Bir hikaye de ben anlatayım

FETÖ olarak bilinen ve 15 Temmuzdan sonra gerçek yüzünü millete tam olarak gösteren yapıyı anlatan bir çok yazılar yazıldı. Bu yazıların bir kısmında bu örgütün tarihteki benzerleri arandı. İlk benzetildiği örgüt Hasan Sabbah'ın Haşhaşileri idi. Bu benzetme hüsn-i kabul gördü ve neredeyse cemaat yerine Haşhaşi kullanılır oldu. Sanırım bu benzetmeyi ilk kez Mustafa Öztürk yapmıştı.

Erol Göka ise İlk Haşhaşiler başlıklı yazısında Murat Beyazyüz'in bir yazısından yola çıkarak Gülen cemaatini bu sefer Pythagoras ve Pythagorascılara benzetti. Bunlar örgütün yapısını daha iyi anlayabilmek için yapılan benzetmelerdi.

Örgütü Haşhaşilere benzeten Mustafa Öztürk bir yazısında bu sefer cemaatin önderini peygamberimiz dönemi meşhur münafıklarından Abdullah b. Übey b. Selûl'e benzetti. Cenaze namazı bile kılınmayan bu münafıka benzeterek adını Fethullah b. Übey b. Selül olarak koydu. Bu teşbih de çok tuttu.

İzniniz olursa ben de Mustafa Öztürk'ün izinden gideceğim ve Fethullan Gülen ile Mesnevî'deki bir hikayenin kahramanı olan vezirle arasındaki benzerlikler üzerinde duracağım.

Sözünü ettiğim hikaye Mesnevî'nin birinci cildinin 321-739. beyitler arasında yer alan "Taassup yüzünden Hıristiyanları öldüren Yahudi padişahın hikayesi"dir.

Hikayeyi şöyle özetleyeyim.

"Yahudiler arasında zâlim, İsâ düşmanı ve Hıristiyan öldüren bir hükümdar vardı. Bu hükümdar yüz binlerce mazlum mümîni öldürdü ama ortadan kaldıramadı. Yahudi hükümdarın sapık ve hileci bir veziri Bu vezir dedi ki, Hıristiyanlar canlarını kurtarmak için dinlerini hükümdardan gizlerler. Onları öldürme ki, öldürmenin faydası yoktur.

Hükümdar vezire sordu ki o halde ne tedbir alalım? Bu hilenin, bu yalanın -Yani İseviliğin- yayılmasına mâni olmanın çaresi nedir? Tâ ki dünyada Nasrâniliğini ilan eden, yahut gizli din kullanan bir Hıristiyan kalmasın. Vezir dedi ki: Şahım, kulağımı ve elimi kestir ve acı bir hüküm ile burnumu ve dudağımı yardır. Ondan sonra beni darağacının altına getir. O sırada bir şefaatçi çıksın ve senden affımı istesin. Bu işi tellal çağrılan ve kalabalık olan dört yol ağzı bir meydanda yaptır. Ondan sonra beni yanından uzaklaştır ve uzak bir şehre sür ki, Hıristiyanlar arasında şer ve fitne çıkarayım. Gizli olarak diyeyim ki: Ben sırren Hıristiyan'ım. Ey sırların âlimi olan Rabbim sen bilirsin. Şah benim imânıma vâkıf oldu. Yahudilik taassubu dolayısıyla canıma kastetti. Dinimi gizlemek, şahın dinini izhâr etmek istiyordum. Şah esrarımdan koku aldı. Sözlerim onun nezdinde töhmetli tutuldu. Şah bana dedi ki: Senin sözün, içinde iğne bulunan ekmek gibidir. Senin kalbinden benim kalbime pencere vardır. Ben o kalp penceresinden senin halini gördüm. Halini görüp anladığım dedikoduna kulak asmam. Eğer İsa dini yardımcım olmasaydı şah beni çıfıtçasına parçalatacaktı. İsa için canımı feda eder, başımı veririm. Hatta bundan dolayı kendimi yüz bin kere minnettar sayarım. İsa'dan canımı esirgemem, lakin onun dinine dair iyiden iyiye malumatım vardır. O pak dinin birtakım cahiller arasında kalıp ziyana uğrayacağına hayıflanıyorum. Allah'a ve İsa'ya şükür ki biz bu hak dinin rehberi olmuşuz. Yine şükrolsun ki o çıfıttan da çıfıtlıktan da kurtulmuş, Hıristiyanlık zünnarını belimize bağlamışız. Ey insanlar; zaman İsa devridir. O'nun dinine ait esrarı candan gönülden dinleyiniz.

Vezir bu hileyi sayıp dökünce, hükümdarın kalbindeki endişe tamamıyla yok oldu. Hükümdar vezirin dediği siyaseti onun hakkında yaptırdı. Ahali ise vezirin cürümü ve cezası karşısında hayran kaldı. Hükümdar veziri, Hıristiyanların bulunduğu memlekete sürdü. O da gittiği yerlerde onları davete başladı. Yavaş yavaş mezhebine girmek suretiyle yüz binlerce Hıristiyan vezirin başına toplandı. Vezir o cemaate İncil'in, zünnarın, namazın esrarını gizlice anlatıyordu. Vezir zâhirde din hükümlerinin vâizi idi. Lâkin batında ve hakîkatte kuşbazların ıslığı ve tuzağı gibiydi. Hıristiyanlar tamamıyla o vezire tabi oldular. Zaten avam insanların taklit kuvveti nedir ki? Vezirin muhabbetini kalplerine ektiler. Kendisini İsa'nın vekili farz ettiler. O vezir hakikatte tek gözlü ve melun bir deccal idi

O kafir vezir ki din nasihatçisi kılığına girmiş, hile ile bâdem helvasına sarımsak karıştırmıştı. Kuvve-i zaikası olanlar -yani ağzının manevi tadı yerinde bulunanlar- vezirin sözlerindeki lezzet arasında bir de acılık duyuyorlardı. Vezir nükteli sözler söylüyordu. Lakin o sözler, içine zehir karıştırılmış şeker şerbeti gibi idi. Vezirin zahiri kelamı: Hak yolunda gayretli ol diyordu. Zımnen ve fiilen ise rûha atâlet ve miskinlik tavsiye ediyordu... Veziri dinleyenlerden her kim anlayışlı ve zevk sahibi değilse, vezirin sözleri onun boynuna halka gibi geçiyordu. Hükümdardan ayrı olarak vezir altı sene müddetle İsevi'lerin penâhı ve muktedâsı oldu. Halk -yani Hıristiyanlar- dini de, kalbi de ona teslim ettiler, onun emrine ve hükmüne karşı can fedâ edecek dereceye geldiler. Vezir ile hükümdar arasında gizli muhabere oluyordu. Vezirin vaatlerinden hükümdarın kalbi rahatlaşıyordu. Hükümdar ona: Ey benim makbulüm, zamanı geldi. Kalbimdeki endişeyi çabucak gider, diye bir mektup yazdı. Vezir ise "Şahım İsa dinine fitne düşürmek işiyle meşgulüm", diye cevap gönderdi.

İsa kavminin rabt u zabt hususunda on iki hakimi vardı. Her fırka, ayrı bir beyin tabii idi ve tamahkarlık sevkiyle onun kulu ve kölesi olmuştu. Bu on iki bey ile onların kavmi, o nişanı kötü vezirin itaatine girmiş ve bendesi olmuştu. Hıristiyan beyleriyle tâbîlerin hepsi de vezirin sözlerine kanmışlar, ahvâl ve harekâtına bağlılık göstermişlerdi. Vezir öleceksin demiş olaydı, o beylerden her biri, her an ve saat huzurunda can verirdi. Vezir o beylerden her birinin namına bir tomar tanzim etti ki tomarların hepsi de meslek ve mezhep itibarıyla bambaşka idi. O tomarlardan her birinin hükümleri başka türlü ve biri, başından sonuna diğerine aykırı idi. Tomarın birinde, riyâzet ve açlık yolunu, tövbenin ve günahlardan dönüşün rüknü kılmış. Tomarın birinde demişti ki: Riyâzetin faydası yoktur. Bu yolda cömertlikten başka kurtulacak cihet bulunmaz.

İsa dininin düşmanı olan o Yahudi vezir bu tarzda ve nevide on iki tomar yazdı... O Yahudi vezir hükümdarı gibi cahil ve gâfil idi. Bunun için kadim ve kabulü zaruri olan bir emr-i ilâhî ile pençeleşmeye kalkıştı. Öyle bir Kâdir-i mutlak uğraşmak istedi ki, bunun gibi yüzlerce âlemi bir dem içinde, yahut bir kün emriyle yokluktan vücûda getirir... O vezir de, onun gibi yüz, hatta yüz bin vezirin de hîlesini Allah, bir kıvılcımla mahveder. Cenab-ı Hak, o Yahudi vezir ve emsâlinin düşündükleri hileleri, mazlumlar hakkında hikmet hâline getirir. Yine zehirli su gibi olan tezvirlerini mağdurları için şerbet derecesine çıkarır... O vezir, kendiliğinden başka bir hile yaptı. Vaazı bıraktı, halvete oturdu. Kırk elli gün kadar halvette oturup müritlerini ayrılık ateşine yaktı. Halk o vezirin hâl u kâli ve zevk u iştiyâkından deli divâne oldu. Müritler ağlayıp vezirin dışarı çıkması için yalvarıyorlardı. O ise halvet hanesinde riyâzat yüzünden iki kat olmuştu. Müritler diyorlardı ki: Sensiz bizim için hidayet nuru yoktur. Yedici bulunmazsa körün hali nasıl olur? İkram ve ihsan etmiş olmak için ve Allah aşkına artık bundan fazla bizi kendinden ayırma. Biz çocuk gibiyiz ki sen de dadımız mesâbesindesin. Terbiye ve irşâd gölgeni başımızdan eksik etme. Vezir dedi ki: Rûhum dostlarımdan uzak değildir. Lakin dışarıya çıkmam için müsaade yoktur. Hıristiyan vezirleri şefaat için, diğerleri de nefislerini kötülemek üzere vezirin yanına geldiler. Dediler ki: Ey kerim olan vezir, biz sensiz, gönlümüzden, dinimizden yetim kalmış olduk. Bizim için bu ne bedbahtlıktır. Sen halvetten çıkmamak için bahane buluyorsun. Bizim ise yüreğimiz yandığı için yüreğimizi çekiyoruz. Biz senin güzel sözlerine alışmış, süt gibi olan hikmetlerini bol bol içmiştik. Allah aşkına olsun bize bu cefayı etme, lutfeyle de halvetten çıkmak için bugünü yarına bırakma. Bu aşıklar sana gönül vermişlerdir. Sen olmayınca delâlete düşeceklerdir. Hepsi de senin firakında karada kalmış balık gibi çırpınıyorlar. Derenin bendini aç da suyu salıver. Ey şu asırda misli bulunmayan, Allah aşkına olsun, halkın feryâdına koş ve imdâda yetiş. Vezir dedi ki: Ey dedikoduya tutulmuş gevezeler, ey vaaz, söz, dil ve kulak arayanlar. Adi bir hissin mevzii bulunan kulağınıza pamuk tıkayınız, bilakis gözünüzdeki his bağını çözüp atınız. Guş-ı sırrın, yâni bâtın kulağının pamuğu bu zahirdeki kulaktır. Bu kulak tıkalı bulunmadıkça manevi kulak sağır demektir. Hissiz, kulaksız ve fikirsiz olun ki irci hitabını işitesiniz... Müritlerin hepsi dediler ki: Ey sıvışmak için fırsat arayan hakîm, bu hileyi, bu cefayı bize yapma. Yük taşıyacak hayvana kudretine göre yük vur. Zayıf insanlara da tâkâtleri miktarı iş buyur...Vezir müritlere dedi ki: Delil ve hüccetlerinizi kısa kesiniz. Verdiğim nasihatlere kalbinizde ve ruhunuzda yol veriniz. Ben bu halvethaneden dışarı çıkamam. Çünkü kalp ahvâli ile meşgûlüm. Müritlerin hepsi dediler ki: Ey vezir, sana söylediğimiz sözler, itiraz ve inkar kabilinden değildir. Bizim temennilerimiz, yabancıların sözüne benzemez...

O vezir halvethane dilinden seslendi ki: Ey müritler, malumunuz olsun. İsa bana bütün dost ve akrabadan münferit ol diye haber gönderdi. Yüzünü duvara çevir ve yalnız otur. Hatta kendi varlığından halvet ve inziva et. Bundan sonra konuşma yoktur. Artık benim sözle işim gücüm kalmamıştır. Dostlar, Allahaısmarladık. Ben ölmüşüm ve dördüncü kat feleğe intikal etmişim. Bu intikalim felek-i nârî altında meşakkat çekmemek ve odun gibi yanıp mahvolmamak içindir. Artık dördüncü kat semada İsâ'nın yanında oturacağım. Sonra Hıristiyan beylerini çağırdı. Tenhaca her biriyle görüşüp konuştu. Her birine dedi ki: İsa dininde Hakk'ın vekili ve benim halefim sensin Öbür beyler senin teban olacaktır. İsa hepsini senin tabilerin kılmıştır. Serkeşlik edecek beyi yakala, ya öldür, yahut esir et. Lakin ben sağ oldukça şu vasiyeti kimseye söyleme. Ben ölmedikçe de riyâset ve niyâbet talebine kalkışma. İşte bu tomarı ve dîn-i İsa hükümlerini ümmete karşı birer birer ve fesâhatle oku. Beylerden her birine ayrı ayrı olarak Hak dininde senden başka vekil yoktur dedi. Her birini birer birer tazîz ve takdîs etti, ona söylediğini aynen buna da söyledi. Her birine birer tomar verdi ki murâd ve mazmûnları birbirine zıt idi. Eliften ye'ye kadar olan harflerin şekli nasıl muhtelif ise, o tomarların metni de öylece birbirine aykırı idi. Bu tomarın hükmü, diğerinin zıddı idi. Nitekim bu tezadı evvelce beyân etmiştik. Ondan sonra kırk gün kapısını kapadı, kendisini öldürüp varlığından kurtuldu.

Halk vezirin öldüğünü haber alınca mezarının başı mahşere döndü. Halk, saçını sakalını yolarak ve elbisesini yırtarak onun matemine o kadar toplandı ki, Arap'tan, Türk'ten, Rum'dan ve Kürt'ten mürekkep o kalabalığın sayısını ancak Allah biliyordu. Onun mezarının toprağını başlarına saçtılar. Onun derdini kendileri için derman saydılar. O kimseler, vezirin kabri başında bir ay oturup matem ettiler ve gözlerinden kanlı yaşlar akıttılar. Bir ay sonra halk dedi ki: Ey büyükler, beylerden vezirin yerine geçecek kimdir? Ki o vezirin makamında imam ve muktedâ tanıyalım; ve elimizi, eteğimizi onun eline teslim edelim... O muktedanın yani vezirin ölümünden sonra kalktılar ve yerine vekil istediler. O beylerden biri ilerledi. O vefakar kavmin yanına gitti. Dedi ki, işte o zatın vekili, hatta İsa'nın bu zamanda nâibi bendim. İşte bu tomar benim vesikamdır ki ondan sonra niyâbet ve riyâset benim hakkımdır. Diğer bir bey de pusudan çıktı ve ortaya atıldı; o da hilâfet davâsında idi. O da koltuğunun altında bir tomar gösterdi. Bunun üzerine ikisinde de çıfıt gazabı peyda oldu. Diğer beyler de birer birer ve birbirinin arkasından keskin kılıçlar çekerek geldiler. Her birinin elinde kılıç ve tomar vardı. Neticede azgın filler gibi birbirlerine girdiler. Yüz binlerce Hıristiyan maktul düştü. Kesilmiş başlardan tepeler peydâ oldu. Sağdan, soldan kan selleri aktı, havaya dağlar gibi tozlar kalktı. Vezirin ektiği fitne tohumları, o ölülerin başlarına afet olmuştu. Cevizler kırıldı. İçi olanların ölümden sonra temiz ruhu kaldı..."

Hikaye böyle. Şimdi vezîr ile Fethullah Gülen arasında tespit edebildiğim benzerlikleri sıralayayım.

1- Vezir Yahudi'dir, Gülen ise Yahudi dostu. O kadar ki Türkiye ile İsrail arasında bir ihtilaf vuku bulsa hiç düşünmeden Türkiye'nin haksız olduğunu söyleyebilir.

2- Büyücülükle meşgul olmuşlardır: Her ikisi de takipçilerinin gözlerini boyamak için onlara olağanüstü gelecek bir takım olaylar gerçekleştirmiştir. Fehullah Gülen'in cemaatini hâlâ kendisine bağlı tutmasında takipçilerinin onun olağanüstü bir varlık olarak görmelerinin etkisi büyüktür. Hüseyin Gülerce ise hipnotize ettiğini söyler.

3- Kendilerini din ulusu gibi göstermişlerdir: Vezir de Fethullah Gülen de kendisini din büyüğü olarak göstermiştir.

4- Her ikisi de insanları dönemlerinin hak dinine davet etmiş ve inananlar etraflarında toplanmışlardır: Fethullah Gülen de vezir gibi uzak bir bölgeye göç etmiş, özellikle ABD'de ve Avrupa'da faaliyetlerini sürdürmüş ve birçok insanı kendisine inandırmış ve etrafında toplamayı başarmıştır.

5- İnananların itikadını bozmuşlardır: Vezir de Fethullah Gülen de kendisine inananların itikadlarını bozmuş, tahrif etmiştir. İlahiyatçılar Fethullah Gülen'in birçok sözünün itikadi bakımdan sıkıntılı olduğunu ve özellikle kendisinin mesih olduğunu iddia etmesi ve sözlerinin yer aldığı kitapların kutsal kitap gibi muamele görmesi insanları olumsuz yönde etkilemiştir. Korkarım böyle giderse bundan elli sene sonra yeni bir din ortaya çıkabilir.

6- Vezir İsa'nın kendisine göründüğünü ve onun halifesi olduğunu iddia ederken Fethulah Gülen müritleri arasında bilgileri doğrudan Allah'tan ve Hz. Peygamber'den aldığına dair inanış söz konusudur.

7- Haset sahibidirler: Vezir nasıl Hristiyanlara karşı kin ve haset beslemişse Fethullah Gülen de kendi cemaatleri dışındaki tüm cemaatleri küçük görmüş, kendileri için tehlikeli gördüklerine karşı haset beslemişler ve yok etmeye çalışmıştır. Özellikle Tayyip Erdoğan'ın şahsında ona ve peşinden gidenlere karşı kinini ve nefretini beddua düzeyinde açıkça ifade etmekten çekinmemiştir.

8- Akıl ve hikmet sahibi inananlar vezire de Fethullah Gülen'e de inanmamışlardır. Türkiye'de ta en başından beri Fethullah Gülen'e güvenmeyen ve ona karşı hiç bir zaman olumlu duygu beslemeyen bunu da kişisel kaygılardan çok dini ve milli hassasiyetlerle yapan bir grup insan olagelmiştir.

9- Dönemleri: Vezirin yaşadığı zaman Hıristiyanların kovuşturulduğu dönemdir. Gülen'in yaşadığı dönem de Müslümanların çok sıkı bir şekilde Batı tarafından takip edildiği ve yok edilmeye ve iyice sindirilmeye çalışıldığı dönemdir.

10- Tomarlar yazmaları: Vezirin tomarları olduğu gibi Gülen'in de kimi kendisi kimi de adamları tarafından yazılan bir çok kitabı bulunmaktadır. Her ikisinin yazdıklarında, inanç ve amel ile ilgili uyarı ve nasihatler yer almaktadır.

11. Amirleriyle haberleşmeleri: Vezir tüm melanetini yayarken olup bitenler hakkında padişahı bilgilendirirken Gülen ve cemaati de kendilerini görevlendiren ülke ve ülkelere düzenli bilgi aktarmaktadır.

12- Sürgüne gönderilmesi: Vezir halkı ifsad etmek için kulağı, burnu kesilip sürgüne gönderilirken Gülen de daha iyi hizmet verebilmek ve ülkeyi bölebilmek için ülke dışına çıkarılmıştır.

13- Vezir her beye İncil'in hükümlerini birbiriyle çelişecek şekilde ayrı ayrı öğretirken Fethullah Gülen de adamlarını kendi içinde birbirlerini tanımayacak şekilde görüşmekte ve yönetmektedir. Hatta birilerine yap derken diğer bir gruba da tersini söyleyebilmektedir. Askerlere zina etmelerine ve içki içmelerine izin verirken yurtlarda kalan abla ve abilerine karşı cinslere karşı çok hassas davranmalarını gerektiğini söyleyebilmektedir.

14. Uğruna canını verecek adamlarının olması : Her ikisinin de bir sözüyle hiç düşünmeden canını verecek adamları vardır. Hatta Gülen'in bir sözüyle Türkiye'yi yakacak bir ordusu olduğunu da gördük.

Fethullah Gülen henüz hayatta olduğu için ölüm sonrası benzerlikleri bilemiyoruz ama tahmin edebiliriz. Böyle giderse muakkipleri tarafından peygamber ismini kullanmadan ama tüm özelliklerini taşıdığını yazarak yeni bir dinin ortaya çıkma tehlikesinden bahsedilebilir.

Son söz : Mesnevî'de anlatılan bu hikayede geçen vezir ile Fethullah Gülen'i karşılaştırdığımızda aralarında ciddi benzerlikler olduğunu görüyoruz. Her ikisinin de bozguncu olduğunu söyleyebiliriz. Allah bozgunculara fırsat vermesin ve ülkemizi, milletimizi bozguncuların şerrinden korusun.





Bu yazıyı, Facebook'ta paylaşayım...

Bu yazıyı, Twitter'da paylaşayım...

Bu yazıyı, LinkedIn'de paylaşayım...

Bölümler

Yazılarım

Yazılarımı okuyabileceğiniz sayfadır.

Kitaplarım

Kitaplarımı görebileceğiniz sayfadır.

Basında

Basındaki haberleri görebileceğiniz sayfadır...

Etkinlikler/Takvim

Tüm etkinlik, toplantı ve konuşmalarımın haberini takip edebileceğiniz sayfadır.

Videolar

Mehmet Akif Ersoy ve musiki

02.00 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü ve Bestelenmiş Şiirleri
03:15 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki İle İlişkisi Nasıl Başladı?
07:00 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü
08:30 Mehmet Akif Ersoy İle Neyzen Tevfik Nasıl Tanıştı?
11:00 Mehmet Akif Ersoy'un, Neyzen Tevfik İle Olan Dostluğu
15:15 Mehmet Akif Ersoy, Musiki Alanında Kimlerden Ders Aldı?
18:15 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Yönü
21:10 "Mehmet Akif Ersoy, Ölmeden Önce Musiki Üstadı Olarak Tanınıyordu"
27:30 "Musiki, Tüm Varlığın Anladığı Bir Dildir"
30:30 Mehmet Akif Ersoy'un Musiki Meclislerindeki Rolü
33:15 "Mehmet Akif Ersoy, Musiki Meclislerine Değer Katan Bir Kişiliktir"
37:30 Mehmet Akif Ersoy'un "Sait Paşa İmamı" Şiiri ve Bestelenme Öyküsü

Eşrefoğlu Rumi’nin Müzekki’n-Nüfûs’u

Müzekki’n-Nüfus’un en çok okunan halk kitapları arasında olmasının nedeni rehber kitap olması, dilinin sade ve anlaşılır olması, inşa edilmeye çalışılan milleti irşat etmesi.

Sanat endişesinden uzak, müridlere doğrudan doğruya tasavvufî-ahlâkî hakikatleri anlatma gayesini taşıyan Müzekki’n-nüfûs, geniş halk tabakasının kolayca anlayabileceği şekilde sade bir Türkçe ile yazılmış ve tasavvufun halk arasında yayılmasında önemli hizmet görmüştür. Müellifin Osmanlı döneminde Anadolu’da kurulan ilk tarikatlardan biri olan Eşrefiyye’nin pîri olması dolayısıyla kitabın Türk tasavvuf ve düşünce tarihinde ayrı bir yeri vardır. Yeni sayılabilecek herhangi bir görüşe yer verilmemekle beraber tasavvufun temel konularıyla tarikat terbiyesinin esaslarını başarılı bir üslûpla özetleyen Müzekki’n-nüfûs, yazıldığı devirden itibaren Muhammediyye ve Envârü’l-âşıkīn gibi geniş halk toplulukları tarafından benimsenmiş, daha sonraki devirlerde kaleme alınan bu tür eserlere örnek teşkil etmiştir.

ismailgulec.net