Yükseköğretim Yazıları

Niçin üniversiteye gideriz?

Geçtiğimiz günlerde uzun zamandan beri görmediğim bir arkadaşımla karşılaştım. Epeydir görüşmemenin verdiği hasretle sohbet ederken laf lafı açtı ve konu doğal olarak çocuklara geldi. Birbirimize çocuklarımızın okulunu sorduk. Oğlu, Boğaziçi Üniversitesi’ni kazanmış, iki yıl okuduktan sonra ayrılıp bir başka devlet üniversitesine geçmiş. Orada da iki sene devam ettikten sonra mezun olmadan orayı da bırakmış. Büyük bir yazılım firmasında departman sorumlusu olarak çalışıyormuş. Yanında da üniversite mezunu, hatta yüksek lisans yapmış mühendisler çalışıyormuş.

Arkadaşla ayrıldıktan sonra zihnimde “Üniversiteye gitmeden üniversite mezunlarına idarecilik yapmak veya onların üniversitede öğrendiği işi öğrenmek mümkün ise neden üniversiteye gidilsin?” sorusu dolaşıp durdu. Gerçi ABD’de üniversite yöneticilerinin gençlerin ilgisizliğinden dolayı dört yıllık süreyi üç yıla indirmeyi tartıştıklarından haberdardım. İngiltere’de üniversite tahsili için gelen yabancı öğrencilerin sayısında %25’lik bir düşüş olduğunu da bir yerlerde okumuştum. Ülkemizde de her yıl üniversite sınavını kazandığı halde gitmeyen binlerce öğrenci olduğunu da biliyordum.

İlahiyatçı olmak hiçbir zaman bu kadar zor olmamıştı

Her zaman dile getirdiğim bir konu var. Okumalarımdan ve gördüklerimden anladığım kadarı ile ilahiyat tahsili tarihin hiçbir devrinde bu kadar zor ve karışık dolayısıyla önemli olmamıştı. Prof. Dr. Hacı Mehmet Günay’ın “Süreklilik ve Değişim Bağlamında Fıkıh Mirasımıza Yöntemsel Yaklaşımlar”, (Modern Çağda Fıkhın Anlam ve İşlevi, 2020, s. 121-146) başlıklı makalesindem de ilahiyat tahsilinin ne kadar zor olduğu çok sarih bir şekilde anlaşılıyor.

Son iki asırda yaşanan gelişmeler ve modernite, ulus devletlerin ortaya çıkışı, kapitalizmin yükselişi ve dünyayı esir alması, iki dünya savaşı ve sonrasında yaşanan soğuk savaş, dünyayı etkisi altına alan din karşıtı akımlar, düşünceler, teknoloji sahasında gelişmeler ve bu gelişmelerin insan hayatının içine girmesi Müslüman toplumları mevcut birikimle çözülemeyecek yepyeni sorunlarla baş başa bıraktı ve bırakmaya da devam ediyor. Bu durum ilahiyatçıları, özellikle fıkıhçıları ve kelamcıları yeni usul ve araçlar aramaya yöneltti. Gelenekte olmayan araçları ve düşünme yöntemlerini kullanmak zorunda bıraktı.

Fen-Edebiyat Fakültelerinin ismi meselesi

Son birkaç yıldan beri Fen-Edebiyat Fakültelerinin isimleri İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi olarak değiştiriliyor. Daha önceki yıllarda da bir üniversite kurulması için mutlaka edebiyat fakültesi olması gerektiğine itiraz edilirdi. Hangi ihtiyaçtan dolayı isimlerin değiştirildiğini bilmiyorum. Ancak bildiğim kadarı ile edebiyat fakültesinin bir üniversite için ne anlam ifade ettiğini izah etmeye çalışayım.

İlk Üniversiteler: Paris ve Bologna

Üniversite, Orta Çağ Avrupa’sında kurulan ve gelişen bir kurum. XI. asrın sonlarında İtalya’da kurulan Bologna ilki, XII. asrın başlarında kurulan Paris de ikinci üniversite olarak kabul edilir. Bu iki üniversitenin ardından Avrupa’nın önemli başkentlerinde hızla kurulmaya başlar.

Yaz okulu neden bu kadar zorlaştırılır?

Kanaatimce üniversitelerimizin tartışması gereken konulardan biri de yaz okuludur. Maalesef üniversitelerimizde birtakım olumsuz uygulamaların neticesinde yaz okuluna karşı bir tepki oluştu. Bundan dolayı yaz okulu birçok bakımdan faydalı olduğu olmasına rağmen birçok üniversitemizde uygulanmıyor ve uygulanması konusunda mütereddit davranılıyor? Bir başka üniversiteden alınan derslerin kabul edilmesi için kazanılan seneki giriş puanlarına bakılması şartı bile getirildi. Acaba yaz okulu uygulamasına karşı bu tepki ve şüphe neden oldu?

Bu soruların cevabı var. Yıllar içinde yapılan istismarlar yaz okuluna olan güveni azalttı. Önemsizmiş ve gereksizmiş gibi değerlendirilmesine yol açtı. Biraz ciddiyet ve kontrol ile ortadan kaldırılacak bu istismarları burada sıralamayacağım. Onun yerine yaz okulunun neden önemli olduğunu ayrıntıya girmeden dilim döndüğünce aktarmaya çalışacağım.

Türk Yükseköğretiminde Toplumsal Katkı Kavramı

Üniversitelerin toplumsal katkı açısından misyonları ve içinde bulundukları bölgedeki görevlerinin neler olduğu düşünülürse bir parçası olduğu topluma akademik katkılardan sonra sosyal, ekonomik ve beşerî-etik, etnik çeşitlilik, hümanizm vs. gibi- bazı açılardan katkı sağlamaları beklenir. Mezunlarının ileride bir parçası olacakları toplumu daha yakından tanımaları ve üniversitenin tüzel bir kişilik olarak toplumda bıraktığı izlenim ve etki, kurumun toplumdaki paydaşları ve uygulama alanları ile olan ilişkisini sağlam tutmasını sağlamakla kalmayacak aynı zamanda kabul edeceği öğrenci kitlesi ve akademisyen camiasının kalite ve etkililik seviyesini de artıracaktır. Başka bir ifade ile üniversitenin topluma maddi-manevi anlamda sağladığı katkı, bu durumun kurum adına bir “kazan-kazan” ilişkisine dönüşmesini sağlayabilir. Çalışmada, üniversitelerin “kurumsal sosyal sorumluluğu” kavramının üniversite-toplum ilişkisi ve paydaşları açısından nasıl bir önem arz ettiği, dünya genelinde bu iki unsurun sosyal sorumluluk tabanında nasıl birleştiği ve bu durumun Türkiye’deki tabloda nasıl seyrettiği gibi konulara değinilerek uygulamaya yönelik birkaç noktanın altı çizilecektir.

Bir üniversite problemi: Kültürel kümülatifliğin imkansızlığı

Cumhuriyet kurulduğundan beri, üniversitelere mevcut hükümet kadar yatırım yapan bir başka hükümet gelmemiştir, desek yanlış bir şey söylemiş olmayız herhalde. Peşinden de hükümetin verdiği destek ve sağladığı imkanların karşılığı tam olarak alınıyor mu, diye sorulsa vereceğimiz cevap maalesef “maalesef” olacak. Yeni üniversiteler kurmak, kampüsler inşaat etmek, kadrolar vermek, araştırmaları desteklemek, üniversiteler arasında kimi alanlarda uzmanlaşma sağlamak ve daha buna benzer birçok destek verilirken üniversitelerimiz neden verilen desteklerin karşılığını gösterecek performansı sergileyemiyorlar, harcanan paraların hakkını vermiyorlar?

Uzun zamandan beri üzerinde düşündüğüm ve cevabını aradığım bir soru aynı zamanda. Şüphesiz bu sorunun birçok cevabı var. Ancak ben cvaplardan birini, bir örnek üzerinden izah etmeye çalışacağım

Üniversite tercihinde nelere dikkat edelim?

Üniversite tercih haftasındayız. Rehberlik ve danışmanlık hizmeti veren uzmanlar puanlarınıza bakarak hangi üniversite ve bölümleri kazanabileceğinizi hesap ediyorlar. Puanınıza göre bir liste çıkartılıyor ve tercihte bulunuyorsunuz.

Üniversite seçme konusunda şimdiki adaylar çok şanslı. Gitmek istedikleri üniversite ve bölüm hakkındaki bilgilere daha kolay ulaşıyorlar. Başta Yök Atlas olmak üzere üniversitelerin web siteleri, öğrenci forumları adayda bir kanaat oluşturacak bilgiyi veriyorlar.

Ben, oralarda yazmayan farklı noktalara dikkatinizi çekeceğim.

1. Başarılı olacağınız bölüme gidin:

Törenin kendisi mi yoksa marş okunması mı sorunlu?

Geçenlerde, bir ilahiyat fakültesinin kep fırlatma töreninde 10. Yıl Marşı’nı okumaları tartışma konusu olmuştu. Marşın okunup okunmaması tartışmalarına girmeyeceğim. Ancak herkes marşa takılmış iken ben İlahiyat öğrencilerinin bizim geleneğimizde hiç yeri olmayan, kökeni kilise üniversiteleri olan cüppe ve kep giyilerek icra edilen mezuniyet töreninin neden kimseyi rahatsız etmediğini ve tartışılmadığını merak ediyorum.

Batı üniversitelerinden kopyaladığımız, kökeni Katolik din adamlarının kıyafetlerine kadar giden cübbe ve kep, her ne kadar kilisenin etkisinden kurtulmuş olsalar da öğrencilerin ve hocalarının, köklerinin kiliseye olduğunu unutmamak ve unutturmamak için düzenlenen törenlerde giydikleri sembolik anlamı olan tören elbiselerdir. Bizim kolektif tarih bilincimizde olmadığı için anlamlandıramadığımız bu kıyafetler bir Batılı için çok anlamlıdır.

Üniversiteye girişte baraj puanı olmalı mı?

Geçtiğimiz günlerde Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK), özellikle eğitim camiası içinde çok tartışılan bir karar aldı:

2022 Yükseköğretim Kurumları Sınavından (YKS) itibaren ön lisans ve lisans programlarını tercihte 150 ve 180 olan TYT ve AYT baraj puanları uygulaması kaldırılmıştır.

Toplumun pek ilgisini çekmediğini gördüğümüz bu kararı daha çok üniversite öğretim üyeleri eleştirdi. Hocalar, üniversiteye gelen öğrencilerin seviyelerinin daha da düşeceği endişesi ile kararı pek olumlu karşılamadılar.

Önce şu hususu belirtmeme müsaade edin lütfen. Üniversite öğrencisinin seviyesinin düşmesinin nedenini, sadece baraj puanın kaldırılmasına yüklemek haksızlık olur. Bu, ailede başlayıp toplumda devam eden bir düşüşün ilk, orta ve liseye yansımasının üniversitedeki tezahüründen başka bir şey değildir.

Medrese akredite olur mu?

Sorunun biraz garip olduğunun farkındayım. Ancak ben yine de merak edip Yüksek Öğretim Kalite Kurulu’nun (YÖKAK) üniversitelerin kendilerini değerlendirmeleri için hazırladığı Kurum İç Değerlendirme Raporu’nda (KİDR) yer alan dört ana başlıktan biri olan eğitim-öğretim konusundaki birkaç ölçütü medrese müfredatı hakkında elimizdeki en kapsamlı eser olan Kevâkib-i Seb’a’da taradım ve okurken aldığım notları paylaşmak istedim.

Niçin eğitim-öğretime baktığımı merak edenleriniz olabilir. Onu da açıklayayım. Bizde ve Avrupa’da 19. yüzyıl başlarında Berlin’de Humbold üniversite kurana kadar üniversiteler ve medreselerin biricik görevi eğitim-öğretim idi. Humbold ile araştırma üniversiteye dahil oldu.

Medresenin, bir sistem olarak mükemmel tasarlanmış olduğunu söyleyebilirim. Bu kanaatin oluşması kolay olmadı. Yıllardan beri medrese ile ilgili ne gördüysem okumaya çalışıyorum. Kanaatin, bu okumalar sonucunda oluştu. Ancak bunu söylerken medreselerin kusursuz olduğunu, her zaman mükemmel örnekleri bulunduğunu iddia etmiyorum. Oradaki çözülmenin ve yozlaşmanın da farkındayım ve sistemi kastettiğimi üzerine basa basa ifade etmiş olayım.

Üniversite demek biraz da gelenek demek

Üniversite dediğimiz yükseköğretim kurumunun tarihsel gelişimine bakıldığında birçok süreçten geçtiğini ve her süreçte kendini var eden birtakım özellikler ve nitelikler kazandığını görürüz. Gordon Leff’in üniversitelerin oluş süreçlerinden bahsederken üzerinde durduğu konulardan biri de üniversite geleneği idi ve üniversiteyi var eden özelliğin gelenek olduğunun altını çizerek ifade eder.

Bugün dünyanın önde gelen üniversiteleri, hatta üniversite denilince akla gelen Oxford, Cambridge, Harvard, MIT, Sorbonne gibi üniversiteler bu şöhretlerine kadim geleneklerine sahip çıkarak ulaştıkları, araştırmacıların üzerinde ittifak ettikleri konulardandır. Kuruluş tarihlerini mümkün olduğunca geriye götürmenin altında geleneğinin ne kadar köklü olduğunu gösterme gayreti yatar.

Üniversite her şeyden önce bir kültür alanıdır ve her üniversitenin genel kültürü yanında kendine has bir kurum kültürü de olmalıdır. Bu açıdan bakıldığında aynı şehirde yan yana iki üniversitenin birbirinde benzediği kadar farklı olabildiğini de görebiliriz. Üniversiteyi o farklar büyütecek ve farklı bir noktaya getirecektir. Birbirini taklit eden üniversiteler ile gelenek oluşturmak pek mümkün olmaz.

Gazzâlî’nin kitaplarının yerini internet mi aldı?

Birkaç gün önce, “Öğrenci merkezli eğitim kötü mü?” başlıklı bir yazı yayınlamıştım. O yazıdan sonra birkaç hoca arkadaşımdan mesajlar aldım.

Mühendislikleriyle meşhur bir üniversitede hocalık yapan bir arkadaşımız üçüncü sınıf öğrencisinin sınavda “Pi sayısı nedir, bilmiyoruz. Bilmek zorunda mıyız? Böyle soru mu olur?” dediğini üzülerek ve ümitsizce anlattı. İşletme Fakültesi’nden bir hoca arkadaşım, üçüncü sınıf öğrencisinin kendisine çarpım tablosunu altıya kadar bildiğini söylediğini naklettiğinde de ağzım açık kalmıştı. O hocamız da bunu söylerken mahzun, me’yûs ve bedbin idi. Bir başka hocamız da Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde bir öğrencinin sınavda sorulan Edip Ahmet Yüknekî’nin meşhur Atebetü’l-Hakâyık isimli eseri hakkında bilgi verirken eser adını müellif adı olarak anlamış ve adının Ata Betül, soyadının da Hakayık olduğunu yazmış. Hocamız da bu duruma haklı olarak isyan ediyor, beni delirtmek mi istiyorsun evladım, diye çıkışıyordu. Ben de okuduğunu anlamayan ve anlatamayan, iki cümle yazamayan edebiyat öğrencisi gördüm ve bu öğrenci üçüncü sınıfa kadar gelmişti.

Mazeret hazır: İnternette var

Öğrenci merkezli eğitim kötü mü?

Bir hocamızın sosyal medyadaki paylaşımlarında gördüm. Hocamız, öğrenci merkezli üniversite denilmesinden rahatsız olduğunu ve doğru bulmadığını ifade etmiş. Yazdıklarından, öğrenci merkezli olmayı öğrencinin isteklerini, seviyesini, dileklerini odağa almak olduğunu anlıyoruz. Hocamız, dersin öğrenciye göre ayarlanmayacağını, öğrencinin dersin seviyesine çıkması gerektiğini, dersin bilim merkezli olması gerektiği, hoca veya öğrenci merkezli olamayacağını, sınıfın başarısızlık oranının yüksek olmasının hocanın suçu olamayacağını söylüyor. Öğrencinin müşteri, hocanın da satıcı gibi değerlendirmesinden de haklı olarak rahatsız olduğunu ilave etmiş.

Hocamızı isyan etmek noktasına getirecek kimi eleştirilerine katılmamak mümkün değil. Sosyal medyayı bir tehdit gibi kullanıp istediğini yaptırmanın zevkine bir kez varanların durması mümkün olmuyor maalesef. Kimi üniversite yöneticilerinin sosyal medyada şirin görünmek arzusu ile işin aslına bakmaksızın ve mesai arkadaşlarının rahatsız olacağını düşünmeden öğrencinin taleplerini koşulsuz karşılamanın bizi getirdiği nokta burası maalesef.

Diploma, üniversite mezunu olmak için yetmez!

Durun, hemen itiraz etmeyin. Hemen söyleyeyim, başlıkla ilgili itirazınızda haklısınız. Ama bana müsaade edin, neden öyle başlık attığımı açıklayayım. Açıklamalarımı okuduktan sonra hâlâ aynı fikirde iseniz yine haklısınız, derim.

Yeni yaptırdığı evine taşınan bir arkadaşımı ziyarete etmeye gittim. Manzarası hoş bir mevkide inşa edilen evin tam önüne kapkara bir heyulâ gibi, doğru arkadaşın evinin önünü ve manzarasını kapatan, bir eve benzetilmeye çalışılmış çirkin bir beton yığını gördüm. Birbirinden güzel ve bakımlı evlerin yapıldığı köyde, böyle bir ucube görmek bizi hem şaşırttı hem üzdü. Biraz daha yakından bakınca üzüntüm daha da arttı.

Gördüğüm manzara şu. Yolun altındakilere kottan dolayı evin altında bir bodrum katı, üstündekilere ise iki kat için ruhsat verilen bölgede, bu ucube beton yığını beş kat yüksekliğinde idi. Önce, yoldan altı metre kadar yükseklikte istinat duvarı örülmüş, duvarın önü yüksekliği dikkat çekmesin diye toprakla doldurulmuş. Daha sonra iki metre kadar da su basmanı yapılmış, böylece daha inşaata başlamadan yerin altından iki kat yükseltilmiş.

Meslek yüksek okulu unvanlı hocalarının sorunu

Meslek yüksek okulu (MYO) öğretim üyelerinin lisansüstü eğitim ve danışmanlık verememe durumu kimi üniversitelerimizde önemli bir sorun haline gelmeye başladı.

Meslek yüksek okulunda öğretim üyesi olma usûlleri

Unvanlı öğretim üyelerinin MYO'da istihdam edilmesinin birkaç nedeni var. Özellikle öğretim üyesi sayısı kabarık olan bölümlerde görevli hocaların kadro sıkıntısı çektiği durumlarda MYO'lar bir imkân olarak görülür. Mesela fakültede, işletme bölümünde bir araştırma görevlisi doktorasını bitirdi. Bölümde hoca sayısı fazla olduğundan kadro alınamıyor. Bu durumdaki arkadaşlar için düşünülen çözüm, uygun bir meslek yüksek okulu bulup kadroyu ilân etmektir. Bu hem idarenin hem personelin itiraz etmeden kabul ettiği en kolay çözüm.

Üniversitede yazılı olmayan kurallar bile kolay kolay değiştirilemez

Ülkemizde tartışılan konuların başında üniversiteler gelir. Eleştiriler, YÖK'le başlar ve 2547 ile devam eder. Ancak, ben, öteden beri üniversitelerin temel sorununun ne YÖK ne de 2547 olduğunu düşünenlerdenim. Hatta şöyle bir iddiam da var: Türkiye'de iyi bir üniversite kurmak veya olmak için YÖK'ten ve 2547 Sayılı Kanun'dan kaynaklanan en ufak bir sorun yoktur. Dile getirilen veya ileri sürülen sorunların kaynağı, kurumlar ve yasalar değil uygulayıcılardır. Ne demek istediğimi son altı ay içinde şahit olduğum veya işittiğim birkaç olay üzerinden anlatmaya çalışayım.

Fakülte Yönetim Kurulu Üyeleri

İlgili herkes bilir, yasa gereği fakültelerin yönetim kurulu, üç profesör, iki doçent ve bir yardımcı doçentten veya dr. öğretim üyesinden oluşur. Ve üyeler de Fakülte Kurulu tarafından ayrı ayrı seçilir. Yasa koyucu, fakültedeki kadroların yönetim kurulunda temsil edilmesini düşünmüş ve böyle bir kural koymuş.

Keşke bu kadar kolay olsa idi

Bugün, herhangi bir ciddi araştırmacıya veya doktora öğrencisine "Türkiye'nin en iyi üç kütüphanesi hangisidir?" diye sorulsa sıralanacak üç kütüphaneden biri, belki de birincisi, TDV'na bağlı İSAM Kütüphanesi olur. Bu kütüphanenin Türkiye'nin en iyi üç kütüphanesi olmasında büyük payı olan muhterem hocam İsmail Erünsal (Prof. Dr.), son yıllarda ülkemizdeki üniversite kütüphanelerinin durumunu gördükçe üzülüyor ve bir üniversite kütüphanesinin nasıl olması gerektiğine dair fikirlerini her ortamda bıkmadan usanmadan dile getiriyor. Özellikle son eseri Yirmi İki Mürekkep Damlası'nda, "Kütüphane denen meçhul" başlıklı bölümde ayrıntılı ve anlaşılır bir şekilde konuyu özetliyor. Ama anlaşıldığı kadarı ile hocamın sesi kimi üniversite kampüslerinin kapısından içeri girip ilgililerin kulaklarına bir türlü ulaşamıyor.

Hocamın ısrarla üzerinde durduğu ve anlatmaya çalıştığı husus, Batı, bilgi çağını yaşarken bizim hâlâ tarım toplumları gibi hareket ediyor oluşumuz ve bunun neticesi gereksiz iş, zaman ve para kaybı.

Üniversite kütüphaneleri

Malum, içinde bulunduğumuz hafta, 57. Kütüphane Haftası olarak kutlanıyor. Ülkemizin, özellikle üniversitelerin temel meselelerinden biri olarak kütüphaneler, her ne kadar geleneksel, görsel ve sosyal medyada gündeme giremese de sorun olarak hâlâ ilk sıralarda yer alıyor.

Üniversitenin temelde dört görevinden bahsedilir. Bunlardan biri bilgi üretmek, diğeri de üretilen bilgilerin gelecek nesillere aktarılması için muhafaza etmektir. Geleneksel toplumlarda, bilginin muhafazası kütüphanelerle sağlanırken özellikle bilişim teknolojilerindeki gelişmeler ve üretilen bilginin artması ile birlikte kütüphanelerin işlevi ve bilgiyi muhafazasında birtakım değişiklikleri gerektirdi.

Bu değişim, kütüphanelerin bir sorununu çözerken yeni sorunları da beraberinde getirdi. Bilgi saklama alanları, fiziki ortamlardan sanal ortamlara taşındı.

Üniversiteleri böyle tartışamayız

Birkaç haftadan beri özellikle sosyal medyada Boğaziçi Üniversitesi tartışılıyor. Mesele, atanan rektöre itiraz etmekten çıkıp başka noktalara evrildi. Kim, ne biriktirmişse döküyor, kusuyor. Atanan rektöre itiraz etmekten, dindarlara hakaret etmeye vardı iş. O kadar ki İran'ın bile bizi geçtiğini, İran'dan kötü durumda olduğumuzu söyleyenler çıkmaya başladı.

Tartışma nasıl bu noktalara geldi bilmiyorum ama bildiğim bir şey var. Türkiye'de iflâhı gayr-ı kâbil bir kesim var. Bunlar, bir haber gördüklerinde veya bir şey olduğunda, Galya'nın Romalılar tarafından fethedilmesinden sonra ilgili-ilgisiz her konuşmanın sonunda "Romalılar gitmeli" diyen Galyalı gibi, İslâm'a ve Müslümanlara hakaret ediyor. Bunlar için çıkan haberlerin doğru olup olmaması da önemli değil, bir kere telaffuz edilmesi kâfi. İkinci aşamada ise düz mantıkla olayları genellemeleri, toplu infaz etmeleri. "Nadir olanlar kıymetlidir, topal at da nadirdir. O halde topal atlar kıymetlidir." önermesindekine benzer çıkarımlarda bulunmaları. İslâm'a ve Müslümanlara karşı düşmanlıkları ve nefretleri, gözlerini öyle karartmış ki en sıradan ve basit hakikatleri bile göremiyorlar. Böylesi kesin inançlı, kör inatlıların akla ve mantığa uymayan iddiaları karşısında da meseleleri sağlıklı bir şekilde tartışamaz olduk. Ancak bu da sağlıklı değil. Ne yapıp edip bu durumu aşmanın bir yolunu bulmamız gerekiyor.

Akademisyenlik ve yabancı dil meselesi

Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Yekta Saraç, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, doçentlik müracaatında başvuru için istenilen dil puanının yükseltilmesi konusunda akademisyenlerden görüş almak üzere bir çalışma başlattıklarını duyurdu. Gerekçesini "Kurulumuza, doktora eğitimine başlamak için aranan asgari yabancı dil puan şartı 55 iken, doçentlik müracaatında da aynı puan şartının aranmasının nitelik bakımından zâfiyet oluşturduğu şeklinde görüşler gelmekte..." şeklinde açıklamıştı.

Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Yekta Saraç, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, doçentlik müracaatında başvuru için istenilen dil puanının yükseltilmesi konusunda akademisyenlerden görüş almak üzere bir çalışma başlattıklarını duyurdu. Gerekçesini "Kurulumuza, doktora eğitimine başlamak için aranan asgari yabancı dil puan şartı 55 iken, doçentlik müracaatında da aynı puan şartının aranmasının nitelik bakımından zâfiyet oluşturduğu şeklinde görüşler gelmekte..." şeklinde açıklamıştı.

Birkaç yıl içinde puan düşürülmüştü. 70 olan dil puanı, önce 65'e, sonra da 55'e düşürüldü. KPDS sınavından alınması istenilen 70'ten YÖKDİL sınavında alınması istenilen 55'e düşürülmesi, dil barajını neredeyse ortadan kaldırmıştı. Bu durum, akademide ciddi rahatsızlık konusu olmaya başladı ve anladığım kadarı ile YÖK de harekete geçti.

Rektörlüğün kısa tarihçesi

Boğaziçi Üniversitesi'ne rektör atanması birkaç günden beri tartışılıyor. Tartışmaların siyasi tarafına ve kimi gruplar tarafından yönlendirilmesi konusuna girmeden, üniversite tarihi içinde rektörlerin atanma biçimlerini anlatmaya çalışayım.

Dünyada üniversite adını kullanan ilk eğitim kurumu, Bologna Üniversitesi'dir. 1088'de kurulan bu üniversiteyi, 1200'de kurulduğu kabul edilen Paris Üniversitesi takip eder. Daha sonra Avrupa'da başlıca merkezlerde üniversiteler kurulur. Üniversitelerin bugünkü halini alması ise sekiz asrı bulacaktır. Tarihçiler, bu sekiz asrı dört evreye ayırır. Biz de bu dört evrede rektörlük makamının gelişimini aktarmaya çalışalım.

Modern erken dönemde üniversiteler

İlk kurulan Bologna ve Paris Üniversitesinde iki farklı yapı vardı. O vakitler, öğrenciler ve öğretmenler, rektörünü birlikte seçerdi.

Bir üniversiteye kötülük nasıl yapılır?

Ülkemizde en sık konuşulan konulardan biri, kadro ilanlarında aranan şartlardır. Daha önce bu konuda bir yazı yazmış ve üniversitelerde özellikle öğretim üyesi kadroların çoğunlukla kişiye özel olarak çıkarıldığını, bunun biraz zarûret ve özlük hakları ile ilgili olduğundan bahsetmiştim. Hele şimdi norm kadro uygulaması da gelince ilanlar daha da özel şartlarda çıkmaya başladı.

Doktorasını bitiren her araştırma görevlisi, bir an önce Dr. Öğretim Üyesi kadrosuna atanmak ister. Dr. Öğretim Üyesi doçent olduğunu öğrendiği gün kadro talebinde bulunur. Beş yıllık doçentler, zamanının dolmasına daha aylar varken profesörlük kadrosuna başvururlar. Üniversiteler de kadroları el verdiğince bu taleplere, kendilerine yakın olanlardan başlayarak cevap vermeye çalışırlar. Özellikle büyük üniversitelerde kadro bulmak daha ciddi sorun olur. Yöneticiler, sevmediklerine, kişisel nedenlerden dolayı kızdıklarına kadro vermeyenler de olur. Bunlar YÖK kurulduğundan beri yaşanan sıradan durumlardır. Ancak önünde sonunda tekkeyi bekleyen çorbayı içer, herkes geç de olsa bir kadro bulur. Dr. Öğretim Üyesi kadrosuna atanamadan doçent kadrosuna atanan araştırma görevlileri olduğu gibi, doçent kadrosuna atanamadan profesör kadrosuna atananlar da olur.

Akademisyenlerin konuşma özgürlüğü

Üniversite, hoca ve öğrenci olmak üzere iki temel unsurdan oluşur. Bunun dışındaki tüm birimler, eğitim-öğretim ile araştırma faaliyetlerinin yürütülmesini desteklemek üzere teşekkül etmiş yapılardır. Sadece hocası ve öğrencisine verilen kıymete bakarak bile adında üniversite olan bir kurumun üniversite olup olmadığını anlarsınız.

Üniversite öğretim üyelerinin, toplumun veya yöneticilerin doğru olduğuna inanmadığı, standart bilginin sınırları zorlayan aykırı ve mantıksız bulduğu pek çok şeyi söyleyebilme hakkı vardır. Öğrencinin, mantıksız bularak düşündüğü soruyu sormaktan vazgeçmesi, öğrenmesine giden yolların kapanması anlamına gelir. Hocanın, toplumun genelinden farklı düşündüğü konularda korkup susması yeni şeylerin söylenilmesini ve gelişimi engeller. Bugün beğendiğimiz ve kullandığımız nice araç ve aygıt, zamanında sıra dışı bulunup gülünen fikirlerden çıkmıştır.

Bu iki konuda hemfikir isek konuşmayı biraz daha ileri götürebiliriz.

İlk YÖK başkanımız kim?

Durun. Hemen, "İhsan Doğramacı" demeyin. Onu kastetmediğimi anlamış olmalısınız. İstanbul Üniversitesi, İTÜ, Marmara Üniversitesi ve daha çok sayıda kurumumuz, kuruluşunu çok daha eski dönemlere götürdüğü gibi ben de Yüksek Öğretim Kurumu'nun kuruluşunu eski tarihlere götürerek bu soruyu soruyorum. Madem ben sordum, cevabını da önce ben arayayım.

Osmanlılarda kurulan ilk medresenin İznik Medresesi olduğu ve kurucusunun da Dâvud-ı Kayserî olduğu bilinir. Ancak medreselerin kurumsallaşması ve yasasının çıkarılması, Fâtih Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethinden sonra olur.

İstanbul'un fethine kadar Nizamiye medreselerini taklit eden Osmanlı medreseleri, ilk kez Fâtih Sultan Mehmed döneminde farklılaşmaya ve düzeni değiştirmeye başlar. Bu dönem, yükseköğretim ile ilgili ilk yasal düzenlemelerin yapıldığı ve değişimin görüldüğü dönem olur.

Nevâî’ye göre bir profesör neler yapmamalı?

Bugün Afganistan sınırları içinde kalan Herat’ta doğup Herat’ta ölen Ali Şir Nevâî (1441-1501), Türk edebiyatının en büyük ve en önemli birkaç isminden biridir. Anadolu sahası Türk edebiyatının gelişmesindeki katkısı büyüktür. Çok uzaklarda olmasına rağmen, erken klasik dönem Osmanlı şairlerini etkilemiş, meclislerde okunan şiirleriyle genç şairlere örnek olmuş büyük bir şairdir.

Zengin ve asil bir ailenin çocuğu olan Nevâî, meclisleriyle meşhur Hüseyin Baykara’nın çocukluktan beri yakın arkadaşı ve dostudur. Nevâî sadece şiirde değil, hat, musîkî, kat’, tezhip gibi güzel sanatları da bilen değerli bir bilginimizdir.

Nevâî’nin bir diğer özelliği, Türkçenin Farsçadan geri kalır tarafı olmadığını göstermek için eserler kaleme almasıdır.

Bağışçının şartı kanun gibidir

Vakıflar, her dinde ve her toplumda kutsaldır ve değerlidir. Özellikle Selçuklu ve Osmanlı geleneği içinde toplumun ve devletin hayati kurumlarının başında vakıflar gelir. Çünkü günümüzde devlet ve belediyeler eliyle verilen hizmetlerin büyük bir kısmı vakıflar yoluyla karşılanırdı.

Bizde vakıf ve bağış geleneğinin güçlenmesinde, âyetlerin ve hadislerin, Allah yolunda harcama yapmayı, garip gurabaya, fakir fukaraya, muhtaç ve kimsesizlere yardım etmeyi, iyilik yapmayı, yardımlaşmayı, hayırlı ve faydalı işlerde yarışmayı öğütlemesinin de büyük rolü var.

Vakıf nedir?
Vakıf, “bir malın mâliki tarafından dinî, içtimaî ve hayrî bir gayeye ebediyen tahsisi” olarak tarif edilir.

Yabancı öğrencilere ülkelerinde Türkçe öğretmek

Malum, salgın hayatın her alanını olduğu gibi ekonominin de her alanını etkiledi. Bundan üniversiteler de nasibini aldı ve özellikle yabancı öğrenciler konusunda üniversitelerimiz sıkıntı çekeceğe benziyor.

Üniversite söz konusu olduğunda yabancı öğrenci çok önemli. Önemi sadece ekonomik nedenlerden kaynaklanmıyor. 12. Asırda ilk örneklerini gördüğümüz üniversitelerin kuruluşunda yabancı öğrencilerin katkısı olduğu için de önemli. Paris ve Bologna’yı üniversite yapan unsurlardan biri özellikle başta Almanya ve İngiltere olmak üzere Alplerin kuzeyindeki ülkelerden gelen öğrenciler idi.

Günümüzde ise daha çok bu konu ekonomik kaygılarla değerlendiriliyor. Hiç şüphesiz o da önemli ama bence ondan daha önemli olan husus iyi yabancı öğrencilerin üniversitenin akademik ve sosyal hayatına getireceği katkıdır.

Açık ve Uzaktan Eğitim Üniversitesi

30 Haziran 2020 tarihli Resmi Gazete’de çıkan 2704 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı’yla Ankara Üniversitesi’ne bağlı Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi kurulduğu haberini okuyunca uzun zamandan beri düşündüğüm bir konuyu paylaşmak istedim.

YÖK’ün sitesinde verdiği bilgilere göre 129’u devlet 76’si vakıf olmak üzere 205 üniversite bulunuyor. Muhtemelen eskisi kadar çok olmasa da tek tük yeni üniversiteler kurulacak. Ancak Türkiye’nin acil ihtiyacı olan bence diğerlerine benzeyen yeni bir üniversite kurmak yerine çok büyük rekabetin olduğu yükseköğretimde dünyayla da rekabet edebileceğimiz farklı türde bir üniversite kurmak:
Açık ve Uzaktan Eğitim Üniversitesi.

Üniversitelerde kadro ilanı meselesi

Ülkemizde bitmeyen tartışmalardan biri de üniversitelerde çıkan kadro ilanlarıdır. Her ilandan sonra ‘adrese teslim ilan’ der birileri, diğeri ‘adını da yazsaydınız’ diye ekler. Bir başkası “kim bilir kimin akrabası” der. Velhasıl derler de derler. Milletin ağzı torba değil ki!

Oysa işin aslını üniversite camiasında herkes bilir. Ülkemizde üniversiteler ilana çıkarak adam aramaz. Önce uygun aday bulunur, sonra kadro istenir. Geldikten sonra da ilana çıkılır. Bu uygun adam çoğu kere gerçekten uygundur ama bazen birilerinin hısım ve akrabası veya rektörün mensubu bulunduğu herhangi bir cemaat veya ideolojik yakınlık kurduğu bir gruptan birileri de olabilir.

YÖK ne diyor, Üniversite ne yapıyor?

Birkaç gün önce ajanslara bir haber düştü:

YÖK Başkanı Yekta Saraç yükseköğretimdeki örgün programlarda uzaktan öğretim yoluyla verilebilecek ders oranının yüzde 40'a yükseltildiğini açıkladı. Saraç ayrıca, "Örgün öğretimdeki her bir programın derslerinin asgari yüzde 10'unun uzaktan öğretimle verilmesinin güçlü şekilde tavsiye ve teşvik edilmesine de karar verildi" dedi.

Öğrenciler için çok büyük bir imkân ve başarılı öğrencilerin önünü açacak bir gelişme. Ayrıca özellikle amfi ve derslik sıkıntısı çeken üniversiteleri çok rahatlatacak bir karar.

Bir doktora eğitimi nasıl olur?

2005 yılında Moskova'da düzenlenen The Permanent International Altaistic Conference (PIAC) toplantısında Altay dilleri ve müzikleri üzerine araştırmalar yapan Roger Finch ile tanışmıştım. O günden sonra Finch ile irtibatımız devam etti. Geçen hafta (7 Ekim 2019) da bu ABD'li bilim adamı vefat etti ve 12 Ekim 2019'da toprağa verildi.

Türkiye'de sadece alanda çalışanların tanıdıkları bu titiz ve gayretli ilim adamını ve yaptıklarını daha iyi anlayabilmek için sanırım onun yaşam öyküsünü, özellikle doktora eğitimini kısaca aktarmak yerinde olacak.

Türkçeye olan ilgisi lisede iken başlıyor.

Bana kütüphaneni söyle, sana üniversiteni söyleyeyim

Üniversitelerle ilgili peşpeşe birkaç yazı yazdığım için olsa gerek gündemi pek meşgul etmeyen bir haber dikkatimi çekti.

Haber şu:

BİLKENT Üniversitesi, dünyada önde gelen bin üniversitenin bilimsel araştırma performanslarını değerlendiren Leiden Üniversitesi'nce yapılan sıralamanın 'halka açık makale oranı' kategorisinde dünya birincisi oldu. Yükseköğretim Kurumu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Yekta Saraç ise sosyal medya hesabından Bilkent Üniversitesi'ni tebrik etti.

YÖKAK'ın hazırladığı kılavuz üzerine

Yükseköğretim Kalite Kurulu kurulduğu tarihten bugüne değin büyük mesafeler kat ederek kurumsallaşma bakımından iyi bir noktaya geldi. Kamuoyunu pek meşgul etmese ve gündeme gelmese de yılın ikinci yarısında yayınlayacakları rapordan sonra ismini daha çok duyuyor olacağız. Aynı zamanda üniversitelerimizin durumunu da tabii.

AKTS'nin 7 olmasının hikmeti

Sayıların hikmeti ve esrarı öteden beri herkesin ilgisini çeken bir konudur. Bu konuda yazılan kitapların haddi hesabı yok. Tüm dinlerde ve inançlarda sayılara dair inanışlar olduğu için insanlar işlerinde güçlerinde sayıların esrarından istifade etmeyi ve yorumlamayı seviyorlar.

Sayıların esrarını ve hikmetini AKTS hesaplarken bile dikkate alındığını görünce artık tamam dedim, bize bir şey olmaz. Böyle sayıların hikmeti ile gündelik bilgiyi buluşturan hem akil hem arif kimseler oldukça evvel Allah sırtımız yere gelmez.

Şimdi siz doğal olarak benim saçmaladığımı düşüneceksiniz. Konuya pattadak girince kim olsa öyle düşünür zaten. Haklısınız. Müsaadenizle izah edeyim.

Efendim, mevzu bir arkadaşımın;

Devamını okumak için tıklayınız.

Üniversite demek laboratuvar demek

Coranavirüs sayesinde üniversiteleri daha çok konuşur olduk. Gazetelerde ve haber sitelerinde aşı çalışmaları ile ilgili çokça haberler çıkıyor bugünlerde. Şu anda dünyanın farklı ülkelerinde olduğu gibi ülkemizde de birçok üniversitede aşı üzerine çalışmalar yapıldığını okuyoruz. En son sağlık bakanı twiter hesabından açıkladı. Daha önce Kırım Kongo Kanamalı Ateşi aşısının insanlara yönelik denemelerinde başarı sağlayan Erciyes Üniversitesi’nden Prof. Dr. Aykut Özdarendeli’nin Covid-19'a karşı aşı geliştirme çalışmaları ile tanı ve tedavi yöntemlerinin geliştirilmesi çalışmalarına ivme kazandıracağı söylendi.

İçimizdeki karamsarlığı dağıtan haberleri duymaya ne kadar çok ihtiyacımız varmış meğer. Sultan şairimizin;

Kim kesilmez havf-ı şeytân ile îmândan ümîd

Dediği gibi virüs korkusundan dolayı ümitsizliğe düşmüşken gelen bu haber bizi ümitlendirdi.

Devamını okumak için tıklayınız.

Akademisyen ve tatil

Hepinizin bildiği gibi, malum virüsten dolayı üniversiteler de ilk ve ortaöğretim okulları gibi üç hafta tatil edildi. MEB Bakanı, öğretmenlerin evlerinde kalmasını söyledi. YÖK ise akademisyenleri idari izinli saymadı. Bunun üzerine bazı genç akademisyenler, öğretmenlere izin verildi, bize niye izin verilmedi, diye sosyal medyada nümayişe kalkıştı. Daha da vahimi bir kısım tecrübeli akademisyenin bu nümayişleri teşvik etmeseydi.

Akademisyenlerin görevi

Mesai mefhumu olmayan bir akademisyenin üç görevi vardır. Birincisi araştırma yapmaktır. İkinci ders vermek ve öğrenci yetiştirmektir. Üçüncüsü de ürettiği bilimsel bilgiyi topluma aktararak toplum hayatının niteliğini artırmaya çalışmak, sorunların çözülmesine yardımcı olmaktır. Bugünlerde enfeksiyon hastalıkları uzmanı hocaların televizyonlarda yaptıkları mesela topluma hizmetten başka bir şey değildir.

Devamını okumak için tıklayınız.

Kütüphane Medeniyeti

Osmanlılar için birçok şey söylenebilir ve söyleniyor. Osmanlı’nın bir kütüphane medeniyeti olduğunu, sadece memleketin her bir köşesinde amacına ve hedef kitlesine göre inşa edilmiş birbirinden güzel ve şirin kütüphane binaları ve o binaları dolduran her biri bir başka ustalık gerektiren baktıkça bakmaya doyulamayan ve dokunmaya kıyılamayan hat, tezhip, ebru ve cilt gibi kitap sanatları ile bezeli kitaplardan hareketle Osmanlı medeniyeti anlatılabilir dersem sanırım yanlış bir şey söylemiş olmam.

Geçen hafta açılışı yapılan hepimizi sevindiren ve gururlandıran Cumhurbaşkanlığı Külliyesi Millet Kütüphanesi bana unutmaya yüz tuttuğumuz kitapları ve kütüphaneleri yeniden hatırlattı ve heyecanlandırdı. 

Devamını okumak için tıklayınız.

YÖK ne yapsın YÖKAK ne yapsın?

Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk Bey’in bir açıklaması düştü ajanslara. Habere göre liselerde 15-16 olan ders sayısını 5-6’ya düşürme çalışmaları başlamış. Haberi okuyunca geçtiğimiz günlerde vapurda karşıya geçerken karşılaştığım bir grup öğrenci ile konuştuklarımız geldi aklıma. Okuduğum kitaba bakarak “Siz öğretmen misiniz?” diye sorması üzerine başlayan sohbet ilerledi ve ben de onlara adet olduğu üzere hangi üniversitede okuduklarını ve bölümlerine dair sorular sormaya başladım.

Hepsi de farklı devlet üniversitesinde son sınıf öğrencisi dört arkadaş. Tanışıklıkları katıldıkları bir etkinlikten geliyormuş. Bu sene mezun olmak için çok çalışıyorlarmış. Çok ders almak zorunda kalmış biri. Çok yoruluyormuş diğeri. Bazen paraları da yetmiyormuş ama idare etmesini öğrenmişler. İkisi yurtta kalıyormuş ve ne çok memnunlarmış ne de şikayetçi imişler. Daha iyi bir telefonları olsa daha mutlu olacaklarmış. Ve buna benzer daha birçok şey. 

Devamını okumak için tıklayınız.

Akademik teşvik puanın kadar konuş

Bugünlerde üniversitelerde hocaların birbirlerine en sık sorduğu soru şu: Akademik teşvik puanın kaç?

Hocalar bugünlerde akademik teşvik formlarını doldurmak ile meşguller. Öte yandan geçen sene yapılan faaliyetlerin bu sene başı çıkarılan yeni yönetmelikle değerlendirilmesinden ve kimi değişikliklerden genel bir memnuniyetsizlik olduğu belli oluyor. Birtakım değişiklikleri görünce şaşırdım ve anlamaya çalıştım. İğneyi önce yönetmeliğe batıralım, çuvaldızı sonra kendimize batırırız.

Yönetmeliği hazırlayanların iki kaygısı olduğunu düşündüm. Mümkün olan en az parayı vermek, çünkü bir kişinin tam puan alması mümkün görünmüyor, hele bir de sosyal bilimci iseniz yarısını aşarsanız büyük başarı.

Devamını okumak için tıklayınız.

Üniversite Seçmeli Dersleri

Yılbaşından hemen sonra YÖK 2020 yılında yapacağı iddialı projelerini önemli bulduklarını kamuoyuyla paylaştı. Bunların biri de seçmeli ders havuzu ile idi.

Üniversitelerde sosyal bilimler ile ilgili ders havuzu oluşturmak ve fen-mühendislik-sağlık bilimlerindeki öğrencilerin de bu ders havuzundan ders almalarını sağlamak.

Bu haberi okuduktan birkaç gün sonra da Diyanet İşleri Başkanı’nın konu ile ilgili bir demeci dikkatimi çekti.

Üniversitelerde seçmeli ders havuzu önerisinde bulunan Başkan Erbaş, şöyle devam etti:

Devamını okumak için tıklayınız.

YÖK’ün 2020 yılı hedefleri

YÖK, birkaç gün önce 2020 yılında yapacağı iddialı projelerinden önemli bulduklarını kamuoyuyla paylaştı. Bunların bir kısmı üniversiteleri iyileştirme çabaları ve ihtiyaç duyulan eksiklikleri tamamlamakla ilgili, bir kısmı uluslararasılaşma ile ilgili, bir kısmı da ve dijitalleşme çalışmaları ile ilgili ve hepsi de önemli konular.

Bu haberin ertesi gün bir haber daha çıktı. Habere göre Cumhurbaşkanımız partisinde riskli karar almaktan çekinenlerle yollarını ayıracağını söylemiş. Bu iki haber istense ancak bu şekilde peş peşe getirilebilirdi. Güzel bir tevafuk olmuş. Çünkü YÖK’ün öncelediği alanlarda belirlenen hedeflere ulaşmak için yöneticilerin zaman zaman riskli kararlar alması ve bazen de tercihlerde bulunması gerekiyor. 

Devamını okumak için tıklayınız.

Otizmli çocuklar için yüksekokul

Bir televizyon dizisi ile yeniden gündemimize girdi otizmli çocuklar meselesi. Kendisine inanan ve güvenen hocası tarafından iyi bir doktor olarak yetiştirilen bir gencin doktorluk serüveni büyük bir hayranlıkla izleniyor anladığım ve gördüğüm kadarı ile.

Peki nedir otizm ve bu çocukların diğer çocuklardan farkı ne? Kaynaklarda otizm genellikle ilk üç yaşta başlayan ve hayat boyu devam eden, kişinin etrafıyla sözel ve sözel olmayan şekilde uygun ilişki kuramaması şeklinde tarif edilen bir gelişim bozukluğu. Otizmli çocuklar erken teşhis edildiğinde ve eğitim uygulandığında kimseye muhtaç olmadan yaşamını sürdürmesi mümkün. 

Devamını okumak için tıklayınız.

Diploma ve üniversite mezunu olmak

Ülkemizde üniversite kavramı ile ilgili yanlış bir anlama var zannediyorum. Üniversite denilince akla yükseköğretim ve mevcut üniversitelerden biri geliyor. Oysa tarih boyunca birçok yüksek öğretim kurumu olmuştur, bunlardan biri de üniversitedir. Üniversitenin yanında başka yüksek öğretim kurumları da vardır ve günümüz üniversitelerinden hiç farkı yoktur.

Üniversitelerin tarihine bakıldığında kolejler ve üniversiteler diye iki farklı şekilde geliştiği görülür. Kolejler bir alanda eğitim veren ve araştırma yapmak gibi bir misyonu olmayan yüksek öğretim kurumları olarak gelişirken birden fazla alanın, hukuk, felsefe, tıp, teoloji gibi alanlarda eğitim-öğretim faaliyetlerinde bulunan okullar bir araya gelerek bir çatı altında toplandılar ve üniversite adını aldılar. Üniversiteler birden fazka kolejlerden uluşan yükseköğretim kurumlarıdır.

Devamını okumak için tıklayınız.

Primus inter pares

Başlık, eşitler arasında birinci anlamına gelen Latince meşhur bir söz. Siyasi güçlerin ve nüfuzların paylaşıldığı Ortaçağlarda savaşı engellemek için sıkça başvurulan kural olmuştur. Kendilerini eşit gören lordların aralarından seçtikleri kralı tarif etmek için bu ifadeyi kullanırlar. Bütün lordlar eşittir, ama sayılmaya kraldan başlanır, yani bir numara kraldır. Krallıklar yıkılıp demokrasi gelince bu sefer bu durum bakanlar kurulu için kullanılır. Bütün bakanlar eşittir, ama başbakan içlerinde birincidir.

Kilisede kardinaller arasında da böyle bir durum vardır ve eşitler içinde birinci papa olur. Elçiler arasında eğer Vatikan elçisi varsa o diğerlerine göre eşitler arasında birinci oluyor. Bunu yönetimin her alanına yayabilirsiniz. Vali olmaklık bakımından tüm valiler eşittir ama İstanbul valisi diğerlerinden önce gelir.

Devamını okumak için tıklayınız.

Akademisyen dediğin Kiel gibi olmalı

Son iki yazı Rumeli’ni dolaşarak geçirdim. Geçen sene Bulgaristan’ı, bu sene de Yunanistan’ı baştan sona gezdim desem abartmış olmam. Gezi nedenim ise tekke ve türbeleri görmek, fotoğraflamak ve haklarında bilgi vermek, unutulma ve yok olma girdabına düşmekten kurtarmaya çalışmak. Bulgaristan gezisi Bulgaristan’ın Manevi Bekçileri isimli bir kitabı doğurdu. Kısmet olursa birkaç ay içinde de Yunanistan gezisinin sonuçlarını kitaba dönüştüreceğim.

Her iki kitabı hazırlarken yüzlerce kaynağı taradım ve birçok eserden yararlandım. Ama bir kişi var ki her iki ülke için kendisinden ziyadesiyle istifade ettim. Öyle ki onu takdir etmemek ve kendisinden bahsetmemek mümkün değil.

Devamını okumak için tıklayınız.

İki güzel bina ile üniversite olmuyor

Üniversitelerle ilgili peşpeşe birkaç yazı yazdığım için olsa gerek gündemi pek meşgul etmeyen bir haber dikkatimi çekti.

Haber şu:

BİLKENT Üniversitesi, dünyada önde gelen bin üniversitenin bilimsel araştırma performanslarını değerlendiren Leiden Üniversitesi'nce yapılan sıralamanın 'halka açık makale oranı' kategorisinde dünya birincisi oldu. Yükseköğretim Kurumu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Yekta Saraç ise sosyal medya hesabından Bilkent Üniversitesi’ni tebrik etti.

Haberde üniversite ismi geçmeseydi, aklıma gelen üç üniversiteden biri Bilkent olurdu benim. Neden mi? Anlatayım.

Devamını okumak için tıklayınız.

Tercihte bulunmadan önce göz atılması gereken liste

Malum üniversiteler için tercih yapma haftasındayız ve öğrenciler ve veliler hangi üniversiteyi ve hangi bölümleri tercih etmesi konusunda düşünüyorlar ve araştırıyorlar. Henüz karar vermeyenlerle karar vermekte güçlük çekenlere yardımcı olacak bir listeye tesadüf ettim. İŞKUR’un 2018 İşgücü Piyasası Araştırması Türkiye Raporu.

İşkur piyasa araştırması sonucunda eleman temininde güçlük çekilen sektörleri tespit etmiş ve sıralamış. Bu meslekleri inceleyerek fıtratınıza ve arzunuza uygun olanları seçebilirsiniz. Ancak listede sıralanan mesleklerin büyük bir kısmının bölümü veya fakültesi yok. Bir kısmı iki yıllık iken büyük bir kısmı iki farklı disiplinin birleşmesinden oluşuyor.

Devamını okumak için tıklayınız.

En iyi üniversite hangisi?

Bu sene de milyonlarca öğrenci sınava girdi. Bir kısmı ilk kez girerken büyük bir kısmı daha önceden girdiği halde şansını yeniden denedi. Merakla bekledikleri sonuçlar da geçenlerde açıklandı.

Herkes aldığı puanı biliyor. Artık işleri kolay adayların. Tercih motorları, sihirbazı, kılavuzu, atlası ve daha sayamadığım ve bilmediğim birçok ismi olan programlara girilip puanlar yazıldığında kazanılabilecek okullar görülebiliyor. Danışmanlar ve rehberler de var. Öğrenciler internet üzerinden veya bizzat rehbere giderek puanına göre girebileceği üniversiteleri en çok girmek istediğinden başlayarak sıralayacak. Sonra da sonuçların ilan edilmesini heyecanla bekleyecekler.

Devamını okumak için tıklayınız

Cüppe giymenin de bir adabı var

Haziran ayı mezuniyet ayı. Özellikle 15’ne kadar ilk, orta ve liseler, 15’inden sonra da üniversitelerin mezuniyet törenleri oluyor ve mezunlar ile aileleri de bu güzel ve mutlu günlerinde çektirdikleri fotoğrafları sosyal medyada bol bol paylaşıyorlar.

Paylaşmalarında bir sorun yok, mezun olan öğrencilerin buna hakkı var. Normal olmayan ise bu işin iyice amiyane tabir ile cılkının çıkması, neredeyse belediyenin düzenlediği kurslar için bile mezuniyet törenlerinin düzenlenmesi ve cüppe giyilmesi.

Bazı törenlerde cüppe giyildiğini görünce gülüp geçiyoruz ama üniversitelerde de garip ve tuhaf mezuniyet törenleri ve cüppe giyip kep fırlatma törenleri düzenlendiğini görünce ister istemez sadece gülmüyor, aynı zamanda üzülüyoruz. 

Yazının devamı için tıklayınız.

Üniversite mezunlarına da mektup var

Karnesini alan lise öğrencilerine mektup yazınca kızı bu sene üniversiteyi derece ile bitiren bir arkadaşım “Üniversiteyi bitirenlere mektup yazmayı düşünmüyor musun?” diye sordu. O ana kadar düşünmemiştim gerçekten. Bu sorudan sonra durumdan vazife çıkardım, kendimce benden böyle bir mektup yazmam beklendiği zehabına kapıldım ve mektup yazmaya karar verdim. Bilgisayarın başına oturdum ve ne ve nasıl yazacağımı düşünürken öğrencilerimizin uzun yazıları okumayı sevmedikleri geldi aklıma. O zaman İsmail dedim kendi kendime, kısa bir mektup yaz da herkes okusun. Öyle de yaptım.

Sevgili Elife,

Devamını okumak için tıklayınız.

Üniversitelere karne verme meselesi

YÖK Web sitesinde "YÖK üniversitelere karne verecek" başlığıyla bir duyuru yayınladı. Başkanlık tarafından yapılan açıklamada yeni sistem kısaca özetlenmiş. "Üniversitelerimiz çeşitlendi, farklılaştı, sayıları arttı, rekabet gerekiyor. Rekabetin sonucunda başarının gözlemlenmesi, ölçülmesi ve bunun da topluma objektif ve nesnel bir şekilde açıklanması gerekiyor. 5 ana başlıkta 42 göstergeye ait 2018 yılı verileri ile üniversitelerimiz ölçülecek ve değerlendirilecek. Her bir üniversitenin geçen bir yıl içindeki performansının değerlendirilmesi her yılın başında açıklanacak." Bu kararın ülkemiz yükseköğretimi için çok önemli bir gelişme olduğunu söylemeliyim. Yükseköğretim Kalite Kurulu'nun raporlarının ardından YÖK'ün vereceği karnenin üniversitelerimize rekabet getireceği ve tatlı bir yarış başlatacağından eminim. Birkaç sene sonra sonuçlarını hep birlikte göreceğiz. İyiler daha iyi olacak, vasatlar da kendilerine çeki düzen verip iyi olacaklar. devamı için tıklayınız.

Medreseler hakkında ne biliyoruz?

Bizim tarihe taraflı yaklaşmak gibi kötü bir alışkanlığımız var. Bizim için bir şey veya kişi ya çok iyidir ya da çok kötü. Hepimizin zihinlerinde muhtelif kaynaklardan beslenen önyargılar var, ismini duyduğumuz anda bazen düşünmeden ezberlenmiş o cümleler dökülüverir ağzımızdan.

Medreseler de böyle. Okullarda bize öğretilen medreselerin kötü ve geri olduğu, ülkenin gelişmesinin önündeki kurumların başında geldiği değil mi? Acaba gerçekten öyle mi? Medreseleri ne kadar tanıyoruz? Batılılar kadar tanımadığımız kesin.

Devamı için tıklayınız.

Geleceğin Türkiye’sinde Yükseköğretim Raporu Üzerine

İlke İlim Kültür Eğitim Derneği, Geleceğin Türkiyesi Raporlarının ikincisini kamuoyu ile paylaştı. Prof. Dr. Nihat Erdoğmuş tarafından hazırlanan Geleceğin Türkiyesinde Yükseköğretim başlıklı raporun iyi hazırlanmış olduğunu söylemeliyim. Yükseköğretimin hemen her alanının ayrı konu başlığı altında değerlendirdiği raporda önce konu hakkında özet bilgi veriliyor, sonra eskilerin deyimi ile konu teşrih ediliyor, sadece sorunlara dikkat çekmekle kalınmayıp dünyadaki uygulamalar da göz önünde bulundurularak sıralanan tekliflerle bölümler tamamlanıyor. Prof. Dr. Erdoğmuş’un eleştirilerini yaparken hem Türkiye gerçeklerini göz önünde bulundurması hem de eleştirilerinde ölçülü davranmasından dolayı raporun insaflı olduğunu söyleyebiliriz. 

Yazının devamı için tıklayınız.

Üniversite öğrencisi olsam ne yapardım?

Bir zamanlar ben de öğrenciydim kolayca tahmin edeceğiniz gibi. Zaman zaman o günlerimi hatırladıkça bazen gülüyorum, bazen de garip bir özlemle hüzünleniyorum. Şu anki aklımla o yıllarda olsaydım neler yapardım diye sordum kendi kendime. Kendime verdiğim cevabı paylaşayım.

Bir insan, bir aydın ve bir meslek sahibi olarak üçe ayırırdım yapacaklarımı ve bu üç konuyu da ihmal etmezdim.

İnsan olarak;

Her şeyden önce güzel sanatların bir dalıyla ilgilenirdim. Müziğe kabiliyetim olmadığı için plastik sanatlar olabilirdi. O konuda da pek kabiliyetli olmadığım için fotoğrafçılıkla ilgilenirdim büyük ihtimalle. Cep telefonuyla çekilen fotoğrafları kastetmiyorum tabi. Onun için bile bakış, duruş, zaman, ışık bilgisine ihtiyaç var. Kısaca kimse olmadan vakit geçirebileceğim bir hobim olmasını isterdim.

Doçentlik mülakat sınavı kalkmalı mı?

Malumunuz, geçen sene bir yönetmelik değişikliği ile iki aşamalı olan doçentlik sınavında ikinci aşama olan mülakat önce kaldırıldı, sonra üniversitelere bırakıldı. Ancak Üniversiteler Arası Kurul (ÜAK) eser incelemeden başarılı bulunan adaylara doçent ünvanını verdi. Daha sonra bu durum üniversitelerde tartışıldı ve kahir ekseriyeti mülakat yapmaya karar verdiler.

Mensubu bulunduğum İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nde de konu tartışıldı ve ben de mülakat sınavının yapılması gerektiğini düşündüğüm için oyumu sınavın yapılmasından yana kullandım.

Daha sonra üniversiteler kadroları ilan edip başvuruları aldılar ve adaylar başvurdular. Mülakat isteyen üniversiteler yönetmelik gereği ÜAK’a başvurarak aynı jürinin mülakat yapması için görevlendirildi.

Bir arkadaşım da bu jürilerin birinde görevlendirilmiş ve mülakat sınavı yapmak için kadro ilan eden üniversiteye gitmiş.

Yardımcı Doçentlik ve Doçentlik üzerine

Malum, Cumhurbaşkanımız geçen Cuma günü (12 Ocak 2018) Marmara Üniversitesi’nin 135. kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada yardımcı doçentlik ve doçentlik ile ilgili düzenleme yapılacağını söyledi. Ardından YÖK yapılacak değişiklikler hakkında bilgi veren bir açıklama ile yardımcı doçentliğin kaldırılacağını, mevcut yardımcı doçentlerin doktor öğretim üyesi kadrosuna geçirileceğini ve öğretim üyesi statüsünde olacaklarını ve o statünün de yardımcı doçentlik gibi geçici kadro olacağını açıkladı.

Doçentlik için ise dil sınavı ve sözlü sınavın kaldırıldığını, dil barajı ile diğer şartların üniversitelere bırakıldığı açıklandı. Aday isterse mülakatı ÜAK’tan da alabilecek. İşlem ve hukuk açısından bir fark olmayacak yapılan açıklamadan anlaşıldığı kadarı ile. Yine derse girecekler, sözleşmeli olacaklar, öğretim üyesi sayılacaklar. Tez yönetme ve lisansüstü ders verme konusu biraz muğlak. Sanırım zamanla o konu da vuzuha kavuşur.

Yapılan değişikliklerin yardımcı doçentleri hayal kırıklığına uğratma ihtimali olduğunu, kimilerinin bu durumu tenzil-i rütbe olarak değerlendirmeleri mümkün. İçlerinde doğrudan doçent kadrosuna atanacaklarını düşünenler, bunu teklif edenler olmuştu. Ayrıca yardımcı da olsa doçent ünvanını kullanmaktan hoşlananlar da vardı. Sanırım böyle düşünen arkadaşlarımız alınan bu kararlardan pek memnun kalmayacaklar. Bu tür bir değişikliğin özellikle yardımcı doçentleri ve doktorasını yeni bitirenleri pek tatmin etmeyeceğini ve kısa bir süre sonra eski statüyü ister duruma gelirlerse şaşırmayacağım.

İntihal nedir, ne değildir?

Birkaç haftadan beri, çocuklar için hazırladığım Kıbrıs’ın Manevi Mimarları isimli resimli kitap ile ilgili olarak sosyal medyada intihal iddiaları dolaşıyormuş. Bir arkadaşım sayesinde haberdar oldum ve iddia sahibine lisan-ı münasiple izah etmeye çalıştım. Ancak ne kadar alttan alırsam alayım fayda etmedi. Muhatabımın değil benim, dünya bir araya gelse düşüncesinden vazgeçirilemeyecek kadar muannid olduğunu anlamam çok vakit almadı. Ben de bu kibir ve cehil abidesinin derdine,

Cehl derdinden olana bîmâr
Bû ‘Alî olsa idemez tîmâr

Beytinde şairin çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi İbni Sina’nın bile deva bulamayacağını öğrenmiştim. Bazı dostlarım,

Kazârâ bir sapan taşı bir altın kâseye değse
Ne taşın kıymeti artar ne kıymetten düşer kâse

Beytini hatırlatarak benden bu işi uzatmamamı ve artık kendisine cevap vermememi tavsiye ettiler. Ben de müşarün ileyhin asabiyetinin, kibrinin, zihinsel faaliyetlerindeki zayıflamanın meselenin künhüne vakıf olamayacağını gördüğüm için

Ehl-i dil sohbet-i nâ-cins ile şâdân olmaz
Bezm-i cühhâl gibi ârife zindân olmaz

Fehvasınca dostlarımın tavsiyelerine uyup cevap vermekten vazgeçmiş iken iftira sahibinin bizim kendisini üzmemek ve kırmamak için sakınmamızı zayıflık ve korkaklık olarak görmesi, kendisinin haklı olduğuna iyice inanması, benim şahsımda başka kişi ve kurumları da içine katarak iddiasını ve iftirasını hakaret dolu cümlelerle sürdürmeye devam etmesi kararımı yeniden gözden geçirmeme neden oldu. Bu iftira ve karalamanın birçok arkadaşım tarafından sorulmaya başlaması iftiranın sosyal medya ortamında iyice yayıldığını gösteriyordu ve beni tanıyanların ve kitabı görenlerin bu iddialara gülüp geçeceklerini biliyordum. Ama beni tanımadığı ve kitapları görmediği halde şahsıma isnad edilen iftiraya inananlar olduğunu görünce tanımayanlar için bir açıklama yapma zaruretinin hasıl olduğunu düşündüm.

Öğrenciler okuldan atılmalı mı?

Öğrenciler okuldan atılmalı mı?

Basından öğrendiğimize göre hükümet, üniversiteden atılmayı kaldıran düzenleme için yasa tasarısı hazırladı. Yükseköğretim Kanunu'nda değişiklikler de öngören tasarı, TBMM'ye sunuldu. Tasarıya göre atılmayı kaldıran 3 yıllık düzenleme yürürlükten kaldırılacak.
Acaba bu doğru bir karar mı? Hatırlamaya çalışalım, bundan üç sene kadar önce 25. 02 2011 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 2547 sayılı kanunun 173. Maddesine eklenen geçici 58. Madde ile üniversitelerden atılma kaldırılmış, daha önceden çeşitli nedenlerle üniversite eğitiminden uzaklaşmış ve uzaklaştırılmış olan öğrenciler için af çıkarılarak yeniden öğrenci olma hakkı tanınmıştı.

YÖK herşeye engel mi?

YÖK herşeye engel mi?

20-21 Mayıs 2014 tarihleri arasında İstanbul Üniversitesi evsahipliğinde Ulusal ve UluslararasıBoyutlarıyla Doktora Eğitimi

Çalıştayı başlıklı bir toplantı düzenlendi. Aralarında rektör, rektör yardımcıları, dekan, enstitü müdürleri ve yardımcılarının da bulunduğu yetmişi aşkın üniversiteden konu ile ilgilenen üç yüz akademisyen katıldı. YÖK Başkanı Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya’nın katılımı ve sunumuyla desteklediği çalıştayda açılış konferanslarının ardından beş farklı oturumda doktora eğitimi farklı yönleriyle tartışıldı. Çalıştay düzenleme heyeti başkanı ve İÜ Rektör Danışmanı Prof. Dr. Rıza Güven’in çalıştayın düzenlemesinin hikayesini anlattığı açılış ve selamlama konuşmasının ardından İÜ Rektörü Prof. Dr. Yunus Söylet’in üniversite eğitiminin nereye gittiğini ve sorunların ancak siyasileri ikna ederek çözülebileceğini anlattığı ufuk açıcı konuşma ile devam etti.

Yazılarım

ismailgulec.net