta görülen eksiklikleri iki ana başlık altında inceleyelim.

  1. Üslûp ile İlgili Sorunlar

Tuncer Bağışkan’ın eserini okurken ciddi bir üslûp sorunu ile karşı karşıya kalıyoruz. Bunun kanaatimizce iki temel nedeni vardır. İlki kendisinin Müslümanlara ve Türklere karşı mesafeli tutum takınması ve bu kültüre aşina olmamasıdır. İkincisi ise ağırlıklı olarak İngilizce yayınları kullanmasından dolayı terimleri bu eserlerden alması ve tercüme esnasında da tercih edilen kelimelerin ilgili kelimeyi karşılamamasıdır. Söylediklerimizi örneklerle açıklamaya çalışalım.

1. İslamî Literatüre Dair Terimlerin Bilinmemesi ve Yanlış Kullanılması

Hadis rivayet etme geleneğini yakından bilenler hadisçilerin bu konuda ne kadar hassas olduklarını, bir hadisi rivayet ederken kılı kırk yardıklarını ve bu çalışmaların bugün modern araştırma yöntemlerinden farksız olduğunu, bilimsel araştırma metotlarının temelini oluşturduğunu bilirler. M. Fuat Sezgin’in Buhari’nin Kaynakları (Otto Yayınevi 2016) isimli eserine göz atıldığında ravilerin bu konuda ne kadar hassas oldukları ve en ufak bir şüpheyi bile değerlendirdikleri görülür. Bu kadar titiz davranılan ve dikkat edilen bir konuda Bağışkan şunları söyleyebilmektedir:

Hala Sultan'ın adına, kişiliğine, ölümüne, mezarına ve türbesine ilişkin bilgilerin tamamı söylentilerle rivayetlere dayanmaktadır.” (s. 36)

“... söylencelerin yayıldığı kaydedilmektedir.” (s. 36)

“Hala Sultan’ın kişiliğine dair bir başka söylence de” (s. 36)

“Bazı Arap yazarların ortaya koyduğu veya dolaylı yoldan destekledikleri bir başka söylenti ise” (s. 37)

Rivayete göre Hz. Muhammet’in süt halası Şefia (Ümmü Haram binti Milhan) Muhammet ile konuşurken Kıbrıs’ta şehit olacağını öğrenmiş...” (s. 37)

Eserde sürekli olarak kullanılan söylenti ve söylence ifadeleri, olayın tarihselliğini önemsizleştiren ifadelerdir. Söylenti sözlüklerde “Pek çok kimse tarafından söylenen, ağızdan ağıza dolaşan, doğruluğu şüpheli, kesinlik kazanmamış haber, rivayet” şeklinde tanımlanmaktadır. Söylence ise efsanenin karşılığı olarak kullanılan bir söz olup “Eski çağlardan beri söylenegelen, olağanüstü varlıkları, olayları konu edinen hayalî hikâye, asılsız, hayal mahsûlü hikâye, söylence, masal, efsâne” şeklinde tarif edilmektedir. Bir edebiyat terimi olarak ise “Halkın hayal gücünden doğan ve dilden dile söylenirken bu hayal gücüyle şekil değiştirerek olağanüstü nitelikler kazanan hikâye” (Güleç 2014) şeklinde tarif edilmektedir.

Burada kullanılan rivayet kelimesi de hadisçilerin kullandığı anlamda değil, meddâh ve kıssahanlar tarafından anlatılan içerik olarak, yani hikaye ve efsane anlamında kullanılmıştır. Hadis terimi olarak rivayet ise “hadisi vb. haberleri senediyle nakletmek, onları söyleyene veya yapana isnat etmek” (Efendioğlu 2008) anlamındadır ve meddâhların kullandığı rivayet ile tamamen farklı anlamlarda kullanılmaktadır.

Bilindiği gibi Ümmü Harâm'a ait bilgiler, temelde hadis merkezli metinler içerisinde, başta sahabiler olmak üzere hadis ravileri ile yaygınlaşmıştır. Ümmü Harâm’dan bahseden hadis, Müslümanlar tarafından en muteber kabul edilen hadis kitaplarından Buharî (İsti’zân, 41) ve Müslim’de (İmâret, 160) yer almaktadır. Bu metinlerse nakil ve rivayet esasına dayanmakta olup İslam tarihi boyunca bilgi aktarımı ve bilginin sıhhati hususlarında en üst kriterleri esas alan ilmî eserler olarak genel kabul görmüştür. Bu eserlerde “rivayet” kelimesi son derece teknik bir terim olarak kullanılır, ancak araştırmacı bu kelimenin anlam kayması sonucu günümüzde “kulaktan dolma bilgi, dedikodu” seviyesine düşen karşılığını esas alarak Ümmü Harâm hakkındaki bilgileri söylentilere dayanan bilgiler şeklinde ifade etmekte, bu da onun konu hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığını göstermektedir. Ümmü Harâm’dan bahseden hadis rivayetleri söylence veya efsane değildir. Bu literatürün nasıl titiz çalışmaların mahsülü olduğunu, hadis usûlü okumadan, senet ve rical tenkidi hakkında bilgi sahibi olmadan idrak etmenin mümkün olamayacağı açıktır.[1]

Bağışkan, teknik bir terim olan rivayeti söylence olarak değerlendirmekte, sahih bir hadisi, kime ait olduğu bilinmeyen bir şehida için bir yaşlıdan dinlediği söylenceyi nakleder gibi aktarmaktadır. Yazılanlardan anlaşıldığı kadarıyla bu ikisi arasında hiçbir fark söz konusu değildir.

Bir diğer sorunlu alan ise üslûptur. Kanaatimce metinde saygısızca kullanılan ifadelerin nedeni eserin müellifinin İslam kültür ve tarihi konusunda yeterli bilgiye sahip olmamasının yanı sıra yabancı kaynakları kullanması ve bilgileri tercüme etmesi olduğunu söylemiştik.

Medine’de Yardım Edenler mi, Ensar mı?

Tuncer Bağışkan eserinde şöyle bir ifade kullanıyor:

“Bir başka söylence de … peygamberin Mekke’den Medine’ye gelmesine yardım edenler arasında bulunduğu doğrultusundadır.” (s. 36)

Yazar bu cümlede literatürü ve tarihi bilmemesi ve iyi araştırmamasından dolayı iki büyük hata yapıyor. Birincisi şu ki; Enes b. Mâlik, Hz. Peygamber Medine’ye geldiğinde henüz çocuk yaşta idi ve hicret esnasında kendisine yardım etmesi söz konusu değildi. Muhtemelen İngilizce bir kaynaktan yararlanarak aktardığı bu bilginin doğrusu ise şöyledir: Ümmü Harâm’ın da yeğeni olan ve Peygamberimizden en çok hadis rivayet eden bu sahabenin tam adı Enes b. Mâlik b. Nadr el-Ensârî (ö. 93/711-12) idi. İsminden de anlaşılacağı üzere Ensar’dan idi. Ensar ise bir terim olup sadece Hz. Peygamber’e değil, Mekke’den Medine’ye hicret eden Müslümanlara yani muhacirlere yardım eden tüm Medinelilere verilen isimdir. Söylence meselesinde daha önce de değinildiği için bunun üzerinde tekrar durmayacağım.

Muhaddis mi, Hadis Toplayıcı mı?

“Hadis aktarıcısı Enes b. Malik’in...” (s. 36)

“Hadis toplayıcısı olan Buhari...” (s. 37)

Bağışkan’ın hadis literatürünü bilmemesinden ve sadece tercüme ettiği yabancı eserlerden yararlanmasından kaynaklanan hatalarından biri de terim olduğunu bilmediği kimi kelimeleri sözlük anlamlarıyla yazıya geçirmesi hususudur. Böyle kullanıldığında mesele bambaşka bir yöne doğru kaymakta ve okur yanlış yönlendirilmektedir. “Hadis aktarıcısı” olarak söz konusu çalışmada geçen terimin hadis litaratüründeki kullanımı “ravi”dir. Yazılan konu ile ilgili hadise ve haberlerin kaynağı olan raviler ise Hz. Peygamber’den duyup öğrendiklerini başkalarına öğreten ve aktaran kişilerdir. (Efendiğolu 2007: 472) Sözü edilen hadisin ravisi olan Enes b. Mâlik de aynı şekilde Hz. Peygamber’in uzunca bir süre yanında bulunmuş ve kendisinden en çok sayıda hadis rivayet eden kişilerden, yani “müksirûn”dan biri olma mertebesine erişmiştir.

Bağışkan’ın sadece burada değil, kitabın sahabe mezarlarından bahsedilen diğer bölümlerinde de hadis metinlerine hadis usûlünü bilmeyen bir nazarla yaklaştığı, sadece kronolojiyi esas aldığı görülür. Halbuki hadis usûlünü bir kenara bırakıp sadece kronolojiyi esas alsak bile bu bilginin hatalı olduğu çok bariz bir şekilde görülmektedir. Nitekim meşhur Ümmü Harâm hadisinin geçtiği kitaplardan biri olan Muvattâ isimli eserin müdevvini olan İmâm Mâlik’in vefat tarihi 795’tir. Bu da Ümmü Haram’dan, daha erken tarihlerde bahsedildiğini göstemektedir.

Peygamberin Kehaneti (!)

Bağışkan’ın yanlış yerde ve anlamda kullandığı bir diğer kelime ise kehanettir. Bu kelime genellikle müsteşriklerin Hz. Peygamber’i yermek ve eleştirmek için kaleme aldıkları eserlerde kullanılmaktadır. İslam’ın ilk yıllarında da müşrikler Hz. Peygamber’in nübüvvetini inkar etmek için bu kelimeyi telaffuz ediyorlar ve onu kahinlikle itham ediyorlardı.

Bu kelimenin söz konusu çalışmada Ümmü Harâm hadisinden bahsedilirken kullanıldığını görmemiz ilginçtir. “Peygamberin kendisine bildirdiği kehanet” olarak kitapta geçen bu ifadeyi ima etmek bile ciddi anlamda problemlidir. Bu ifadeler sadece Hz. Peygamber için değil, diğer peygamberler için de kullanılamaz ve kullanılmamalıdır.

Bilindiği gibi söz konusu Ümmü Harâm hadisinde gayba dair mucizevî bir bilgilendirme söz konusudur ve bu da Hz. Peygamber’in peygamber oluşunun delili olarak referans gösterilen noktalardan yalnızca ve yalnızca bir tanesidir. Meşhur İslam tarihçisi İbn Kesîr, bu hadisin üç noktada peygamberliğe işaret ettiğini söyler. İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey, “Kasîde-i Nûniyye” isimli şiirinin 49. beytinde bu hadis-i şerife, mucizevî bir haber olması bakımından göndermede bulunur (Yazıcıoğlu 1983). Hz. Peygamber’in buna benzer pek çok hadisi vardır.

Müslümanların en muteber kabul ettiği hadis kaynaklarında yer alan ve İslam bilginlerinin atıfta bulunduğu bu mucizeden Bağışkan’ın “Peygamberin kendisine bildirdiği kehanet” (s. 40) olarak bahsetmesi, onun İslam tarihine ve hadis literatürüne dair bilgisi olmadığını gösteren bir başka örnektir. Daha da üzücü olanı ise bunu bir yabancı imiş gibi yazıyor olmasıdır.

2. Müslüman yerine ısrarla Arap denmesi

“Bazı Arap yazarların ortaya koyduğu veya dolaylı yoldan destekledikleri bir başka söylenti ise...” (s. 37)

Bağışkan’ın problemli yaklaşımlarından bir diğeri de İslam tarihini Arap tarihi olarak değerlendirmesi ve İslam’ı Araplara has bir din olarak algıladığını göstererek kültürel birikimle arasına bir mesafe koymasıdır. Onun bu sorunlu yaklaşımı Arapça yazılan her eserin müellifini Arap olarak değerlendirmesine yol açmıştır. Oysa eserleri zikredilen müelliflerin hepsi Arap değildir, mesela eserine gönderme yapılan Belâzürî hakkında yapılan araştırmalar onun Arap asıllı bir aileden gelmediğini göstermektedir (Fayda 1992). Bir başka müellif olan Herevî ise Heratlı bir babanın Musul’da doğan oğludur (İzgi 1998). Yine metinde geçen Kitabu’l-Emval’in müellifi ise Müslüman olmuş bir Rum babanın oğludur. Bağışkan’ın Arap olmayan müelliflerin hepsini sırf Arapça yazdıkları için Arap olarak değerlendirmesi hatalı görünmektedir.

3. Birbiriyle çelişen ifadelerin kullanılması

“1650 yılına gelinceye kadar hiçbir Arap ve Osmanlı kaynağında Hala Sultan’ın mezarının yeri belirtilmemiştir. İlk belirten ise 1683 yılında Kıbrıs’ı ziyaret eden Cornelis van Bruyn ile 1760-1767 yılları arasında ziyaret eden Giovanni Mariti olmuştur.” (s. 39)

Bağışkan’ın 1650 yılına kadar konu ile ilgili harhangi bir bilginin olmadığını söylemesi, ardındansa ilk bahsedilme tarihini 1683 olarak kaydetmesi okuru şaşırtmaktadır. Burada iki hata söz konusu olup ilki tarihlerle ilgilidir. İkincisi ise Osmanlı-Arap kaynağı dendikten sonra yabancı kaynaklardan bahsedilmesidir. Oysa 1650 yılına kadar belirtilmemiştir dediğine göre 1650 tarihli bir kaynak göstermesi beklenirdi. İkinciye gelecek olursak kullanılan ifade yerine “Yabancı kaynaklarda en eski tarihli bilgi...” veya “İlk belirten...” gibi bir ara cümleciğin konulması ve böylece bir başka konuya geçildiğinin netleştirilmesi icap ederdi.

  1. Bilgi Yanlışları ve Kaynakça Kullanımı ile İlgili Sorunlar

Bağışkan’ın eserinde karşılaşılan durumlardan biri de hatalı bilgilerin verilmesi ve kaynaklardan eksik ya da yanlış aktarılmasıdır.

1. Bilgi Yanlışları

“...Bu nedenle İslâm âlemi için kutsal sayılan Kabe ile Mekke’deki Hz. Muhammed’in mezarından sonra üçüncü sırada yer alan önemli bir ziyaret yeri özelliği taşımaktadır.” (s. 36)

Bağışkan’ın bu ifadelerinde iki büyük yanlış vardır. İlki Hz. Peygamber’in mezarının Mekke’de bulunduğu yargısıdır. İmi bir eser yazma iddiasında bulunan ve İslam tarihiyle dolaylı da olsa ilgilenen bir araştırmacının mensubu olduğu dinin peygamberinin nerede medfun olduğunu bilmemesi garip bir durumdur.

Bağışkan’ın ikinci fahiş hatası ise Hala Sultan’ın kabrinin Müslümanlar arasında üçüncü sıradaki önemli mekan olduğunu iddia etmesidir. Herkesin malumu olduğu üzere Müslümanlar için en kutsal olarak bilinen üç merkezden üçüncüsü Mekke ve Medine’nin ardından gelen Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dır. Medine ve Mescid-i Aksâ’dan habersiz olan müellifin, bugün Kıbrıslıların bile çok iyi bilmedikleri Hala Sultan’ın kabrinin Müslümanlar arasında en önemli mekan olduğunu söylemesi, onun İslam tarih ve coğrafyasına karşı ne kadar bigane olduğunu gösteren yerinde bir örnektir.

“1650 yılına gelinceye kadar hiçbir Arap ve Osmanlı kaynağında Hala Sultan'ın mezarının yeri belirtilmemiştir. İlk belirten ise 1683 yılında Kıbrıs'ı ziyaret eden Cornelis van Bruyn ile 1760-1767 yılları arasında ziyaret eden Giovanni Mariti olmuştur. Böylece bu tarihten sonra mezarın yeri Arap kaynaklarında da belirtilmeye başlarken, bu mezarın halk arasında 'ihtiyar kadının mezarı' adıyla bilindiği ve hem Müslümanlar hem de Hıristiyanlar tarafından ziyaret edildiği bilgileri de verilmiştir.” (s. 36-37)

Bu satırlar da maalesef hatalarla doludur. Öncelikle mezarın yerini ilk belirten iki kişi üzerinde durulması ve bunlar arasında 100 yıllık bir farkın olması yazarın kendi yazdıklarını bile okumadığını gösteren ilginç bir örnektir. Oysa doğrusu, eski tarihli olan kaynağı, ilk bahseden kişi olarak takdim etmesi şeklinde olmalıydı.

Üstelik bahsedilen mezardan, Bağışkan’ın ifade ettiği gibi ilk olarak 1683 yılında bir yabancı seyyahın eserinde değil, Cafer Paşa’ya ait 1607 tarihli bir vakfiyede söz edilmektedir (bkz. Korkmazer 2017: 276). Üstelik türbedâr atanan bir mekan hakkında ilk bilgiyi yabancı seyyahların verdiğini söylemek de akıl almaz bir çıkarım olmalıdır. Nitekim aslî bilgi kaynağı inşa eden, kuran, yapan, eden kişilere ait belge ve evrak iken gezen, gören kişinin notları ise arızî ve ikincil bilgi kaynağıdır. Dolayısıyla bu bakış da son derece mantıksız görünmektedir.

İlk bilgiyi aktaran kişi konusuna gelince, esasında bu konuda Bağışkan’ı eleştirmek haksızlık olur. Araştırmalarda yeni bir belge çıktığında bilinen bir tarih veya isim pekala değişebilir ve bundan dolayı da araştırmacılar suçlanamaz. Bunu bilen araştırıcılar ise ihtiyatlı bir dil kullanıp kesin konuşmama yolunu tercih ederler. Bağışkan’ın yanlış bulduğumuz davranışı bilgileri mutlak ve kesinmiş gibi yazması, ihtiyat payı bırakmamasıdır.

Şimdi de Arap kaynaklarının, ismi geçen gezginlerden hareketle ilgili bilgileri vermeleri meselesine gelelim. “İhtiyar kadının mezarı” ya da “saliha kadının kabri” şeklinde geçen bu ifade ilk İslam tarihi müelliflerinden, vefat tarihi 892 olan Belâzürî’nin eserinde (1987) yer alır. Bundan sonra da pek çok kaynakta geçen bu bilgi, söz konusu araştırmada sanki Avrupalı seyyahların keşfettiği efsanevî bir malumat gibi sunulmuştur. Üstelik bu seyyahlardan sonra Arap kaynaklarında da zikredildiğine yönelik cümlenin sonunda Osman Turan’a yapılan atıfla da Karaçelebizade’ye işaret edildiği görülür. Osman Turan’ın dipnotta gösterilen makalesine baktığımızda ise Bağışkan’ın bilgileri çarpıtarak naklettiğini görüyoruz. Nitekim Turan’ın söz konusu makalesinde “Avrupalı seyyahların Ümmü Harâm hakkındaki kayıtları da 1683’te Le Bruyn ile başlar” denilmekte ve bu bilgi için de Hasluck’a referans verilmektedir. Bağışkan ise tarih, coğrafya ve millet sınırı koymaksızın bu bilgileri ilk verenlerin adı geçen iki Avrupalı olduğunu nakletmiştir. Bir başka Avrupalı araştırmacı Sinclair ise 1661 yılında resmî görevi olan bir türbedârın burada bulunduğunu ifade eder (Sinclair 2012: 428). Bu bilgiler Bağışkan’ın bu konuda derinlemesine literatür çalışması yapmadığını, buldukları ile yetindiğini göstermektedir. Üstelik dilini ve anlamını bilmediği metinleri de hiç okumadan kaynak olarak göstermesi, çalışmasını güvenilmez kılan unsurlardan bir diğeridir.

Yazdıklarından anlaşıldığı üzere, seyyahlardan görerek bu bilgileri aktardığı iddia edilen Karaçelebizade Abdulaziz Efendi’nin vefat tarihi 1658’dir. Le Bruyn’un ziyaretinden önce vefat eden Karaçelebizade, mezarın Tuzla’da olduğunu ifade etmiştir. Üstelik 1634 ila 1636 yılları arasındaki Kıbrıs sürgünü de söz konusu seyyahlardan daha önce adada bulunduğunu göstermektedir. Bu bilgilerse söz konusu araştırmada tamamen ıskalanmış görünmektedir.[2]

Kıbrıs’ın Biricik Dervişi Şeyh Mustafa Efendi (!)

Bağışkan'ın Hala Sultan'dan bahseden eserleri anlattığı  bölümde neredeyse tüm bilgileri birbirine karıştırmış. Adayı gezen G. Mariti’den naklettiği bilgide, Hala Sultan’ın mezarının bir derviş tarafından ortaya çıkarıldığı bilgisi yer almaktadır. Asıl sıkıntı buradan sonra başlamaktadır. Bağışkan mezarı ortaya çıkaran bu dervişin olsa olsa Şeyh Mustafa olduğu kanaatine ulaşmış, üstelik bunu da kesin bir dille iddia etmiştir (s. 39). Bu bilgiyi verdikten sonra Şeyh Mustafa'nın  Destebend-i Reyhân der Terceme-i Ümmü Harâm binti Milhân adında bir eser yazdığını söyleyerek hatalı tespitlerine devam etmiştir. Bağışkan tarafından iki bölüm olduğu iddia edilen eser, aynı konuda farklı iki müellif tarafından hazırlanıp bir araya getirilen iki ayrı eserdir. İlkinin müellifi Hilmî Efendi olup eserinin adı Destebend-i Reyhân’dır. İkincisinin müellifi ise Şeyh Mustafa olup, onun eserinin adı ise Nihâyetü’l-İ‘tisâm’dır.[3] Bağışkan mevcut bilgisiyle bu iki eseri okuyup anlayacak durumda da değildir. Muhtemelen bir başka yerden aldığı bilgileri tekrar etmiş olmalıdır

Mezarı bulduğu söylenen kişinin Şeyh Mustafa olduğu iddiası ve Şeyh Mustafa’nın yazdığı eserin Destebend-i Reyhân olması yanlış bilgilerdir. Burada bütün bilgiler birbirine karıştırılmış, ince bir işçilik bekleyen tarihî bir metin ve hadise tamamen içinden çıkılmaz bir hale getirilmiştir. Kimin ne yazdığı, ne dediği, hangi yüzyılda yaşadığı anlaşılmamaktadır. Mariti mezarın bir derviş tarafından ortaya çıkarılmasının 18. yüzyılın başında olduğunu ifade eder. Bağışkan’ın iddialarının bir an için doğru olduğunu düşünürsek Şeyh Mustafa’nın yüzyılın başında mezarı bulduğu, ardından yüzyıl sonunda da (1795 yılında) bir biyografi kaleme almak için  İstanbul’a gittiği sonucuna ulaşırız ki bunun imkansız olduğunu söylemeye herhalde gerek yoktur.

2. Literatür Bilgisindeki Eksiklik ve Kaynakların Kullanılamayışı

Bağışkan yararlandığı kaynakların mahiyetini bilmemekte, bulabildiği bir kaynağı en eski olarak kabul etmekte, daha eski bir kaynak olabileceğini düşünememektedir. Bu konulardaki bilgisizliğinden dolayı da iddialı sözler söylebilmektedir. Hala Sultan’dan bahseden ilk kaynağın dokuzuncu yüzyıla ait olduğunu söylemesi buna örnek olarak gösterilebilir.

“...öldüğü iddia edilen tarihten 200 yıl sonra (IX. Yüzyılda) ondan ilk söz eden Arap kaynağı İbn Kayyat'ın kaleme aldığı Kitap al-Amwal’dır.” (s. 36)

Tuncer Bağışkan’ın görmeden ve okumadan aldığı ve birbirine karıştırdığı hususu vuzuha kavuşturmaya çalışalım. Önce iki küçük düzeltme yapalım. İbn Kayyad olarak zikredilen müellifin tam adı Halife b. Hayyât (ö. 854) olup hadis, nesep alimi ve tarihçidir. (Fayda 1997)  Bağışkan Arapça ‘hı’ harfinin Latin kökenli dillerde ‘kh’ yazılıp ‘hı’ okunduğunu bilmediğinden olsa gerek dipotta Khayyat yazdığı halde yukarıda Kayyat yazmış. İbn Hayyat’a ait olduğunu söylediği eser olan Kitabu’l-Emvâl ise Ebu Ubeyd’e aittir. Bağışkan Halife b. Hayyat’ın hem adını hem de eserini yanlış yazmıştır.

İbn Hayyat’ın (ö. 854) en çok bilinen Kitâbu’t-Tabâkât[4] ve et-Târîh isimli iki eseri vardır (Fayda 1997: 303) ve ilkinde de Ümmü Haram’dan bahsedilmektedir. Bağışkan’ın dipnotta verdiği "Kalife b. Khayyat, Kitab al-Amwal, Tarikh..." onun kitapların müellifleri ve eserleri hakkında bir bilgi sahibi olmadığını gösterdiği gibi görmediği ve okumadığı metinleri kaynak göstermek gibi çok ciddi etik ihlali yaptığını ortaya koymaktadır.

Rum asıllı bir İslam alimi Ebu Ubeyd Kasım b. Sellâm tarafından telif edilen Kitabu’l-Emvâl (Tüccar 1994) ise İslam devletinin mali teşkilatı, vergi nizamı, koşulları ve çeşitleri vs. hakkında bilgi veren bir eser olup vergi toplanan bir yer olarak Kıbrıs’tan da bahsedilmektedir. Kitâbu'l-Emvâl’de konuyla ilgisi olmadığı için doğal olarak Ümmü Harâm’dan bahsedilmemektedir. Bağışkan, bundan hareketle "...Ümmü Harâm'dan tek bir kelime bile söz etmemiş olmakla birlikte..." ifadesini kullanarak okuru "böyle bir metinde de geçmiyorsa hayatı gerçekten kuşkulu, Kıbrıs’ta böyle biri yok" diye düşünmeye sevkediyor. Oysa durum Bağışkan’ın düşündüğü ve düşünmemizi istediği gibi değil. İslam devletinin mali yapısının anlatıldığı bir eserde Ümmü Haram’dan bahsedilmemesi gayet normaldir. Hiç ilgisinin olmadığı bir kitapta ismi geçmiyor diye Ümmü Haram’ın Kıbrıs’a gitmediğine dair bir iddiayı dile getirmek basit bir mantık ve usul hatasından çok daha fazlasına işaret etmektedir.

Ne zaman olduğu bilindiği halde Kıbrıs üzerine yapılan ilk fetih hareketinin tarihi gibi çok önemli bir konuda kesin bir bilgi olmadığını söylerken (s. 35) başvurduğu kaynağın bir sempozyumda uzmanlık alanı Kıbrıs ve İslam tarihi olmayan biri tarafından sunulan bildiriye dayanması ise onun kaynak seçimindeki eksikliğini göstermektedir.

3. Birinci Derece Kaynaklar Yerine İkinci, Üçüncü Dereceden Kaynakların Tercih Edilmesi ve Güvenilir Olmayan Kaynakların Kullanılması

Bağışkan’ın araştırmasında herhangi bir kaynak hiyerarşisi oluşturmaksızın ve bilgilerin nerede geçtiği dikkate alınmaksızın tenkit süzgecinden geçirilmeden kullanıldığına bir önceki paragrafın son cümlesinde de görüldüğü gibi sıkça şahit oluyoruz. Araştırmada Ümmü Harâm’ın Kıbrıs’ta değil Beyrut’ta öldüğünü nakleden iki kaynak zikredilmiştir. Bunlardan biri Salih bin Yahya’ya aittir. Ancak eserin, araştırmacı tarafından kullanılan neşrinin haricinde, 1927 yılında yapılan bir diğer neşrinde, eseri yayınlayan P. L. Cheikho’nun bu bilgiyi notlandırma bölümünde tashih ederek düzelttiği görülmektedir.[5] Kaynakların ikincisi ise Şiî bir tarihçi olan İbn A‘sem el-Kûfî’nin Kitâbu’l-Fütûh’u olup bu çalışmanın ise isnad usûlüne riayet etmediği gibi birçok ravi ve sahabi adı uydurduğu ifade edilmiştir (Fayda: 1999). Bu da kaynakların değerlendirilmeden araştırma malzemesi olarak kullanıldığını göstermektedir. Bağışkan, Hz. Peygamber'le Ümmü Haram'ın akrabalık ilişkileriyle ilgili olarak da şöyle bir bilgi vermektedir.

“…zamanla akraba olduklarına dair söylencelerin yayıldığı kaydedilmektedir.” (s. 36)

Hz. Peygamber’le Ümmü Haram’ın akraba olduklarına dair verdiği bu bilgiyi aldığı kaynak Kevork Keshishian’ın Romantic Cyprus isimli eseridir. Meşhur hadisi aldığı kaynak da bir sanat tarihçisi olan Emel Esin’in makalesidir. Ve bu durum sadece bu iki örnek ile de sınırlı değildir. Ümmü Haram’ın Hz. Peygamber’le akraba olup olmadığını öğrenmek için bakılacak yüz kitap ismi sıralansa bu kitap, o listeye giremez. Hadis rivayetlerine söylence demesiyle ilgili yukarıda izahatta bulunulduğu için o konuya yine değinme gereği duymuyorum.

Kendisinin Arap harfli Türkçe metinleri okumasını bilmediği için başkalarına yaptırdığı okuma ve nesre çeviri yanlışlarını örnek olarak vermeyeceğim. Okuması ve nesre çevirisini bilen bir diğer kişiye kontrol ettirmemesi eleştirilebilir. Ayrıca Osmanlıca, Osmanlı kültürü, İslam ve İslam kültürü konularında en temel ve basit bilgileri bile bilmediği halde böyle bir eser yazmaya cüret etmesinin nedenini okuyucuların takdirine bırakıyorum.

Sonuç Yerine

Şu ana kadar yazılanları anahatlarıyla özetlemeye çalışalım.

Tuncer Bağışkan’ın Kıbrıs’ta Osmanlı-Türk Eserleri isimli eseri, alanında yapılmış en kapsamlı ve en çok başvurulan eser olmasına karşın yeterince ciddi ve titiz bir çalışmanın ürünü değildir ve kullananları yanıltan bilgi yanlışları ile doludur. Kitabın eksik ve hatalı yönlerini sadece Hala Sultan ile ilgili yazdıklarından yola çıkarak şöyle sıralayabilirim:

1. Bilmediği konularda hüküm vermesi ve okuduklarını yanlış yorumlaması

  • İslam ile ilgili en temel bilgileri bilmediği halde uzmanlık isteyen konularda hüküm vermesi
  • Arapça bilmediği halde çok sayıda Arapça kaynağa atıfta bulunması
  • İslam dünyasında kitap yazma geleneği konusunda bilgi sahibi olmaması
  • Hadis tedvini ve usulleri hakkında bilgi sahibi olmaması
  • Şiir okumalarında ve nesre çevirilerinde hatalar olması
  • Osmanlıca bilmediği halde Osmanlı eserleri üzerine yorumlarda bulunması

2. İlmi usul

  • Hangi bilgi için hangi kaynağa bakması gerektiğini bilmemesi
  • Okumadan ve anlamadan kimi kaynakları dipnotta göstermesi
  • Kaynakları yanlış kullanması ve birinci derecede kaynaklar varken konu ile doğrudan ilgili olmayan kaynakları kullanması

3. Mantık

  • Aynı paragrafta birbirini olumsuzlayan ifadeler kullanması

4. İdeolojik ve önyargılı yaklaşması

  • İslam ve Osmanlı kültür ve tarihine bir yabancıdan daha çok yabancı olması
  • Özellikle sahabe kabirleri ile Rum azizlerinin kabirleri arasında ilgi kurarak zımnen oraların Rumlar için kutsal yerler olduğunu ve sonra Türklerin de kabul ederek ziyaret ettiklerini satır aralarında söylemesi

Bu maddeler ışığında söz konusu çalışma dikkatli kullanılmalı ve verilen bilgiler mutlaka bir eleştiri süzgecinden geçirilmeli veya bir başka kaynakla teyit edilmelidir.

Bunca olumsuz tarafına rağmen böyle bir kitabın yayınlanmış olması Kıbrıs’ta var olan Türk kültür ve tarihine ait mekanları ve bulundukları vaziyeti resimlemesi ve haklarında detaylı bilgi vermesi bakımından önemlidir. Ayrıca tanıtılan eserlerin çevresinde o eserle ilgili sonraki dönemlerde halk arasında yayılan söylenceleri de nakletmesi, özellikle Kıbrıs halk inancı incelemeleri açısından kıymetli sayılmalıdır.

Kıbrıs’ta Osmanlı ve Türk eserlerini tanıtan bir esere ihtiyaç olduğu muhakkatır. Ancak bu eser aralarında sanat tarihçi, mimar, arkeolog, dinler tarihçisi, İslam ve Hristiyanlık dinini iyi bilen teolog, halkbilimci, sosyolog, Ortaçağ ve İslam tarihçisi bulunan bir heyet tarafından hazırlanmalıdır.

 

Kaynakça

Ayverdi, İlhan. (2005) Asırlar Boyu Tarihi Seyri İçinde Misalli Büyük Türkçe Sözlük= Kubbealtı Lugatı. red. etimoloji Ahmet Topaloğlu; yay. haz. Kerim Can Bayar. İstanbul: Kubbealtı Neşriyat.

Bağışkan, Tuncer (2005). Kıbrıs’ta Osmanlı-Türk Eserleri. Lefkoşa: Kuzey Kıbrıs Müze Dostları Derneği.

Belazüri, Ebü'l-Abbas Ahmed b. Yahya b. Cabir (1987) Fütuhu'l-büldan: (Ülkelerin Fetihleri).  trc. Mustafa Fayda. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı.

Efendioğlu, Mehmet (2007). “Ravi” TDV İslam Ansiklopedisi, C-XXXIV, İstanbul: TDV Yayınları, s. 472-474.

Efendioğlu, Mehmet (2008). “Rivayet” TDV İslam Ansiklopedisi, C-XXXV, İstanbul: TDV Yayınları, s. 135-137.

Fayda, Mustafa (1992). “Belâzürî” TDV İslam Ansiklopedisi, C-V, İstanbul: TDV Yayınları, s. 392-393.

Fayda, Mustafa (1997). “Halîfe b. Hayyât b. Halîfe eş-Şeybânî el-Basrî  TDV İslam Ansiklopedisi XV, İstanbul: TDV Yayınları, s. 301-303.

Fayda, Mustafa (1999). “İbn A‘sem el-Kûfî” TDV İslam Ansiklopedisi, C-XIX, İstanbul: TDV Yayınları, s. 325-326.

Güleç, İsmail (2014). Anonim Halk Edebiyatı. İstanbul: Kitabevi Yayınları.

Güleç, İsmail-Ömer S. Güler. Bir Demet Reyhan Milhân Kızı Ümmü Harâm’ın Hâl Tercümesi Deste-bend-i Reyhân  der Terceme-i Ümmü Harâm binti Milhân. KISBÜ: İstanbul, 2017.

Halife b. Hayyat (1982) Kitâbü’t-Tabakat thk. Ekrem Ziyâ el-Ömerî. 2. bs. Riyad: Daru Taybe.

Halife b. Hayyat (1993) Tarihu Halife b. Hayyat.  thk. Süheyl Zekkar. Beyrut: Darü’l-Fikr.

İzgi, Cevat (1198). 1998, “Herevî, Ali b. Ebû BekirTDV İslam Ansiklopedisi XVII, İstanbul: TDV Yayınları, s. 221-222.

Kormazer, Sıddık (2017). “Frenk Cafer Paşa’nın Kıbrıs’ta Kurduğu İlk Vakfı ve Hizmetleri”. Osmanlı Döneminde Kıbrıs Vakıfları. ed. Mahfuz Söylemez. Lefkoşa: Yakındoğu Üniversitesi Yayınları, s. 257-278.

Sezgin, M. Fuat (2016). Buhari’nin Kaynakları. İstanbul: Motto Yayınları.

Sinclair, Tom (2102). “The Muslim Monuments of Larnaca”, Histories of Ottoman Larnaca, ed. Evangelia Balta vd., The Isis Press, İstanbul.

Tüccar, Zülfikar (1994). “Ebû Ubeyd el-Kāsım b. Sellâm b. Miskîn el-Herevî “, TDV İslam Ansiklopedisi X, İstanbul: TDV Yayınları, s. 244-246.

Yazıcıoğlu, M. Said. (1983) “Hızır Bey ve Kasîde-i Nûniyesi”, AÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXVI, s. 549-588.

 

[1] Ne yazık ki bu hatalı bakış açısı, ilgili metinden diğer araştırmacılara da sirayet etmiş ve birçok araştırmacının da aynı hataya düşmesine neden olmuştur.

[2] Bizim açımızdan kötü olan durum ise mezkûr çalışmaya güvenerek bu denli derinlemesine bakmadığımız için, yayınladığımız Bir Demet Reyhân isimli neşirde de Bağışkan’dan aldığımız bilgilerle aynı hatayı nakletmemizdir.

[3] Bu eser halihazırda Ömer Said Güler tarafından yayına hazırlanmakta olup yakın bir gelecekte neşredilecektir.

[4] Elimize ulaşan en eski biyografik eserlerden olup ashab, tabiîn ve tebeu't-tâbiînden 3229'u erkek, aralarında Ümmü Haram’ın da olduğu 129'u kadın olmak üzere toplam 3358 râvinin biyografisini içerir.

[5] Bu bilgiyi benimle paylaşan meslektaşım Ömer Said Güler’e teşekkür ederim. 

 

“Tuncer Bağışkan’ın Kıbrıs’ta Osmanlı-Türk Eserleri İsimli Eseri Üzerine”. Yakındoğu Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, III/2 (Güz 2017) s. 67-80.

 





Bu yazıyı, Facebook'ta paylaşayım...

Bu yazıyı, Twitter'da paylaşayım...

Bu yazıyı, LinkedIn'de paylaşayım...

Bölümler

Yazılarım

Yazılarımı okuyabileceğiniz sayfadır.

Kitaplarım

Kitaplarımı görebileceğiniz sayfadır.

Basında

Basındaki haberleri görebileceğiniz sayfadır...

Etkinlikler/Takvim

Tüm etkinlik, toplantı ve konuşmalarımın haberini takip edebileceğiniz sayfadır.

Videolar

Diyar-ı Rum'a ne zaman Türkiye denildi?

02:00 Türkiye'nin Doğuşu ve Türkiye Adının Ortaya Çıkışı
03:00 Selçuklu Türkmenleri Anadolu'ya Ne Diyorlardı?
04:30 Anadolu'nun Adı Nereden Geliyor?
06:30 Türk Sultan ve Meliklerinin Rum Adını Değiştirmelerinin Nedeni Nedir?
08:30 "Rum" Kelimesi Coğrafi mi Yoksa Siyasi Bir İsim mi?
10:30 Diyar-ı Rum Nasıl Türkiye'ye Dönüştü?
13:30 Türkiye Adı İlk Defa Ne Zaman Kullandı?
16:15 Türkiye'nin Doğuşu ve Türkiye Adının Ortaya Çıkışı
19:30 Türkler Anadolu'nun Türkleşmesini Nasıl Başardı?
23:00 "Türklerin Gelmesiyle Anadolu Ciddi Bir Şekilde Kalkınıyor"
29:00 Türkler Geldiğinde Anadolu'da Nasıl Bir Yaşam ve Kültür Vardı?
34:00 Türkler Anadolu'ya Yerleşip Çoğaldıkça Yerli Halka Ne Oldu?
38:00 Gayrimüslimlerin Müslümanlaşmasında En Önemli Etken Nedir?
44:30 Türkiye Adının Yaygınlaşmasında Seyyahların Rolü Oldu mu?

Semazenlik ve Giydiği Kıyafetlerin Sembolik Anlamı

02:00 Sema Nedir, Semazen Nedir?
03:45 Sema Eğitimi ve Semazenlik
09:00 Mevlana Zamanında Sema Var mıydı?
13:00 Hangi Tarikatlarda Sema'ya Benzer Bir Uygulama Vardır?
14:30 Sema, Mevlana'dan Sonra Bugünkü Halini Nasıl Aldı?
18:20 Semazen Olmak İçin Bir Şart Var mıdır?
21:00 Sema Gösterisi Neden Yapılır?
25:15 Semazenlerin Başları Neden Dönmez?
29:00 "Mevlevi Mukabelesi Bize Hayatın Kendisini Öğretir"
34:00 Semazenlerin Giydiği Kıyafetlerin Sembolik Anlamı Nedir?
40:00 Sema Hareketlerin Sembolik Anlamı Nedir?
46:00 Semazenlerin Harektleri Ne Anlama Gelir?

ismailgulec.net