Özgeçmiş
...
¨Baharı Şiirle Karşılamak: Kenzi ve Nevrûziyesi¨. Kitaplara Vakfedilen Bir Ömre Tuhfe: İsmail E. Erünsal’a Armağan 2, haz. Hatice Aynur vd. İstanbul: Ülke Yayın Haber, 2013, s. 769-798.
Baharı Şiirle Karşılamak: KENZÎ ve NEVRÛZİYYESİ
İsmail Güleç*
Miladi takvime göre Mart ayının yirmi ikinci günü olan nevrûz,[1] Türkler tarafından, çok eski tarihlerden beri kutlanan bir bayram olduğu gibi, Selçuklu padişahlarından Melikşah tarafından hazırlatılan güneş yılını esas alan Celali Takvimi’nin de başlangıç tarihidir.[2] Halk inanışına göre nevruz bir çok tarihi ve efsanevi olayın gerçekleştiği gündür.[3]
Nevrûz, tarih boyunca Türk kavimleri arasında önemli bir gün olagelmiştir.[4] Diğer Türk toplulukları gibi Osmanlılarda da sayılı günlerden biri olmuş ve bu günde çeşitli etkinlikler düzenlenmiştir.[5] Bu günde padişaha çeşitli hediyeler sunulur, padişah da bunun karşılığında ihsanlarda bulunurdu. Bunlar; sultana; aşçıbaşının nevrûziyye denilen bir macun veya tatlı ikram etmesi,[6] müneccimbaşının padişaha yeni yılın takvimini takdim etmesi,[7] başta sadrazam olmak üzere yüksek bürokratların padişaha, ‘hediyye-i nevrûziyye’ adıyla, değerli hediyeler vermesi,[8] saray ahırında görevli mirahorun, ‘rikabiyye pişkeşi’ denilen değerli atlar hediye etmesi[9] gibi adetlerdi.
Halk arasında ise nevruz bayram gibi kutlanır ve çeşitli eğlenceler düzenlendirdi. Diğer bayramlarda olduğu gibi nevruz günü tebrik mektupları yazmak da adettendi.[10] Sıradan bir mektupta bile, muhatabının gündüzlerinin nevruz gibi olmasını istemek karşılaşılabilecek bir durumdu.[11]
Günlük yaşantının her sahasında görülen nevrûz, aynı zamanda musikimizin en eski makamlarından birinin adıdır.[12] Nevrûz, aynı zamanda; yumrulu, çok yıllık, mor veya kirli sarı çiçekli, küçük ve otsu bir çiçeğin de adıdır.[13]
Klâsik şiirimizde nevrûz ve nevrûziyyeler*
Gündelik hayatın her alanında ve halkın her kesimi arasında gelişi çeşitli şekillerde kutlanan nevruz, şairlerin şiir yazmaları için bir bahane oluyordu. Klâsik dönem şairlerinin, nevrûzun gelişini vesile ederek birisini övmek üzere daha çok kaside formunda yazdıkları şiirlere nevruziye adı verilir. Şairler, baharın gelişini adeta yazdıkları bahar şiirleriyle karşılarlar ve bununla da himayesinde bulundukları devlet büyüklerinden caize kazanırlardı. Caize kazanmak için mi nevruziyye yazarlardı, yoksa nevruziye yazdıkları için mi caize alırlardı pek belli olmamakla birlikte araştırmacılar arasındaki genel kanaat birincisi yönündedir.
Nevruziyeler genellikle kaside formunda yazılır demiştik. Bununla birlikte; gazel, müseddes, terkîb, tahmîs ve murabba formlarında kaleme alınmış nevrûziyyelere de rastlanmaktadır. Kasideler, yazılış nedenlerine göre isimlendirildiği gibi, nesib veya teşbîb bölümündeki işlenen konuya göre de isimlendirilirler. Nevrûz dolayısıyla yazılan kasidelere nevrûziyye denildiği gibi, nesib veya teşbîb bölümünde nevrûzdan bahseden kasidelere de aynı ad verilmektedir. Nevruziyelerin nesib veya teşbib bölümlerinde nevruzdan bahsetmek ise adeta bir kural olmuştur. Ayrıca konusunu nevruzdan alan Gül ü Nevruz[14] isimli mesneviler de bulunmaktadır.[15]
Divân-ı Lügâtü’t-Türk’te “yeni gün” [16] olarak geçen nevrûz, on birinci asırdan itibaren edebiyatımızda yer almaya başlamıştır. Kuzey[17] ve Doğu Türkçesiyle yazılmış metinlerinin yanı sıra[18] Batı Türkçesi ile yazılmış metinlerde de bu kelimeye rastlamaktayız. Rabgûzî’nin Kısâsu’l-Enbiyâ’sına (710/1310) göre; Yusuf peygamberin kardeşleri, kuşların ötmeye, hayvanların coşmaya, kırların yeşermeye ve ağaçların çiçeklenmeye başladıkları nevrûzu bahane ederek babalarından izin alıp Yusuf’u gezmeye çıkarmışlardır.[19] Firavun, Musa’ya, sihirbazlarıyla yarışmak üzere nevrûz gününde buluşmayı teklif etmiştir.[20] 833/1430 tarihli Gülistân tercümesinde ise, nevrûz, baharda giyilen yeşil yapraktan bir giysidir.[21] Nevruzun gelmesiyle ağaçların yapraklanmasını, bir sultanın etrafındakilere kürkler giydirmesine benzetilmesi sıkça yapılmıştır.
Klâsik şiirimizde nevrûzu bayram olarak ilk defa zikreden kişi on dördüncü asır şairlerinden Şeyhoğlu’dur.[22] Kenzü’l-Küberâ (803/1401) isimli eserinde nevrûz gündüzlerini bayram ve gecelerini de Müslümanlarca kutsal sayılan Kadir ve Berat gecesi gibi kutsal bir gece olarak tasvir etmektedir.[23] Şeyhoğlu’nun çağdaşı Kadı Burhanettin,[24] Şeyhî,[25] on beşinci asır şairlerinden Ahmet Paşa[26], Necâtî Bey,[27] Karamanlı Nizâmî,[28] on altıncı asır şairlerinden; Zâtî,[29] Bâkî,[30] Fuzûlî,[31] Hayâlî,[32] Bağdatlı Rûhî,[33] Nev’î,[34] Tâcizâde Cafer Çelebi,[35] Figânî,[36] Rumelili Zaîfî,[37] ve Usûlî,[38] Nâtıkî;[39] Hayretî,[40] Ahî Çelebi,[41] Aşık Çelebi,[42] Üsküplü İshak Çelebi,[43] Gelibolulu âlî,[44] Mesihî,[45] Mihrî Hatun,[46] Nev’î,[47] Yahyâ Bey,[48] Bâlî,[49] Günahkâr,[50] Hecrî,[51] on yedinci asır şairlerinden; Nef’î,[52] Şeyhülislam Yahyâ,[53] Ganîzâde Nâdirî,[54] Nâilî,[55] Neşâtî,[56] Fehîm-i Kadîm,[57] Mezâkî,[58] Bahtî (I. Ahmet)[59] Sabrî,[60] Cevrî,[61] Mehmed Nazîf,[62] Nâmî,[63] Tecellî,[64] Lâ-Mekânî,[65] on sekizinci asır şairlerinden; Nedim,[66] Nâzım Yahyâ,[67] Fıtnat Hanım,[68] Sürûrî[69] Sâmî,[70] İzzet Bey,[71] Sünbülzâde Vehbî,[72] Muvakkitzâde Mehmet Pertev,[73] Mehmet Şerif Bey[74], Neylî,[75] Osmanzâde Tâib,[76] Edirneli Kâmî,[77] Abbas Vesim Efendi,[78] on dokuzuncu asır şairlerinden; Üsküdarlı Hakkı Bey,[79]Eşref Paşa,[80] Bursalı Mehmet İffet,[81] Şeref Hanım[82] Nigârî,[83] Harputlu Rahmî,[84] Şânîzâde,[85] şiirlerinde nevrûzdan bahseden veya nevrûziyye yazan şairlerimizden bazılarıdır.
1974 yılında sadece, yapıldığı yıla kadar basılmış divanlar taranarak hazırlanan bir tezde, tespit edilen nevrûziyye sayısı 44’tür.[86] Yazılan nevrûziyye sayısının bu kadarla sınırlı olmadığını söyleyebiliriz. Türk edebiyatında nevruziye denilince akla ilk gelen şair Nefi’dir. Nefi’nin yanı sıra Bâkî ve Nedîm de nevruziyeleriyle dikkat çekmektedirler.[87]
Yukarıda isimlerini verdiğimiz şairlerin şiirlerine göz attığımızda nevrûzun bir çok anlama gelecek şekilde kullanıldığını görüyoruz. Şiirde kelime olarak nevrûz, bütün cihanın tazelenip yeşillendiği, adeta yeniden dirildiği bir bayram günü olarak anlatıla gelmiştir. Bunun yanında nevrûz, adalet sahibi ve mutedil bir sultana da benzetilmiştir. Nevrûziyye denince ilk akla gelen isimlerden ve adeta nevrûziyye yazmanın moda haline geldiği 17. yüzyıl şairlerinden olan Nef’î ise, nevrûzu, yılda ancak bir kere gelen bahar, bayram, mutlu ve sevinçli anlar olarak tasvir etmektedir.[88]
Bunun yanında nevrûz; yılda bir defa gelişi,[89] gündüz ile gecenin eşit oluşu,[90] güneşin bu günde Koç burcuna girmesi,[91] Hıdırellezin gelişine yakınlığı,[92] baharın başlangıcı oluşu, bayram ve mübarek geceler gibi kutsal kabul edilmesi[93] özellikleriyle klâsik edebiyatımızda yer almaktadır. Padişah bu günde kıymetli hediyeler dağıtır,[94] çevresindekilere hilatlar giydirir,[95] her tahta çıkan padişahın yaptığı gibi güneş de koç burcuna girdiğinde rindlerin içme izinlerinin bulunduğu beratları yeniler,[96] kırlara çıkıp eğlenilir,[97] insanlara mutluluk ve sevinç getirir,[98] insanlar sevdikleriyle birlikte gezmeye çıkar,[99] Allah ölü toprağı canlandırarak kudretini gösterir,[100] güller açar ve bülbüller şakır,[101] dolayısıyla eğlenilmek için en uygun zamandır.[102]
Klâsik şiirimizde nevruzla birlikte gül, bülbül, gülşen, lâlezar, rüzgâr, bulut gibi bahara ait tabiat unsurlarına, sultân, divân, defterdâr, adâlet, asker, kazasker, sancak, tuğ, alem gibi saltanatla ilgili unsurlara, ışık, mutluluk, burç, baht gibi talihle ilgili unsurlara ve musiki makamı ile ilgili unsurlara benzetilmiştir.[103]
Tasavvufî ıstılahta ise nevruz tefrika alemini temsil eder.[104] Tefrika ise halk alemi, yaratılmışlar alemidir. Nevruz burada dünyanın yaratıldığı gün olarak tasavvur edilmekte, baharda tabiatın canlanması dirilmeye işaret etmektedir.[105] Mutasavvıf şairlerden Ümmi Sinan nevruzu, müridin visal bulduğu ana benzetmektedir. Hak aşığı, aşk derdi çekmeden nevruz visaline ulaşıp bahara erişemez.[106] Burada benzetme yönü nevruzun bayram günü gibi sevinilecek bir vakit olmasıdır.
Tasavvuf dünyasında nevruzun kendileri için özel bir anlamı olan tek grup Bektaşiler gibi görünmektedir. Bektaşi inancına göre ‘Gadirihüm’* olayı bu günde cereyan etmiş, Hz. Ali bugün dünyaya gelmiş ve Hz. Fatıma ile bugünde evlenmiştir. Bundan dolayı Bektaşiler arasında bu gün adeta kutsal bir gün gibi idrak edilmektedir.[107] Alevilere göre Hacı Bektaş Anadolu’ya bugün gelmiştir. Gaip erenlerinden kırklar bugün toplanmışlardır. Hz. Hüseyin’in intikamını almak için kurulan gizli teşkilat ihtilal ateşlerini bugün yakmıştır.[108] Bu gibi nedenlerden dolayı Alevilerce de nevruz önemli bir gün olarak kabul edilir.[109]
Alevi-Bektaşi geleneğinde çok önemli yeri olan cemlerden biri de Nevruz gecesi icra edilen cemlerdir. Gündüz başlayan etkinlikler gece yapılan cem ayini ile sona erer. O gece meydan açılır, âşıklar, nefeslerini ilk defa bu cemde okurlar. Daha sonra nevruziyeler okunur.[110]
Gerek klâsik edebiyatta, gerekse mutasavvıflar arasında nevruza tasavvufi bir anlam yükleyerek nevruziye yazan şairlere pek rastlanmamaktadır. 20. asırda klâsik tarzda şiir yazan mutasavvıf şairlerden Aziz Şenol[111] nevruzu tevhid açısından ele alan bir nevruziye kaleme almıştır. Aziz Şenol bu kasidesinde nevruza tasavvufi bakış açısıyla yaklaşmış, bir mutasavvıf gözüyle nevruzu adeta yorumlamıştır.
Kenzî’nin Nevrûziyyesi
Şiirlerinde Kenzî mahlasını kullanan Aziz Şenol’un sizlere tanıtmaya çalışacağım kasidesi, nevrûzun gelişi dolayısıyla, aruzun remel bahrinde kaleme alınmış 15 beyitlik bir nevrûziyyedir. Bu kasidenin klâsik dönem nevruziyelerinden iki önemli farkı bulunmaktadır. İlki yazılış sebebidir. Klâsik dönemde kasideler genellikle caize için yazılırken Kenzî müritlerine tevhid zevkini tattırmak ve aktarmak için yazmıştır. İkinci fark ise baştan sona tasavvufi bir neşe içinde yazılmış olmasıdır. Baharı ve çiçekleri teşbih unsuru olarak kullanmak yoluyla tevhid inancının açıklamasını yapmasıdır.
Aziz Şenol’un mutasavvıf kişiliğinin ön plana çıktığı bu kasidesini açıklamaya çalışacağız.[112]
1- Geldi nevrûz, oldu âlem cennetü’l-me’vâ yine
Neş’elensin, zevke dalsın Âdem ü Havva yine
Nevrûz geldi, dünya yine yaşanacak cennet oldu. Adem ve Hava yine neşelensin ve zevke dalsın.
Şair kasidesine nevruzun gelişini haber vermekle başlamaktadır. Böylece daha baştan okuru nevruziye ile karşı kaşıya olduğunu hissettirmektedir. Nevrûz, doğanın canlanmaya başladığı vakittir. Uzun süre kar örtüsünün altında kalan kainat nevruzla birlikte yeşermeye, yeniden canlanmaya başlar. Bu gün mutluluk günü, yeniden doğuş günüdür. Nevruzun gelişiyle cennete benzeyen dünya yeniden yaşanacak yer olur. İkinci mısrada Adem ile Havva’nın neşelenmesi gerektiği söylenmektedir. Cennetten dünyaya indirilen Adem ile Havva çok özledikleri cennete yeniden kavuştukları için çok sevinmeleri gerektiğini ifade etmiş olmaktadır.
İkinci mısrada Adem ile Havva’dan tüm erkekleri ve kadınları anlar isek bu sefer herkesin nevruzun gelişine sevinmesine ve neşelenmesine işaret edilmektedir. Nevruzun ayrıca bir bayram olarak kutlandığını düşündüğümüzde bayram sevinci ile dolu insanlar akla gelmektetir.
Tasavvufta ise nevruz mürşitle müridin, kulun Hak’la olduğu andır. Aynı zamanda, dostla ve mürşid-i kâmille olunan anlar için de kullanılır. Dünyanın yeniden dirilmesi, Adem ile Havva’nın yeniden bu dünyada cennete girmesi müridin bu dünyada kendini öldürmesi ve hayat-ı bakiye kavuşmasını ifade etmektedir. Ölmeden önce ölen mürid nefsini ifna ettiği için sonsuz hayata karışmış, ve o gün onun için bir bayram günü olmuştur. Kadın olsun, erkek olsun, her mürid hakikat bilgisine ulaştığında neşelenir. Bu neşe dünya neşesinden farklı olup her zerresine sirayet edende sonsuz bir mutluluk şeklinde tezâhür eder. Bu mutluluk dışarıdan gelen ve başkalarına bağlı bir mutluluk olmayıp kişinin içinden gelen ve hiç bitmeyen bir neşedir.
Zevke dalmak, kişinin sevdiği işi yapmaktan dolayı hissettiği duygudur. Mutasavvıflar ise Hakk’ın rızasını kazanmak için zikir, vird, sema, raks ve sohbet gibi muhtelif ibadetler yaparlar. Bunları yaparlarken hissettikleri duyguya zevk diyoruz. O yüzden sufiler birbirilerine ‘Allah zevkini artırsın’ dediklerinde biz bunu Allah şükrünü, zikrini, sohbetleri artırsın şeklinde anlarız. Hak için, Hak’la birlikte yapılan her iş zevklidir.
Nevruz aynı zamanda bir çiçek türüdür.[113] Burada kastedilen anlamı bayram olan nevruz olmakla birlikte kastedilmeyen anlamı diğer beyitlerde gelecek olan çiçeklerle birlikte düşünüldüğünde iyham-ı tenasüp oluşturduğunu görmekteyiz.
2- Her çiçek açmış, gözün dalmış güzellik seyrine
Reng ü bû salmış cihana gonce-i hamrâ yine
Bütün çiçekler açmış, gözlerin güzelliğin seyrine dalmışlar; kırmızı gonca yine dünyaya renk ve koku salmıştır.
Gonca-ı Hamrâ[114], yani Hz. Muhammed’in de remzi olan kırmızı gül, renk ve kokusunu cihana salarak bütün çiçeklere güzelliğini seyrettirmektedir. Kırmızı gülden[115] buradaki özellikleriyle, çevresine güzel ahlakı tavsiye eden ve gittiği meclisleri şenlendiren ve ortaya alınarak herkes tarafından büyük bir hayranlıkla seyredilen ve dinlenen Hz. Peygamber’i ve mürşid-i kâmilleri anlıyoruz. Diğer çiçeklerle de, mürşitten himmet almaya çalışan müritler kastedilmektedir.
Kırmızı gül Allah’ın mehabetinden bir parçadır,[116] şeklinde rivayet edilen hadisi düşündüğümüzde gülün sembolik değeri daha da artmaktadır. Güzel koktuğu için Hz. Muhammed’in terine de gül denilmiştir. Gül yaprakları, dikeni ve renginin güzelliğiyle ilahi cemali ve celali en güzel şekilde yansıtır. Gül varsa bülbül aranmalıdır. Bu beyitte bülbül zikredilmemektedir. Ancak gülün güzelliğini seyre dalan göz burada kapalı istiare yoluyla bülbüle benzetilmektedir.
Burada üzerinde durmamız gereken bir diğer kavram ‘koku salmak’tır. Mürşidler güzel çiçekler gibi etraflarına güzel koku saçarlar. Yakup peygamberin oğlu Yusuf’un kokusunu uzaklardan alması, Hz. Peygamber’in Veysel Karani’nin kokusunu alması sufiler arasında anlatılır. Bu koku mecaz ve hakiki anlamladır. Onların tenleri güzel koktuğu gibi güzel söz ve davranışları da kokuya benzetilerek, onların bulunduğu yerlerde kötü ve şer işlerin olmadığı ve devamlı güzel ve hayırlı işlerin olduğu ve konuşulduğu söylenmiş olmaktadır.
Tekke ve dergahlarda etrafın güzel kokması için teberrüken tütsü yakılması adettendir.
3- Lâle, sünbül, fesleğen, zambak, karanfil, yasemen
Itr-i can-bahşiyle etti dilleri ihyâ yine
Lâle, sünbül, fesleğen, zambak, karanfil, yasemin, cana can katan kokularıyla gönülleri yine diriltti.
Lâle[117], sümbül[118], fesleğen[119], zambak,[120] karanfil[121] ve yasemin[122] can bahşeden kokularıyla gönülleri diriltir. Gönlün dirilmesi, onu öldüren nefsani arzulardan sıyrılıp müridin hakikate vasıl olmasıdır. Burada zikredilen çiçeklerle, her gönlü uyandıran ve onu adeta dirilten mürşidin nazarı ve sohbetleri kast edilmektedir. Ayrıca bahar mevsiminde bahçelerde bu çiçekleri görüp kokularını alan bir kimsenin o çiçekleri o şekilde yaratanı düşündürtmesiyle de gönülleri dirilttiğini söyleyebiliriz. Burada birçok çiçeğin zikredilmesi hepsinde ortak olan özelliklerinden dolayıdır. Dolayısıyla teker teker çiçekler üzerinde durmak yerinde hepsini birden düşünmek daha doğru olacaktır.
4- Mor menekşe baş eğer erbab-ı aşka naz ile
Bazı hercâi de olsa, tatlıdır cana yine
Mor menekşe, aşk erbabına naz ile başını eğer. Kimi kere hercai de olsa cana yine tatlı gelir.
Bu beyitte mor menekşe[123] ile mürid kastedilmektedir. Mor menekşe, aşk erbabı karşısında naz ile başını eğer. Mürit ise mürşit huzurunda başını omzuna düşürür ve mürşitten himmet bekler. Bu beyitte müridin mürşidine de naz edebileceğini anlıyoruz. Nitekim kimi sufiler niyaz makamından naz makamına geçerek Hakk’a bile naz etmişlerdir. Menekşelerin bazılarının hercai[124] olması, onların bazen mürşidlerinin sözlerinden çıktıklarına yapılan bir göndermedir.
Baş eğmeye ıtrak-ı re’s de denir. Itrak-ı re’s dervişin lüzumsuz bakışlardan sakınarak başı eğik yürümesidir. Rab’lerinden haya ettiklerinden dolayı dervişler dik yürümezler.[125] Baş eğmenin Nakşilerdeki karşılığı nazar ber kadem’dir. Kalbin huzurunun devamı için salikin lüzumsuz bakışlardan sakınması, bunun için de daima ayaklarına bakması tavsiye edilir.
Mevleviler ve Bektaşiler arasında ise bunun karşılığı baş kesmektir. Baş kesmek, sağ ayağın başparmağını sol ayak başparmağının üstüne koyup ayağını mühürlemesidir. Öte yandan sağ kolunu sol kolunun üzerine gelecek şekilde ellerini omuz başlarına çapraz bir şekilde götürerek başı beli bükmeden öne doğru eğmek müridin, mürşidinin karşısında niyazda bulunması şeklinde algılanır.[126]
Mürit, bazen hata yapsa veya istenmeyen işlerle uğraşsa bile yine de mürşidi tarafından sevilmektedir. Burada mürit hata yapması nedeniyle diğer anlamından dolayı hercâiye benzetilmiştir. Özetle bu beyitte müridin iki haline işaret edildiğini söyleyebiliriz. Birincisi müridin şeyhinin karşısındaki durumu. İkincisi ise süluku esnasında nadir de olsa şeyhinin sözlerinin dışına çıkmasıdır.
Hercainin beyitte geçen kelime anlamının yanısıra bir çiçek türü olmasını düşündüğümüzde menekşeyle ile iyham-ı tenasüb oluşturmaktadır.
5 Bağda mercanköşke karşı susen açmış gözlerin
Çeşm-i mestaniyle eyler aşkını îma yine
Bahçede, sûsen, mercanköşke karşı gözlerini açarak baygın bakışlarıyla, aşkını yine ima ediyor.
Burada sûsen,[127] mürşidin huzurunda ve onun sohbetiyle kendinden geçerek adeta sarhoş olmuş gibi zevkten gözleri süzülmüş, hayranlıkla mürşidine bakan ve gözleriyle adeta ‘iyi ki senin müridinim’ diyen müride benzetilmektedir. Mercanköşk[128] de mürşide benzetilmiş olmaktadır
6 Sînesinde âlemin fuller açılmış, kartopu
Başta hâsıl eylemekte bir garib hülyâ yine
Dünyanın göğsünde açılan kartopu ve ful, başta yine bir garip hayal hasıl eylemektedir.
Ful[129] ve kartopu[130] alemin sinesinde yani yeryüzünde ortaya çıkarak müridi hülyalara daldıran mahlukat ve kainat olarak anlaşılabilir. Bu durumdaki mürit henüz müptedidir ve seyrin zevkini yaşamaktadır. Ayrıca, beyazlığı nedeniyle, dolunaya benzediğini düşünecek olursak, Hz. Muhamme’din, meclisin tam ortasına oturup bir nur halesine dönüşmesiyle de mürşit akla gelebilir.
7 Gelse nergis bizlere hanımeliyle zevk-i dil
Dembedem müzdâd olur da cûş eder sevdâ yine
Nergis, hanımeliyle bizlere gelse, gönül zevki artarak sevdayı yeniden coşturur.
Nergis[131] ve hanımeli[132] geldiklerinde gönlün zevkini artıran ve sevdayı coşturan Hak kelamı ve mürşit nazarıdır. Bu beyitte nergis ve hanımeli gönül zevkini artıran iki misafir gibi değerlendirilmektedir. Gönlün zevkini ise Hak’tan gelen ilham ile mürşidin nazarı artırır. Bu haliyle de göz ile olan münasebetinden dolayı nazara, hanımeli de kokusundan dolayı ilhama benzetilmiştir.
Bu beyitle kasidenin nesîb bölümü sona ermektedir.
8 Hâsılı bak “Keyfe yuhyil’arza ba’de mevtihâ”
Âşikâr olmuş bu demde kudret-i Mevlâ yine
El-hâsıl bak Allah, yeri ölümünden sonra nasıl hayata kavuşturuyor.[133] Mevla’nın kudreti bahar mevsiminde yine ortaya çıkıyor.
Bu beyit kasidenin girizgah kısmını oluşturmaktadır. Nesîb bölümünde sıraladığı özelliklerin çok olduğunu, bırakılsa daha da sayabileceğini, ancak verilen örneklerin maksadı ifade etmeye yettiğini düşünerek ‘hasılı’ sözünü kullanmış, okuru adeta sadede getirmiştir.
Şair bu beyitle ilk yedi beyti özetlemekte ve hükmünü vermektedir. Bu beyit kendisinden önceki beyitlerin aynı zamanda açıklamasıdır. Beyitte geçen ayet-i kerime şiirimizde sık iktibas edilen ayetlerdendir. Şair bu ayetin anlamından yararlanarak matla beyitten itibaren sıraladığı hususların bir ölüme benzetilen kış aylarından sonra sonra yeniden diriltilmeye benzetilen bahar mevsimin gelmesine benzeterek güzel bir şekilde özetlemektedir.
9 Yevm-i Hak’tır yevm-i nevrûz, şâhidi olmuş cihan
Rakk-i menşûre çekildi bir nevîn tuğrâ yine
Nevrûz günü, ferman derisine yine bir yeni padişah mührünün atılmasına bütün dünyanın şahit olduğu Hakk’ın günüdür.
Bu beyitle Kenzî kasidenin yazılmasına neden olan mevzuya girmektedir. Kenzî bu beyitte doğadaki değişimi anlatmaktadır. Rakk, üzerine yazı yazılmak üzere tabaklanmış ince deriye verilen addır. Menşur ise vezirlik, serdarlık, hanlık gibi yüksek görevlere atananlar için çıkarılan padişah fermanıdır. Tuğra ferman ve beratların altında bulunan padişahın mührüdür.[134]
Bu beyitte dünya üzerine ferman yazılan ince bir deriye, nevruz gününde baharda görülen canlanma, ağaçların yeşermesi, çiçeklerin açması, suların çağlaması da Allah’ın imzasını atmasına benzetilmektedir. Nasıl bir ferman veya berattaki tuğra onun padişaha ait olduğunu gösteren bir işaret ise nevruz günü baharın canlanması da Allah’ın varlığına ve hak olduğuna bir işarettir. Bu beyit bir önceki beyitte geçen ayetin bir başka açıdan açıklanmasıdır.
10 Sırr-ı Ahmed’le Ali, etmiş takâtub kıl nazar
Öyle bir vahdet ki andan parladı mânâ yine
Ahmet ve Ali’nin sırrı kutuplaşmış, bak. Öyle bir birlik ki ondan yine mana parlıyor.
Tasavvufta sır deyince gönül ehli olanlardan ve keşif sahiplerinden başkalarının anlayamacakları duygu ve haller ve bu hallerin bilgisi anlaşılmaktadır.[135] Bu beyitte kastedilen sır tevhid sırrıdır. Burada vahdet ile kastedilen vahdet-i vücûd’un vahdetidir. İslam tasavvufunun başlangıcının Allah’tan Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed’e, ondan da başta Hz. Ali olmak üzere yakın arkadaşlarından tüm Müslümanlara yayıldığını düşündüğümüzde burada kastedilen sırrın Hz. Muhammed’in Hz. Ali’nin kulağına fısıldadığı esrar olduğu düşünülebilir. Sufilerin vahdet anlayışları da Hz. Ali’ye tevdi edilen bu sırlardan neş’et etmiştir. Hz. Ali’nin bir adı Ebu Turab’dır. Nasıl baharda bütün bitkiler topraktan neş’et ediyorsa tüm füyuzât da şâh-ı velâyet olan Hz. Ali’den doğmuştur.[136]
Ahmed, Hz. Muhammed’in isimlerinden biridir. Sufi istılahta Ahmed’in Hz. Muhammed’in dünyayı teşrif etmesinden önceki isminin olduğu söylenir. Kenzî’nin halifesi Lütfi Filiz Hz. Muhammed ile Hz. Ali arasındaki ilişkiye şu şekilde izah etmektedir:
Hazret-i Peygamber, Habibullah oldu demek, ¨Bir olan ikiye ayrıldı, bu iki yarı birbirie ayna oldu, Kendi’nin kendi aynasında görüp sevdi.¨ demektir. Onun için birine aşık, diğerine maşuk, iki arasında cereyan edene de aşk denmiştir. Bu aşık, maşuk ve aşk üçlüsüne Allah, Ahmed, Muhammed, yahut masdar, masdar-ı mimi ve masdar-ı gayrı mimi denmiştir.
Bunlardan masdar-ı gayrı mimi Ahad’dır. Masdar Ahmed, ve masdar-ı mimi d Muhammed’dir. Ahad’ın bir adı da aşk olduğuna göre geri kalan ikisi Ali ve Muhammed, koca ile karı, mürşit ve mürit, öğretmen ve öğrenci olarak anlatılabilir. Bu ikilemeler arasındaki bağlantıyı aşkın sağladığını herhalde herkes anlamıştır Tabii aşkın sonucunda bir eser doğacaktır ki, onun da en muşahhas örneği çocuktur, kitaptır, şiirdir...[137]
11 Kenzî mahfi sırrını ibraz ü ilân etmeye
Feyz-i cavidiyle coşmuş mânevi deryâ yine
Gizli hazine sırrını ortaya çıkarmak için sonsuz feyziyle manevi derya yine coşmuş.
Kenzî hem kendisinden sonra gelen kelimeyle birlikte şiirin anlamını oluşturmakta, hem de iyham yoluyla şair mahlasını söylemektedir. Bu yönüyle de tacbeyit sayılabilir.
Kenz-i mahfî, yine, klâsik edebiyatımızda iktibas yoluyla sıkça zikredilen bir kutsi hadistir. Kenzi mahfî gaybta gizli olan ehadiyyet hüviyetidir.[138] İnsanın bu dünyadaki sınavı bilinmeyen hazineyi bilmesidir. Bu gizli bir hazine olduğu için ancak insanlardan çok azı ulaşabilir. Allah, her bahar sonsuz feyziyle tüm kainatı adeta yeniden diriltirken bir çok insan bahar geldi diye sevinir. Herşey apaçık ortada iken sadece kamil insanlar onun ne olduğunu anlayabilir.
12 Nefha-yi sırr-ı rübûbiyyet ayân olmuş bugün
Gizli bir mânâ ifade eyliyor eşyâ yine
Rablik sırrının nefhası bugün ortaya çıkmış. Bak, eşya yine gizli bir mana ifade eyliyor.
Kenzî, nevruzun mutasavvıflarca ne anlama geldiğini açıklamaya devam ediyor. Bu beyitte nevruzu Rab olmaklığın sırlarının güzel kokusu ortaya çıktığı gün olarak tarif etmektedir. Baharla birlikte açılan çiçeklerden yayılan güzel kokular, kamil kimselerin anlayabileceğini derin anlamları yaymaktadır.
Rububiyyet, Hakk’ın mürebbilik yönünü gösteren yönüdür. Ana-baba ve öğretmende tecelli etmektedir. Bir terbiye eden olduğuna göre bir de terbiye edilen olmalıdır. Dolayısıyla kullarını terbiye ettiği için Rab’dir. Rablik makamı olabilmesi için dünya hayatına ihtiyaç vardır. Gayb aleminde rubûbiyyet olmaz. Şehadet aleminde olur. Dolayısıyla baharda açan çiçekler gayb aleminden esintileri şehadet alemine taşımakta, bu da kamil insanlar için gizli bir anlam ifade etmiş olmaktadır.
13 Bir kitab-ı Hak’tır eşyâ, ârif-i dânâ okur
Anı tefsir eyler ancak ârif-i dânâ yine
Eşya, bilgili ariflerin okuyabileceği Hakk’ın kitabıdır. Onu ancak yine bilgili arifler tefsir edebilirler.
Eşya, şeyin çoğuludur. Şey’i ise Lütfi Filiz şu şekilde açıklamakdadır.
Şey; zâtın, ism-i zâhirle zuhurudur. Bunun çoğuluna eşya denir. Buradaki ism-i zâhir de ikiye ayrılır. Birincisi; şey’iyyet-i sübut, yani daha zuhura gelmeden önce ilâhi âlemdeki oluşma, ikincisi ise; şey’iyyet-i vücud, yani görünür âlemde meydana çıkmadır. Eşya, âyât-ı müteşabihattır ve yapılıp, yıkılır. Âyât-ı muhkemat olan “Şey” ise, o eşyanın içindeki görünmeyendir ve O’nda yapılıp, yıkılma olmaz. Şeyin zuhuru kelâmla olmuştur. Kelâmsa sıfattır. Oluşma, yahut eserin meydana çıkması; zâtın sıfata inmesi (yani, ileride göreceğimiz Cem’den Hazret-ül Cem’e tenezzül etmesi) ile kemale ermiştir. Bu durum tasavvuf dilinde: “Şey iken, şey’iyyet-i sübut idi, eşya olunca mezahir-ül vücut oldu” denerek ifade edilir.[139]
Dolayısıyla bu dünya Hakk’ın kitabıdır, onu ancak arif kimseler okuyabilir. Okumak anlamak, eşyanın künhüne vakıf olmak demektir. Kainata baktığında ağaçları, kuşları, çiçekleri görmek ve tanımak marifet değildir. Marifet cümla mahlukatta Hakk’ı görmektir, denilmek istenmektedir.
14 Hükmü cârîdir velâyet sırrının her zerreye
Mazharı olsa revâdır, muzhırîn her câ yine
Velayet sırrının hükmü her zerreye yayılmıştır. Her yer, izhar edicinin yine ortaya çıkarmasına revadır.
Bu beyitte Kenzi, bir önceki beyitte söylediklerini açıklamaya devam etmektedir. Bu beyitte üzerinde durulması gereken kavram velayettir. Kenzî’nin talebesi ve halifesi olan Lütfi Filiz bu kelimeyi şu şekilde açıklamaktadır.
Velâyet, esma-yı hüsnadaki “Velî” isminden gelir. Veli yapışmış demektir. Bu yapışma kendinden kendine, yani sıfattan zatadır. Zat ve sıfât, zaten birbirinden ayrı değildir. Bu gerçeği bilmeyenler, kendi kafalarında hayali âlemler yarattıkları için, asıl ile sıfatı birbirinden ayırmakta ve bu ayırmadan kurtulmak isteyenlere de: “Fazla düşünme kâfir olursun” diye telkinde bulunmaktadırlar.
Velâyet: Allah’la dostluk kurmak, bağlılık yaratmak, yahut ünsiyet etmek anlamındadır. Kısacası: Kendini bilmek demektir. Halk arasında ermişlik olarak bilinir.
Veli: Allah’ın nuru ile nurlanmış olan; İçinde yaşayan; Hakk olan; demektir. Çoğulu evliyadır. Esası ise; Vav harfidir.
Veli esmadır. Esmanınsa vücudu yoktur. İnsanlar, Allah’ın nurunun insana yansımasından meydana gelmiş birer gölgeden ibarettir. Her gölge aslına rücu edecektir. Asıl olan Allah olduğu için, tutulan el de O’nun elidir, çünkü eli verenin vücudu yoktur. Bu nedenle öze bakmak ve gözün gördüğünün hayal, görmediğinin gerçek olduğunu idrak etmek lazımdır.[140]
Kenzî, önceki beyitlerde olduğu gibi kainatın anlamı üzerine düşünmeye devam etmektedir. Kainatta görülen her zerrede Hakk’ın bir işareti görülür, her eşya zatın sıfatıdır ve onu örter. Bilmeyenler sıfatta kalır, zata inemezler. Ayrılık sıfatlardadır, zatta ayrılık olmaz.
15 Nûru sârîdir risalet bahrinin her katreye
Bahr-i zevke dalsa çok mu KENZİ-i şeydâ yine
Risalet denizinin nuru her bir damlaya bulaşmıştır. Çılgın Kenzi, yine zevk denizine dalsa çok mudur?
Bir önceki beyitte velayet sırrından bahsedilmişti. Bu beyitte ise Hz. Peygamber’in taşıdığı iki özellikten diğeri olan nübüvvetten bahsedilmektedir. Peygamberlik bir denize benzetilmekte, her damlasında peygamberliğin görüldüğü söylenmektedir. Velayet görünmez taraf, risalet ise görülür taraftır. Kısaca velayet nübüvvetin batını, nübüvvet de velayetin zahiridir. O yüzden nübüvetten bahsederken şair, nûr kelimesini kullandı. Risalet ehlini bu dünyada herkes bilirken ve her nebi de kendisini açıkça ilan ederken, velileri kimse bilmez ve veliler de kendilerini ifşa etmezler. Nebilik bedene müteaallık işleri tanzim eder. Velilik ise doğrudan kalbe bağlıdır ve ruhla yakından ilgilidir. Bedenin görülüp ruhun veya aklın görülmemesi bu durumla yakından ilgilidir.
Bu beyitte şair kendisini kapalı istiare yoluyla bülbüle benzetmektedir. Çılgın bülbülün gülün karşısında şakımasını, bir Hak aşığının baharda heryerin yeşermesi ve çiçeklerle donanması karşısında ona karşı ilahi aşkını terennüm etmek için yazdığı şiiri kastetmektedir.
Sonuç yerine;
Kenzî’nin nevruziyesindeki çiçeklerle ilgili benzetmeler, klâsik şiirimizde benzetmelerden oldukça farklıdır. Bu yönüyle özgün olduğunu söyleyebiliriz.
Kenzî’nin nevruziyesi hem şekil, hem de içerik bakımından klâsik dönem nevruziyelerinden farklıdır. Klâsik kasidede olan bölümlerin (Nesib-teşbib, girizgah, medhiyye, tegazzül, fahriyye ve dua) bir kısmı bu kasidede bulunmadığı gibi beyit sayısı bakımından da en alt sınırdadır. Muhteva bakımından da benzerlikler bulunmasına rağmen ifade ediş bakımından klâsik nevruziyelerde görülmeyen bir söyleyiş, bir edaya sahiptir.
Şair bir başka gazelinde[141] çok açık bir şekilde; gül Hz. Peygamber’i, sümbül Hz. Ali’yi, yasemin Fatıma’yı, anber Hasan ve Hüseyn’i, karanfil boynu eğri dervişi simgelemektedir. Ayrıca çiçeklerin kokusunu alabilmek için gönül ehli olmak gerekmektedir. Kamil mürşitlerin hepsi bir başka koku saçmaktadır ve kendi toplumlarında seherde açan bir çiçek gibidirler. Bu koku gönülden gönle tüterek gelir ve insanı cennete ulaştırır. Şiirin sonunda şair kendine seslenerek seher vakti uyanıp içindeki aşk kokusunu çevresine saçmasını, yani irşad vazifesini yerine getirmesini söyleyerek şiirini tamamlamaktır. Sanırım bu şiirini okuduktan sonra nevruziyyedeki çiçeklere tasavvufi bir anlam yüklemek aşırıya kaçmak olmasa gerektir.
Bibliyografya
Akgür, A. Necati. “Celali Takvimi” TDVİA 7, İstanbul: TDV, 1993.
Arslan, Enver. ¨Nevruz Geleneği¨, Türk kültüründe Nevruz V. Uluslararası bilgi şöleni bildirileri: (15-16 Mart 2002, Diyarbakır). yay. Haz. Azize Aktaş Yasa, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi, 2002
Bayak, Cemal. ¨Nevruziyye¨, TDVİA 33. İstanbul: TDV, 2007, s. 61.
Bayram, Yavuz. ¨Klâsik Türk Şiirinde Duyguların Dili: Çiçekler¨, Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, V. 2/4 (Fall 2007), s. 209-219.
Baytop, Turan. Türkçe Bitki Adları Sözlüğü. Ankara: TDK, 1997.
Cunbur, Müjgan. “Klasik Edebiyatımzıda Nevrûz” Türk Kültüründe Nevrûz Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri, haz. Sadık Tural, (Ankara: Atatürk Kültür Merkezi, 1995.
Çay, Abdülhaluk. Türk Ergenekon Bayramı Nevruz. Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Merkezi, 1993.
Delice, İbrahim. ¨Niğdeli Muhibbi Gül ü Nevruz İnceleme-Metin¨ Doktora Tezi, Fırat Üniversitesi, 1995.
Filiz, Lütfi. Noktanın Sonsuzluğu I-III, İstanbul: Pan, 1998-9.
Gölpınarlı, Abdülbaki. Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri. İstanbul: İnkılap Kitabevi, 2004.
Görkem, İsmail. ¨Alevi ve Bektaşi Geleneğinde Nevruz Törenleri¨, Uluslararası Nevruz Sempozyumu Bildirileri (21-23 Mart 2000), Ankara: Kültür Bakanlığı, 2000, s. 49-58.
İnce, Adnan. ¨Gül ü Nevruz Mesnevileri ve Sâbir’in Eserinden Seçme Beyitler¨, Journal of Turkish Studies: Türklük Bilgisi Araştırmaları: Hasibe Mazıoğlu Armağanı II, 22 (1998), 103-131.
İnşâ-ı Mergûb, Atatürk Kitaplığı, M. Cevdet K 36.
Kaptanbaşı, Mustafa. Cinsel Kuvveti Artırıcı Afrodizyak Terkipler, (İstanbul: Orkide Yayınları, [t.y.])
Karaköse, Saadet. ¨Eski Türk Edebiyatında Nevruz ve Nevruzla İlgili Unsurlara Genel Bir Bakış¨, SÜ Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 23 (2008 Bahar), s. 171-181.
Köse, Fatih. Osmanlı Devleti’nde Nevruz. İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2007.
Kutlu, Mustafa. ¨Nevruz¨, TDEA 7, İstanbul: Dergah Yayınları, 1990.
Mütercim Asım. Burhan-ı Kâtı Tercümesi. (Kahire: Darü’t-Tıbaati’l-Mısriyye, 1251.
Noyan, Bedri. ¨Nevruzun Erkanı¨, Türk Dili ve Araştırmaları Dergisi, Prof. Dr. Harun Tolasa Özel Sayısı, II (1983), s. 117.
Onarlı, İsmail. Alevilik’te Nevruz Nedir? İstanbul: Karacaahmet Sultan Derneği, 2003.
Onay, Ahmet Talat. Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar, Ankara: TDV, 1992.
Öztuna, Yılmaz. Büyük Türk Musîkisi Ansiklopedisi, Ankara: Kültür Bakanlığı, 1990.
Pakalın, Mehmet Zeki. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü 2, 4. Baskı, İstanbul: MEB, 1993.
Pala, İskender. Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü. 2. Basım, Ankara: Akçağ, 1995.
Sertoğlu, Mithat. Osmanlı Tarih Lügati. İstanbul: Enderun Kitabevi, 1986.
Seyyid Abdülkadir-i Belhî, Künûzu’l-Arifîn, tercüme eden Neşen, (y.y., 1989)
Sofuoğlu, Cemal. ¨Gadir-i Hum Meselesi¨, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt XXVI (1983), 461-470.
Sular, Abdullah. ¨Türkçe Basılmış Divânlardaki Nevrûziyeler¨, Bitirme tezi, İstanbul Üniversitesi, 1974.
Şenol, Abdülaziz. Kenzi Divânı. yay. haz., Saim Öztan, Seyhun Besin, Aziz Şenol Filiz, İsmail Güleç, İstanbul: Pan, 2002.
Top, Hüseyin. Mevlevi Usül ve Adabı. İstanbul: Ötüken, 2001.
Uludağ, Süleyman. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2001.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı. Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı, 3. Baskı, Ankara: TTK, 1988.
Yaman, Mehmet. Alevilik, İnanç-Edeb-Erkan. İstanbul: Ufuk Yayıncılık, 1994.
Yılmaz, Fehmi. Osmanlı Tarih Sözlüğü. İstanbul: Gökkubbe, 2010.
* Doç. Dr., Sakarya Üniversitesi, igulec@sakarya.edu.tr
[1] Burhan-ı Katı’a göre, amme ve hassa olarak iki türlü nevrûz vardır. Amme, güneşin Koç burcuna girdiği gün olup İran takvimine göre ilk ay olan Ferverdin’in birinci günü, miladi takvime göre 21 Mart’tır. Yaygın inanışa göre; alem ve Adem bugün yaratılmış, yıldızlar bugün devrana başlamıştır. Cemşid Azerbaycan’da başında tac ile bu gün tahta oturduğu için, her sene bu gün bayram yapmak İranlılarca da adet olmuştur. Hassa ise, Ferverdin’in yedinci, Miladi Mart ayının yirmi sekizinci günüdür. Cemşid bugün tahta çıkarak, tebasına kanun ve nizamlara riâyeti, memurlarına halka adâlet etmelerini ve o gün bayram yapmalarını emretmiştir. (Mütercim Asım, Burhan-ı Kâtı Tercümesi, (Kahire: Darü’t-Tıbaati’l-Mısriyye, 1251), 599-600.) İki nevrûz arasında herkesin dileklerinin yerine getirilmesine, mahpusların salıverilmesine, gece gündüz zevk u sefâ edilmesine başlanmıştır. Eski İran şahları, nevrûz-ı amme ile nevrûz-ı hasse arasındaki bir haftalık sürede, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını gidermek üzere tahta oturur ve herkese yardım ederlermiş. (İskender Pala, Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü, 2. Basım, (Ankara: Akçağ, 1995), 428-429.)
[2] A. Necati Akgür, “Celali Takvimi” TDVİA 7, (İstanbul: TDV, 1993), 257-258.
[3] Hz. Adem bugün yaratılmıştır. Dünya bugünde var olmuştur. Nuh’un gemisi bugünde karaya oturmuştur. Hz. Peygamber bugünde ilk defa vahiy almıştır. Hz. Ali bugün halife olmuştur. Türkler bugün Ergenekon’dan çıkmıştır. Yeryüzünde bitkiler ilk defa bugün dirilmişlerdir. (Enver Arslan, ¨Nevruz Geleneği¨, Türk kültüründe Nevruz V. Uluslararası bilgi şöleni bildirileri : (15-16 Mart 2002, Diyarbakır), yay. Haz. Azize Aktaş Yasa, (Ankara: Atatürk Kültür Merkezi, 2002), 9
[4] Abdülhaluk Çay, Türk Ergenekon Bayramı Nevruz, (Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Merkezi, 1993).
[5] Osmanlılarda nevruz ile ilgili adetler için bk. Fatih Köse, Osmanlı Devleti’nde Nevruz, (İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2007).
[6] Güneş Koç burcuna girdiği anda yenilmek üzere, heft-sin de denilen ıtrî, makvî ve midevî yedi maddeden (Sumak, sirke, salata, suci (şarap) semek, sîb (elma) ve sefercel (ayva)) mürekkep macuna nevrûziye denilir. Bu macunlar, yaldızlı kağıt külahlarda şişeler içinde şekerci dükkanlarında cami avlularındaki sergilerde satılırdı. (Ahmet Talat Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar, (Ankara: TDV, 1992), 317.) “Eskiden kırk bir türlü baharat karıştırılarak yapılan nevruziyeler son zamanlarda ‘lahuk’ denilen akide kıvamına gelmemiş şekerli ve az koyuca şuruba karanfil, kaule, anber, gülyağı, vanilya yahut misk, tarçın, karanfil, kişniş, lavanta ruhu gibi, erkeklik kuvvetini artıran, kadınlık şehvetini kamçılayan maddeler ilavesiyle yapılırdı.” Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü 2, 4. Baskı, (İstanbul: MEB, 1993), 688. Hekimbaşılar, her sene nevrûzda, misk anberi türlü baharat ve kokulu otlar ilâvesi ile bir macun hazırlarlar ve hazırladıkları bu macunu, nevrûz gecesi, porselen kâseler içinde, önce padişâh olmak üzere, şehzade ve sultanlara, kadın efendilere, sadrazama ve devlet ricaline akşamdan takdîm eder, karşılığında hediyeler alırlardı. Nevruziye takdim eden hekimbaşıya padişah huzurunda kürk giydirilmesi ise usûldendi. (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı, 3. Baskı, Ankara: TTK, 1988, 366). Nevrûziyye macunu hakkında daha fazla bilgi için bk. Mustafa Kaptanbaşı, Cinsel Kuvveti Artırıcı Afrodizyak Terkipler, (İstanbul: Orkide Yayınları, [t.y.]) 168-176.
[7] Müneccimbaşının bu takdim karşılığında aldığı ihsana da nevrûz denilirdi Mithat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati, (İstanbul: Enderun Kitabevi, 1986), 237.
[8] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e., 75-76.
[9] A.e., 507.
[10] Kutlu, Mustafa, ¨Nevruz¨, TDEA 7, (İstanbul: Dergah Yayınları, 1990), 47-8.
[11] ¨Benüm se’âdetlü necâbetlü sadâkatlü sultânum mîr-i celîlü’l-kadr hazretleri her rûz-ı firûzları ‘îd-ı nevrûz ve her dem (4) sa’âdet-i tev’emleri nümûne-nümây-ı ‘îd-i cihân efrûz olmak...¨ (İnşâ-ı Mergûb, Atatürk Kitaplığı, M. Cevdet K 36, 50a.
[12] Tiz durakta yani acem perdesinde kalan Acem-aşiran makamına bu ad verilmiştir. Ayrıca; nevrûz-bayatî, nevrûz-buselik, nevrûz-büzürg, nevrûz-hicaz, nevrûz-hüseyni, nevrûz-acem, nevrûz-Arab, nevrûz-ı asl, nevrûz-ı hara, nevrûz-ırak, nevrûz-rast, nevrûz-ısfahan, nevrûz-ı sultânî, nevrûz- kuçek, nevrûz-neva, nevrûz-rehavî, nevrûz-sabâ, nevrûz-uşşâk, nevrûz-zengûle çoğu zamanımıza ulaşmamış mürekkep makamlardır. (Yılmaz Öztuna, Büyük Türk Musîkisi Ansiklopedisi, (Ankara: Kültür Bakanlığı, 1990), 115-116.)
[13] Erken ilk baharda çiçek açan bu bitkinin çiçek ve yumruları çiğ olarak yenmektedir. Hatta bu bitkinin çiçekleri kurutularak, uğur getirdiği inancıyla evlerde saklanmaktadır. (Turhan Baytop, Türkçe Bitki Adları Sözlüğü, (Ankara: TDK, 1997), 214.)
* Muhtevasına bakıldığında bahariyeler ile nevruziyeler arasında pek bir fark görülmemektedir. Dolayısıyla baharın gelişi ile nevruz aynı zamanda olduğundan bahariyeler nevruziye sayılabileceği gibi nevruziyeler de bahariye sayılabilir.
[14] Gül ü Nevruz mesnevisi bir aşk hikayesidir. Nevruz erkek kahramanın adıdır. Diğer aşk mesnevilerinde olduğu gibi bu mesnevide de Nevruz’un Gül’e aşık olması ve ona kavuşmak için verdiği mücadele anlatılmaktadır. (İbrahim Delice, ¨Niğdeli Muhibbi Gül ü Nevruz İnceleme-Metin¨, (Doktora Tezi, Fırat Üniversitesi, 1995)
[15] Niğdeli Muhibbî, Lütfi, Sâbir Parsâ, Muidi ve Zihni’nin mesnevileri bunlara örnek olarak verilebilir. (Adnan İnce, ¨Gül ü Nevruz Mesnevileri ve Sâbir’in Eserinden Seçme Beyitler¨, Journal of Turkish Studies: Türklük Bilgisi Araştırmaları: Hasibe Mazıoğlu Armağanı II, 22 (1998), 103-131)
[16] Kaşgarlı Mahmut, Divân-ı Lügat-i Türk I, ter. Besim Atalay, (Ankara: TDK, 1992), 347.
[17] Recep Toparlı, İrşadu’l-Mülûk ve’s-Selâtîn, (Ankara: TDK, 1992), 322.
[18] Ol ki yıllar, aylar ötkergey gâm u mâtem bile
Şâd u hurrem bolmagay nevrûz ile bayrâm ile (s. 179)
Yüzi nevrûzı vaslı ıydını Bâbür gânimet tut
Ki mundın yahşı bolmas, bolsa yüz nevrûz u bayramlar ( 129)
Sindin ayru niglegey min ıyd ile nevrûznı
Ay u yıl hoşdur sining birle eger bolsam bile (s. 179) Bilal Yücel, Babür Divânı, (Ankara: AKM, 1995), s. 129, 179, 314.
Körmedi zâhid iken sûfî munung dig nevrûz
Aşık içün bu bahar tâli-i meymûn kıladur (s. 117)
Ebr-ı Nevrûzı bolupdur közlerimdin ey Şibân
Perveriş kılsang yaraşır baglarıng nev-tâkde (s. 249) Yakup Karasay, Şîbân Han Divânı (İnceleme-Metin-Dizin-Tıpkıbasım), (Ankara: TDK, 1998), 117, 249.
[19] Rabgûzî bu hikayeyi,
Kün hamelge kirdi erse keldi âlem nev-rûzı
Keçdi behmen zemheri kış kalmadı karı buzı
Matlalı bir gazelle süslemektedir. (Aysu Ata, Nasûriddin bin Burhaneddin bin Rabgûzî Kısâsu’l-Enbiyâ I (Peygamber Kıssaları), (Ankara: TDK, 1997), 157.)
[20] Aysu Ata, a.g.e., 94-95.
[21] “Bâd-ı sabâ ferrâşına emr etmişdür ki, yir yüzüne ferş-i zümürrüdîn döşeye ve ebr-i bahâr dâyesine buyurmışdur ki benât-ı nebâtı zemîn bişiginde bisleye ve agaçlara yeşil varaktan hil’at-ı nevrûzı geydürmişdür. Ve budaklar tıflınun başına bahar mevsiminün kudûmi-y-ile çiçeklerden tâc-ı nevrûzı vurmuşdur.” Mahmud bin Kâdî-i Manyas, Gülistan Tercümesi (Giriş-İnceleme-Metin-Sözlük), Haz. Mustafa Özkan, (Ankara: TDK, 1993,) 127.
[22] Müjgan Cunbur, “Klasik Edebiyatımzıda Nevrûz” Türk Kültüründe Nevrûz Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri, haz. Sadık Tural, (Ankara: Atatürk Kültür Merkezi, 1995), 50.
[23] Âşık u rindâne gelgil kim bu meclis rindinün
Günleri nevrûz-ı iyddür dünleri Kadr ü Berât
(Kemal Yavuz, Şeyhoğlu Kenzü’l-Küberâ ve Mehekkü’l-Ulemâ (İnceleme-Metin-İndeks), (Ankara: Atatürk Kültür Merkezi, 1991), 143.)
[24] Ali Alpaslan, Kadı Burhaneddin Divanından Seçmeler, (Ankara: Kültür Bakanlığı, 1977), XXXIV.
[25] Şeyhî, Divân, haz. Mustafa İsen-Cemal Kurnaz, (Ankara: Akçağ, 1990), 55.
[26] Ahmet Paşa Divân, haz. Ali Nihat Tarlan, (İstanbul: MEB, 1966), 46.
[27] Ali Nihat Tarlan, Necâti Beg Divânı, (Ankara: MEB, 1997), 75-79, 115.
[28] Haluk Üpekten, Karamanlı Nizâmî: Hayatı, Edebi Kişiliği ve Divanı. (Ankara: Ankara Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, 1974), G27/2, G 44/ G115/1, 5.
[29] Ali Nihat Tarlan, Zâtî Divânı, (İstanbul: İÜ Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1969), 273.
[30] Sebahattin Küçük, Bâkî Divânı, (Ankara: TDK, 1994), 22, 36, 39, 283, 291, 359, 429, 430.
[31] Kenan Akyüz, Fuzûlî Divânı, (Ankara: Akçağ Yayınları, 1990), 90.
[32] Cemal Kurnaz, Hayali Bey Divânı’nın Tahlili, (Ankara: MEB, 1996), 491.
[33] Coşkun Ak, Bağdatlı Rûhî Divânı (Karşılaştırmalı Divân) (Bursa: Uludağ Üniversitesi, 2001), nevruziyye c.1, 132-133, gazel nevruziye, c. II, 629-630.
[34] Kadir Güler, “Divân Şiirinde Nevrûz” BİR Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, 9-10, (1998), 264.
[35] İsmail E. Erünsal, The Life and Works of Tâcî-zâde Cafer Çelebi, With A Critical Edition of His Divân, (İstanbul: İÜ Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1983), 60.
[36] Abdülkadir Karahan, Kanunî Sultan Süleyman Çağı Şairlerinden Figanî ve Divânçesi, (İstanbul: İÜ Edebiyat Fakültesi, 1966), 67.
[37] Kamil Akarsu, Rumelili Zaifi, Hayatı, Sanatı, Eserleri ve Divânından Seçmeler, (Ankara: MEB, 1993), 40.
[38] Usulî, Divân, Haz. Mustafa İsen, /Ankara: Akçağ, 1990), 15.
[39] Sait Özer, ¨Natıkî Divanı (Karşılaştırmalı Metin-İnceleme)¨ (Doktora Tezi, Cumhuriyet Üniversitesi, 2006), 196, 200, 206, 383, 502.
[40] Hayretî, Divan, Tenkidli Basım. haz. Mehmet Çavuşoğlu, M. Ali Tanyeri, (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, 1981), K12/7, Muhammes 9/1, Murabba 12/4, G 433/1.
[41] Ahî Çelebi: Ahi Divanı: İnceleme-Metin. haz. Necati Sungur, (Ankara: Kültür Bakanlığı, 1994), G135/1.
[42] Filiz Hançerlioğlu, ¨Aşık Çelebi Divanı¨, (Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi 1988), G2/6.
[43] İshak Çelebi, Divan: Tenkidli Basım. haz. Mehmed Çavuşoğlu, M. Ali Tanyeri. (İstanbul: Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, 1989), Şehrengiz 2/1.
[44] Kudret Altun, ¨Gelibolulu Mustafa Alî ve Divanı: Varidatü’l-Enika¨, (Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, 1989), K17/1, K30/4, G45/1, G80/4, G139/3, 197/5 ve bir çok yerde.
[45] Mesihî, Mesihi Divanı. haz. Mine Mengi. (Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi, 1995), 218.
[46] Mihrî Hatun, Mihri Hatun Divanı. haz. Mehmet Arslan. (Amasya: Amasya Valiliği, 2007), K9/9, K12/19.
[47] Nev’î, Divan. haz. A. Mertol Tulum, M. Ali Tanyeri. (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, 1977), K14/20, K26/1, K45/2, G75/2 ve daha bir çok yerde.
[48] Yahya Bey, Divan: Tenkidli Basım. haz. Mehmet Çavuşoğlu. (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, 1977), K29/10, K30/12, G28/1, Kıta 1/1.
[49] Muhammed Yaşar, ¨Bâlî Hayatı Edebi Kişiliği Divanın Tenkitli Metni (İnceleme-Metin)¨, (Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, 2005), 91, 114.
[50] Murat Bilge, ¨Günahkâr Divanı¨ (Yüksek Lisans Tezi, Kocaeli Üniversitesi, 2008), 62.
[51] Hecrî: Divan (inceleme-metin ve çeviri-açıklamalar-dizin). Haz. Ömer Zülfe. (İstanbul: Yayınevi, 2009), G7/2.
[52] Nefî, Divân, (Kahire: Daru’t-Tıbaati’l-Mısriyye, 1252), 10, 17, 21, 34, 37, 80.
[53] Hasan Kavruk, Şeyhülislam Yahya Divânı, (Ankara: MEB, 2001), 134, 142.
[54] Numan Külekçi, Ganizâde Nâdirî ve Divânından Seçmeler, (Ankara: Kültür Bakanlığı, 1989), 19.
[55] Haluk İpekten, Nâilî Divânı, (Ankara: Akçağ Yayınları, 1990), 10, 19, 77, 82.
[56] Mahmut Kaplan, Neşâtî Divânı, (İzmir: Akademi Yayınları, 1996), 126.
[57] Sadettin Nüzhet Ergün, Fehim-i Kadim Divânı, (İstanbul: Kanaat Kütüphanesi, 1934).
[58] Ahmet Mermer, Mezâkî Divânı, (Ankara: Atatürk Kültür Merkezi, 1991), 511.
[59] Fahir İz, Eski Türk Edebiyatında Nazım, (İstanbul: Küçükaydın Matbaası, 1966), 335.
[60] Sabrî, Divân-ı Sabri Şakir, (İstanbul: El-Cevaip Matbaası, 1296), 143.
[61] Hüseyin Ayan, Cevrî, Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Divânın Tenkidli Metni, (Erzurum: Atatürk Üniversitesi Yayınları, 1981), 76-77.
[62] Murat Darıcık, Nazîf Divanı (Transkripsiyonlu Çeviri ve Metin - İnceleme), (Yüksek Lisans Tezi, Cumhuriyet Üniversitesi, 2006), 238, 281, 328, 329.
[63] Ahmet Yenikale, ¨Nâmî: Ahmet Nami Divanı ve İncelemesi¨, (Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi 2002), G125, 126 ve daha bir çok yerde.
[64] Tecellî, Tecelli ve Divanı. haz. Sebahat Deniz. ([İstanbul]: Veli Yayınları, 2005), G36/4, G93/4.
[65] Halil İbrahim Tuğluk, ¨Lâ-Mekâni Şeyh Hüseyin Hayatı, Edebi Kişiliği ve Divanı'nın Tenkitli Metni¨ (Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi, 2001), 404, 420.
[66] Nedim, Divân, (İstanbul: 1291), 61.
[67] Nazım Yahya, Divân-ı Belagat Ünvan-ı Nazım, (İstanbul: Takvimhane-i Amire, 1257), 74, 79, 353, 372.
[68] Fitnat Hanım, Divân, (İstanbul: Tasvir-i Efkâr, 1286), 6.
[69] Sürûrî, Divân, (Bulak: Bulak Matbaası, 1255), 43, 50.
[70] Sâmî, Divân, (Bulak: Bulak Matbaası, 1253), 17.
[71] İzzet Bey, Divân-ı İzzet, (İstanbul: Takvimhane-i Amire, 1258), 13.
[72] Sünbülzâde Vehbi, Divân, (Bulak: Bulak Matbaası, 1253), 27, 53, 75, 108.
[73] Mehmet Ulucan, ¨Muvakkit-zâde Mehmed Pertev-Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri, Divanı’nın Tenkitli Metni ve Tahlili¨, (Doktora Tezi, Fırat Üniversitesi, 2005), 331, 337.
[74] Ömer Gökhan Yağcı, ¨Mehmet Şerif Efendi Divanı (İnceleme-Metin)¨. (Doktora Tezi, Kırıkkale Üniversitesi, 2006), 124, 125, 149, 264.
[75] Neylî, Neyli ve Divanı. haz. Sadık Erdem. (Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi, 2005), K12/1, 4, Terkib-bend 3-4. Bend
[76] Osmanzâde Ahmed Tâib, Osmanzade Taib Divanından Seçmeler. haz. Mustafa Yatman. (Ankara: Kültür Bakanlığı, 1989), G395/7.
[77] Gülgün Erişen Yazıcı, ¨Edirneli Kami ve divanının tenkitli metni¨. (Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, 1998), musammat kaside 1.
[78] Halil İbrahim Tuğluk, ¨Abbas Vesim Efendi, Hayatı, Eserleri, Edebi Kişiliği, Divanı’nın Tenkitli Metni¨ (Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi, 2007), 325, 629-30.
[79] Arzu Yıldırım, ¨Üsküdarlı İbrahim Hakkı Bey Divanı –İnceleme Metin¨, (Yüksek Lisans Tezi, Sakarya Üniversitesi, 2006), 51, 166.
[80] Gülçin Tanrıbuyurdu, ¨Eşref Paşa Divanı¨, (İnceleme-Transkripsiyonlu Metin-Nesre Çeviri), (Doktora Tezi, Kocaeli Üniversitesi, 2006), 43, 46,
[81] Mehmet İffet, Divân-ı Belagat-unvan-ı Bursevi, (İstanbul: Takvimhane-i Amire, 1257), 12.
[82] Şeref Hanım, Divân, (İstanbul: Şeyh Yahya Efendi Matbaası, 1292), 94.
[83] Mir Hamza Nigârî, Divan-ı Seyyid Nigârî. haz. A. Azmi Bilgin. (İstanbul: Kule İletişim Hizmetleri, 2003), 128, 179, 228, 229.
[84] Harputlu Rahmî, Rahmi-i Harputi Divanı. haz. Gönül Hatay Eren, Halil Erdoğan Cengiz. (Ankara: Kültür Bakanlığı, 1996), K6/1.
[85] Adviye Rabia Çipiloğlu, ¨Şânîzâde Mehmed Atâullah ve Divanı¨. (Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 2005), G74/1.
[86] Abdullah Sular, ¨Türkçe Basılmış Divânlardaki Nevrûziyeler¨, (Bitirme tezi, İstanbul Üniversitesi, 1974), XIII.
[87] Cemal Bayak, “Nevruziyye”, TDVİA 33, (İstanbul: TDV, 2007), 61.
[88] Abdülkadir Karahan, Nef’î Divânından Seçmeler, (Ankara: Kültür Bakanlığı, 1992), 176, 196.
[89] Yılda bir olur bu dem-i ferhunde aceb mi
Olmazsa her eyyâmda ger âlem-i nevrûz (Nefî)
[90] Makdemin n’ola açılsa benefşeyle semen
Gelse olur gece gündüzle beraber nevrûz (Rahmî)
Nevrûz-ı hüsnüne ereli hatt-ı müşg-bâr
Oldu berâber ey peri geceyle gündüzüm (Hayâlî)
[91] Şâh-ı eyvân-ı hamel teşrîf edip dîvânını
Ehl-i bâğa eylesin cûd u sehâ Nevrûz’dur (Şeyhülislam Yahya)
[92] Sahn-ı garrâyı gelip eyledi zîver nevrûz
Oldu hadrâda meger Hıdr ile hem-ser nevrûz (Rahmî)
[93] Âşık u rindâne gelgil kim bu meclis rindinin
Günleri nevrûz-ı ıyddir dünleri kadr ü berât (Şeyhoğlu)
[94] Bezm-i şehe bu nazm ile olsan güher-efşân
Güyâ ki gülistâna düşer şebnem-i nevrûz (Nefî)
[95] Sen şehe hidmete tonansa n’ola her eşcâr
Hil’at-i tâze giyer gelse çü beyler nevrûz (Rahmî)
[96] Cülûs edince hamel tahtgâhında hurşîd
Berât-ı işreti tecdîd olundu rindânın (Nâilî)
[97] Şah-ı nevrûz elinden kab u bastı şimdi gülzârın
Tamâşâ kıl çemende gonca ile verd-i handânı (Nev’î)
[98] Gül gibi cihân oldu yine hürrem u handân
Gör n’eyledi feyz-i eser-i makdem-i Nevrûz (Nefî)
[99] Gıpta ol şahsa olur erdiği dem nevrûza
Gide canân ile zevk etmeye İstavroz’a (Fennî)
[100] Dem-i nevrûz erişti gülşene fasl-ıbahâr oldu
Yine âsâr-ı feyz-i kudret-i Hak âşikâr oldu (Fıtnat Hanım)
[101] Iyd-ı nevrûzu gül defterinden andelip
Hoş duâ vü medh okur şâh-ı zâfer-yâb üstüne (Ahmet Paşa)
[102] Arâyis-i nevrûz ile oldu cihân bâğ-ı İram
Gülşende sâz ü söz ile ârifler etsin def’-i gam (Nâdirî)
[103] Saadet Karaköse, ¨Eski Türk Edebiyatında Nevruz ve Nevruzla İlgili Unsurlara Genel Bir Bakış¨, SÜ Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 23 (2008 Bahar), 171-181.
[104] Süleyman Uludağ, a.g.e., 273.
[105] Tasavvufi açıklamasına bir örnek:“Hatt-ı istivâ, alemin ortasındadır ve onun musâviliğinden (uygun, yumuşak veya ölçüde doğru oluşundan) bahsederler ve o koç ve terâzi burçlarının yörüngesindedir ve ne zaman alemi ışıldatan güneş koç burcuna girerse gece ve gündüz müsavi olur ve o güne nevruz günü denir, bahar başlangıcıdır ve öteki terazi burcudur ve başlangıcında ay karanlıktır ve o gün de gece gündüz musavi olur ve her iki musavilik de rahmanî tecelliyâta mahzardır ve âfâk (dış alem, insanın dışında olan alem) ve enfüs (iç alemi) alemleriyle alakalıdır ve her ikisinin de dışında değildir. Zira bu alem vasatların (musavi oluşların) âlemidir ve yaratıklar alemi sayıca kaç tane yaratılmış olursa olsun bu ikisinin dışında değildir. İster afâk olsun, ister enfüs olsun, hepsi bir toplamdır.” Seyyid Abdülkadir Belhî, Künûzu’l-Arifîn, tercüme eden Neşen, (y.y., 1989), 289, 290.
[106] Aşk-ı derdiñ şiddetinden fârig olma ey göñül
Tâ visâl-i nevrûzından açıla yevmü’l-bahâr (28/7)
* Gadir-i Hum Mekke ile Medine arasında bir konaktır. Şia kaynaklarına göre Hz. Peygamber burada verdiği hutbede kendisinden sonra halife olarak Hz. Ali’yi bırakmıştır. Daha fazla bilgi için bk. Cemal Sofuoğlu, ¨Gadir-i Hum Meselesi¨, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt XXVI (1983), 461-470.
[107] Abdülbaki Gölpınarlı, Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, (İstanbul: İnkılap Kitabevi, 2004), 239.
[108] İsmail Onarlı, Alevilik’te Nevruz Nedir?, (İstanbul: Karacaahmet Sultan Derneği, 2003).
[109] Bektaşiler ve Aleviler için nevruzun önemi hakkında bk. Mehmet Yaman, Alevilik, İnanç-Edeb-Erkan, (İstanbul: Ufuk Yayıncılık, 1994).
[110] Bedri Noyan, ¨Nevruzun Erkanı¨, Türk Dili ve Araştırmaları Dergisi, Prof. Dr. Harun Tolasa Özel Sayısı, II (1983), 117. Daha fazla bilgi için bk. İsmail Görkem, “Alevî-Bektaşî Geleneğinde Nevruz Törenleri” Uluslararası Nevruz Sempozyumu Bildirileri, (Ankara: Kültür Bakanlığı Yay. 2000), 49-58.
[111] Aziz Şenol, 15 Ağustos 1895 yılında, Tarsus’ta dünyaya geldi. Babası Kâmil Efendi Tarsus’ta tanınmış bir hekim, fazıl ve muteber bir zattır. Annesi Hatice (Hasibe) Hanım, memleket eşrafından varlıklı bir ailenin tek kızıdır. Asıl adı Abdülaziz Sami olan Aziz Şenol, kısaca Aziz ismiyle tanınmıştır. Karaman’dan göçerek Tarsus’a yerleşmiş bir ailenin çocuğudur. Büyük babası da hekim olduğundan aile lakapları Hekimzâdeler olmakla beraber, soyadı kanununun çıkmasıyla Şenol soyadını seçmiştir. Henüz sekiz yaşlarındayken babası Kâmil Efendinin vefat etmesi üzerine iki kardeşi ve annesiyle birlikte anneannesi Zehra hanımın himayesinde hayatlarını devam ettirmişlerdir. Rahat bir çocukluk devresi geçiren Aziz Şenol, İptidâi ve Rüşdiye mekteplerinden mezun olduktan sonra, ailesinin ve kendisinin arzusuyla tıp tahsili yapmak üzere İstanbul’a gönderilmesi kararlaştırılmışken, anneannesinin, devrin siyasi olaylarının merkezi olan Tıbbiye Mektebinde torununun başına bir şey gelir korkusuyla göndermek istememesi üzerine tahsil hayatı sona ermiş ve devrin makbul mesleklerinden olan memuriyete geçerek Mersin Adliyesinde zabıt kâtibi olarak çalışmaya başlamıştır. Memuriyeti nedeniyle Mersin’e taşındıktan kısa bir süre sonra çıkan I. Dünya savaşında askere alınmış ve Kafkas ve Sina cephelerinde bulunmuştur.
Savaşın sona ermesiyle üstün gayretinden dolayı almaya hak kazandığı madalya ile Mersin’e dönmüş ve memuriyetine devam etmiştir. 1924 yılında Girit muhacirlerinden bir ailenin evladı olan Saadet hanımla 46 yıl sürecek bir beraberliğin ilk adımını atmıştır. Harpten sonra altı yıl kadar süren memuriyet hayatını sona erdirerek serbest hayata atılmıştır. Bir süre Mersin’de müteahhitlik yaptıktan sonra Adana’ya taşınmış ve orada da ticaretle meşgul olmuştur. 1934 yılında, aile fertleriyle birlikte önce Trabzon’a, orada altı ay kadar kaldıktan sonra da İstanbul’a gitmiştir. Bir yıl kaldığı İstanbul’dan 1935 yılında İzmir’e geçip yerleşmesiyle seyahat dolu iki yıllık süre sona ermiştir. İzmir’e yerleştikten sonra ailenin geçimini temin için ticaretle uğraşmıştır. 1970 yılında Saadet Hanım’ı kaybettikten sonra Canan Hanım’la evlenmiş ve bir yıl sonra da çalışma hayatına son vermiştir.
Aziz Şenol, on sekiz yaşlarındayken Tarsuslu Develioğlu Hafız Halil Efendiye intisap etmiş ve onun güvenini kazanarak kendisinden sonra bıraktığı üç halifesinden biri olmuştur. O üzerine aldığı bu manevi sorumluluğu hakkıyla yerine getirmiş ve hayatının geri kalan kısmını çevresindekileri aydınlatarak geçirmiştir. İkisi kız dört çocuk babası olan Aziz Şenol, 8 Mart 1981 yılında, 86 yaşında İzmir’de ebedi aleme intikal etmiştir. (Abdülaziz Şenol, Kenzi Divânı, yay. haz., Saim Öztan, Seyhun Besin, Aziz Şenol Filiz, İsmail Güleç, (İstanbul: Pan, 2002), 15-18.)
[112] A.g.e. 98-99.
[113] Hermodactylodies Spach ve Scorpiris Spach cinslerinin Iris türlerine verilen genel ad. Yumrulu, çok yıllık, mor veya kirli sarı çiçekli, küçük ve otsu bitkiler. Bahar çiçeğidir ve çiçek ve yumurtaları çiğ olarak yenir. (Turhan Baytop, a.g.e., 214)
[114] Hakkın tecelliyâtına mahzar olduklarından gül bahçeleri en fazla süslenirler. (Abdülkadir Belhî, a.g.e., 292, 1402. beyit.
[115] Klasik edebiyatta benzetme unsuru olarak en çok kullanılan çiçek güldür. Yavuz Bayram’a göre bunun dört temel sebebi vardır: 1. En çok bilinen, her yerde yetişen, en yaygın çiçek olması; en güzel ve en alımlı çiçek sayılması. 2. Sevgilinin yüzü, yanağı ve dudağı gibi en çok dikkat çeken ve en güzel uzuvlarıyla benzerlik göstermesi. 3. Güzel görünümü yanında dokunma ve koku alma duyularına da hitap etmesi. 4. Hz.Muhammed ve Hz. Yusuf gibi, toplumda saygı gören din büyüklerinin simgesi olarak benimsenmiş olması. (Yavuz Bayram, ¨Klasik Türk Şiirinde Duyguların Dili: Çiçekler¨, Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 2/4 (Fall 2007), 211.)
[116] Süleyman Uludağ, a.g.e., 149.
[117] Lâle ebced hesabıyla değeri 66’dır. 66 ise lafzatullahın da değeri olduğu için lâle kutsal kabul edilir. (Süleyman Uludağ a.g.e., 40) Klasik şiirde gülden sonra en çok geçen çiçek laledir. Lale, yanak, dudak, kadeh, arap, ay, ateşen sık karşılaştığımız teşbih unsurlarıdır. (Yavuz Bayram, a.g.m., 213)
[118] Sümbül klasik şiirimizde daha çok sevgilinin saçı, kakülü ve zülüfüne benzetilmiştir. Bunun dışında benzetildiği unsurlar da vardır. (Yavuz Bayram, a.g.m., 213)
[119] Fesleğen klasik edebiyatımızda kuvvetli ve güzel kokulu olması hasebiyle sevgilinin saçı ve zülfü olmak üzere hattı, kâkülü ve perçemine benzetilmiştir. (Yavuz Bayram, a.g.m., 215)
[120] Zambak, klasik Türk şiirinde, genellikle şekli ve rengi açısından değerlendirilmiştir. Şairler tarafından diğer çiçekler kadar sık kullanılmayan zambak ince ve uzun, beyaz taç yapraklı, güzel bir çiçek olarak tasvir edilmiştir. Güzel, serdâr, yüz, zekân, parmak, yara, kirpik, boy, arz-ı hâl, kef-i Mûsâ, yed-i Beyzâ, Hz.Mûsâ, bâzûbend, şem‘, lû‘bet, lûle, şiir, devât ve nâme gibi ögelere benzetilmesinde ince, uzun, beyaz, güzel ve zarif oluşunun etkisi vardır. (Yavuz Bayram, a.g.m., 216)
[121] Karanfil, klasik Türk şiirinde; yara (zahm), ben (hâl), yüz, yanak, boy, göz, çene (zenehdân), zülfe benzetilmiştir. (Yavuz Bayram, a.g.m., 215)
[122] Lale, klasik şiirimizde en çok sevgili ve sevgilinin saçı, zülfü, yüzü, yanağı, sînesi, teni gibi uzuvlarına benzetilmiştir. (Yavuz Bayram, a.g.m., 214.)
[123] Mor menekşe klasik edebiyatımızda daha çok sevgilinin saçı, zülfü, kâkülüne benzetilmektedir. (Yavuz Bayram, a.g.m., 215)
[124] Bir menekşe türü.
[125] Süleyman Uludağ, a.g.e., 196.
[126] Hüseyin Top, Mevlevi Usül ve Adabı, (İstanbul: Ötüken, 2001), 148.
[127] Sûsen, klasik edebiyatımızda özellikle sivri, uzun ve keskin görünümlü yeşil çanak yapraklarından dolayı daha çok kılıç, tîğ, hançer ve şemşîr gibi keskin eşyalar ile dile benzetilmiştir. (Yavuz Bayram, a.g.m. 215)
[128] Klasik şiirde benzetme unsuru olarak neredeyse hiç kullanılmamıştır. (Yavuz Bayram, a.g.m., 216)
[129] Yaseminin diğer adı.
[130] Klasik edebiyatımızda bu isimle bir çiçek ismine rastlamadık.
[131] Nergis, klasik edebiyatımızda en çok göze benzetilmiştir. Ayrıca aşık ve sarhoşa da benzetildiği olmuştur. (Yavuz Bayram, a. g. m. 214)
[132] Klasik edebiyatımızda bu isimle bir çiçek ismine rastlamadık.
[133] Kuran, Rum suresi, 30/50.
[134] Fehmi Yılmaz, Osmanlı Tarih Sözlüğü, (İstanbul: Gökkubbe, 2010.)
[135] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, (İstanbul: Kabalcı, 2001), 313.
[136] Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu III, (İstanbul: Pan, 1999), 47.
[137] Lütfi Filiz, a.g.e., 61.
[138] Süleyman Uludağ, a.g.e., 208.
[139] Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu I, (İstanbul: Pan Yayıncılık, 1998), 12.
[140] Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu III, (İstanbul: Pan Yayınları, 1999), 531.
[141] Abdülaziz Şenol, a.g.e. 206’da yer alan gazel şöyledir:
Peygamber’in teni misk, terleri lâtif güldür
Cenab-ı Şah’ın ise en nefis sünbüldür
Rayiha-yi Fâtıma açılmış yasemindir
Anber kokusu ise Hüseyn ile Hasan’dır
Boynu eğri dervişin kokusu karanfildir
Bu kokuyu alanlar muhakkak ehl-i dildir
Kâmillerin her biri bir türlü koku saçar
Her bahçede çiçektir, seher vaktinde açar
Bir nisbettir ki dilden gelir tüter dimağa
İnsanın hayatını ulaştırır uçmağa
KENZÎ uyan seherde çiçeklerin açılsın
Sendeki aşk kokusu etrafına saçılsın
...
Yazılarımı okuyabileceğiniz sayfadır.
Kitaplarımı görebileceğiniz sayfadır.
Youtube videolarını izleyebileceğiniz, A'mâk-ı Hayal Sohbetleri, Kültürümüzde Şiir ve Mûsikî (TRT Radyo), Enderun Sohbetleri (Vav Radyo), Enderun Sohbetleri (Vav TV) ve Mürekkep Damlaları (Vav Radyo)'ni dinleyebileceğiniz sayfadır.
Basındaki haberleri görebileceğiniz sayfadır...
Tüm etkinlik, toplantı ve konuşmalarımın haberini takip edebileceğiniz sayfadır.
02:00 Türkiye'nin Doğuşu ve Türkiye Adının Ortaya Çıkışı
03:00 Selçuklu Türkmenleri Anadolu'ya Ne Diyorlardı?
04:30 Anadolu'nun Adı Nereden Geliyor?
06:30 Türk Sultan ve Meliklerinin Rum Adını Değiştirmelerinin Nedeni Nedir?
08:30 "Rum" Kelimesi Coğrafi mi Yoksa Siyasi Bir İsim mi?
10:30 Diyar-ı Rum Nasıl Türkiye'ye Dönüştü?
13:30 Türkiye Adı İlk Defa Ne Zaman Kullandı?
16:15 Türkiye'nin Doğuşu ve Türkiye Adının Ortaya Çıkışı
19:30 Türkler Anadolu'nun Türkleşmesini Nasıl Başardı?
23:00 "Türklerin Gelmesiyle Anadolu Ciddi Bir Şekilde Kalkınıyor"
29:00 Türkler Geldiğinde Anadolu'da Nasıl Bir Yaşam ve Kültür Vardı?
34:00 Türkler Anadolu'ya Yerleşip Çoğaldıkça Yerli Halka Ne Oldu?
38:00 Gayrimüslimlerin Müslümanlaşmasında En Önemli Etken Nedir?
44:30 Türkiye Adının Yaygınlaşmasında Seyyahların Rolü Oldu mu?
02:00 Sema Nedir, Semazen Nedir?
03:45 Sema Eğitimi ve Semazenlik
09:00 Mevlana Zamanında Sema Var mıydı?
13:00 Hangi Tarikatlarda Sema'ya Benzer Bir Uygulama Vardır?
14:30 Sema, Mevlana'dan Sonra Bugünkü Halini Nasıl Aldı?
18:20 Semazen Olmak İçin Bir Şart Var mıdır?
21:00 Sema Gösterisi Neden Yapılır?
25:15 Semazenlerin Başları Neden Dönmez?
29:00 "Mevlevi Mukabelesi Bize Hayatın Kendisini Öğretir"
34:00 Semazenlerin Giydiği Kıyafetlerin Sembolik Anlamı Nedir?
40:00 Sema Hareketlerin Sembolik Anlamı Nedir?
46:00 Semazenlerin Harektleri Ne Anlama Gelir?