Gazzâlî’nin kitaplarının yerini internet mi aldı?

Birkaç gün önce, “Öğrenci merkezli eğitim kötü mü?” başlıklı bir yazı yayınlamıştım. O yazıdan sonra birkaç hoca arkadaşımdan mesajlar aldım.

Mühendislikleriyle meşhur bir üniversitede hocalık yapan bir arkadaşımız üçüncü sınıf öğrencisinin sınavda “Pi sayısı nedir, bilmiyoruz. Bilmek zorunda mıyız? Böyle soru mu olur?” dediğini üzülerek ve ümitsizce anlattı. İşletme Fakültesi’nden bir hoca arkadaşım, üçüncü sınıf öğrencisinin kendisine çarpım tablosunu altıya kadar bildiğini söylediğini naklettiğinde de ağzım açık kalmıştı. O hocamız da bunu söylerken mahzun, me’yûs ve bedbin idi. Bir başka hocamız da Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde bir öğrencinin sınavda sorulan Edip Ahmet Yüknekî’nin meşhur Atebetü’l-Hakâyık isimli eseri hakkında bilgi verirken eser adını müellif adı olarak anlamış ve adının Ata Betül, soyadının da Hakayık olduğunu yazmış. Hocamız da bu duruma haklı olarak isyan ediyor, beni delirtmek mi istiyorsun evladım, diye çıkışıyordu. Ben de okuduğunu anlamayan ve anlatamayan, iki cümle yazamayan edebiyat öğrencisi gördüm ve bu öğrenci üçüncü sınıfa kadar gelmişti.

Mazeret hazır: İnternette var’

Öğrencilerimize böyle bir şey sorulduğunda da verilecek cevap hazır. İki cevap var:

1. Bu bizim ne işimize yarayacak?
2. İnternette var. Neden öğreneyim?

Bir bölümde dersler çekirdek ve seçmeli olmak üzere iki farklı sepet içinde hazırlanır. Çekirdek dersler ise okunan bölümden mezun olacak öğrencinin bilmesi gereken kazanımlara göre tasarlanır. Seçmeli dersler de kendi içinde farklı noktalardan değerlendirilir. İkinci soruya ise İmam Gazzâlî’nin başından geçen olayı hatırlatarak cevap vereyim.

Eş‘arî kelâmcısı, Şâfiî fakihi, mutasavvıf, filozoflara yönelttiği eleştirilerle tanınan İslâm düşünürü Gazzâlî (ö. 1111) Cürcan’a gider ve beş yıl ilim tahsil eder. Mezun olur ve bir kafileye katılıp memleketi Tus’a dönmek üzere yola çıkar. Yolda eşkıyalar kafileyi basar ve herkesi soyarlar, yolcuların nesi var yok ise alırlar. Gazzâlî’nin sahip olduğu şey kitaplarıdır. Onları da alırlar tabi. Gazzâlî yana yakıla eşkıyaların reisinin yanına varır ve kitaplarını ister. Sırf o kitapları okumak için beş yıl Cürcan’da kaldığını, o kitaplar olmadığı takdirde emeklerinin boşa gideceğini söyler. Eşkıya reisi Gazzâlî’nin hayatını değiştiren o soruyu sorar:

- Kitapların olmadığında sen bir hiçsen yaptığın tahsilin anlamı nedir?

Gazzâlî’ye, Cürcan’da kaldığı beş yıl boyunca hocalarının öğretemediğini eşkıyaların reisi bir dakika içinde bir soru sorarak öğretir.

Bu soruyu güncelleyerek soralım:

- Cep telefonun veya tabletin olmadığında sen bir hiçsen yaptığın tahsilin anlamı nedir?

İnternete ulaşabiliyorsak varız, ulaşamıyorsak fişi çekilmiş robot gibiyiz. Meselenin düğümlendiği yer burası. Maalesef bunu ölçecek kalite ve akreditasyon kurulu ve ajansı da yok.

Ne yapacağız?

Kim bilir, kimlerin başından ne örnekler geçmiştir. İnsanız, beşer şaşar demişler, hepimiz hata yaparız, ismi karıştırırız, tarihi atlarız, yanlış hatırlarız ve birçok nedenden dolayı hata yaparız. Muhtemelen bizler de dersi anlatırken bazen yanlış şeyler söyleriz. Hepsi bir yere kadar hoş görülebilir. Ancak benim anlamadığım ve kabul edemediğim husus bu durumun günümüzde vak’a-yı âdiyeden olması, normalmiş gibi karşılanması. Pişmanlık, üzüntü ve utanç duyulmaması, mahcup olunmaması. Vasatın olması gerekenin altında olması, bilmemenin neredeyse fazilet olarak değerlendirilmesi. Öncelikle bu durumdan kurtulmamız gerekiyor ve bunun normal olmadığı herkes tarafından görülmeli.

Meselenin bir de üniversite boyutu var tabi. Türkiye’de bir öğrenci, kendisi bırakmadığı ve istemediği müddetçe girdiği bölümden bir şekilde mezun oluyor. Girdiği bölümü beğenmeyip bırakanı gördüm, üniversitede aradığını bulamadığı için bırakanı gördüm, ailevi nedenlerden dolayı bırakanı gördüm. Hepsine saygı duyarım ve hiçbir şey söylemem. Ancak başarısızlıktan dolayı okulu bırakanı görmedim, duymadım.

Eskiden duyardık. Biz öğrenciyken, İÜ Fen Fakültesi Fizik bölümüne giren öğrencilerin yarısının mezun olamadan okuldan ayrılmak zorunda kaldığını ve çok zor olduğunu işitirdik. Okulu dört senede bitirmek herkesin harcı değildi. Beş yılda bitirmek normal kabul edilir, dört yılda bitirenlere hayran olunurdu, gıpta edilirdi. Üstelik öğrenciler çalıştıkları halde dersten kalırdı. Hocalar kimsenin gözünün yaşına bakmazdı. Bilen geçer, bilmeyen kalırdı. Bazı hocalarımızın insaf dairesi dışına çıktıkları da olurdu tabi. Öğrenci bırakmakla övünenler vardı. Onların yaptıkları da normal değildi elbette.

Şimdi bir şekilde üniversiteye giren mezun oluyor. Biraz sistem, biraz öğrencinin sınavdaki maharetleri, biraz da hocanın hoşgörüsü ve desteği olunca diploma cepte. Sonuç ortada: ne mezun olan memnun ne de ona iş verecek olanlar.

Hepimiz suçluyuz

Öğrencilerimizin bu durumda olmasından hepimiz sorumluyuz. Ta ilkokuldan başlayan bir sürecin sonucu bu. O yüzden bu iklimi oluşturan herkes kıyısından köşesinden biraz suçlu. Ama en az suçlu olanlar öğrenciler ve öğretmenler.

Tembel öğrencinin hakkını savunmak için öğretmeniyle tartışan ebeveynin suçu yok mu?

Sorumluluğunu idrak edemeyen ve yükümlülüklerini yerine getiremeyen öğretmenlerin derse girmesine izin veren sistemin suçu yok mu?

Ebeveynin haksız saldırıları karşısında öğretmeninin arkasında durmayan idarecinin suçu yok mu?

Sosyal medyayı şantaj olarak kullananların yazdıkları mutlak doğruymuş gibi kabul edip hocasına yüklenen üniversite yöneticilerinin suçu yok mu?

Hocaların dersteki konuşmalarını gizlice kaydedip orasını burasını kesip sosyal medyada paylaşanların ve hocaları linç edenlerin suçu yok mu? Başarısızları ödüllendirircesine sınav üstüne sınav hakkı verenlerin suçu yok mu?

Üniversitede okuyacak yeterlikte olmayanları kabul eden sistemin suçu yok mu?

Sistemin zaafından faydalanıp giren öğrenciyi bilmeden mezun edenlerin suçu yok mu?

Velhasıl hepimiz suçluyuz. Düzelteceksek hep birlikte düzelteceğiz. Unutmayalım, bize üniversite mezunu lazım değil, iyi yetişmiş insan lazım. Boyundan büyük işlere talip olanların sayısının artmasının altında da bu vasatın yattığını unutmayalım.




Bu yazıyı, Facebook'ta paylaşayım...

Bu yazıyı, Twitter'da paylaşayım...

Bu yazıyı, LinkedIn'de paylaşayım...

Bölümler

Yazılarım

Yazılarımı okuyabileceğiniz sayfadır.

Kitaplarım

Kitaplarımı görebileceğiniz sayfadır.

Basında

Basındaki haberleri görebileceğiniz sayfadır...

Etkinlikler/Takvim

Tüm etkinlik, toplantı ve konuşmalarımın haberini takip edebileceğiniz sayfadır.

Videolar

Allah'ın bu millete lüftu: Kani Karaca

Kani Karaca büyük bir müzik adamı idi. Enderun Sohbetleri programında Kani Karaca'nın Tekke Musikisindeki Yeri, Musiki Serüven, Hafız, Gazelhan, Naathan olarak Kani Karaca'yı, Türk Dini ve La-dini Musikisi Geleneğinde Kani Karacca, Kani Karaca'nın Bestekarlığı ve Kani Karaca'nın Yolculuğu gibi konuları konuştuk. Merak ediyorsanız buyurun Cumhurbaşkanlığı Türk Musikisi Korosu şefi Mehmet Güntekin Bey'den dinleyelim.

18 Mayıs 1944 Büyük Kırım Sürgünü

Stalin, II. Dünya Savaşı’nın ardından 18 Mayıs 1944’te Kırım’daki 420 bin Kırım Tatarını bir gece yarısında evlerinden alınıp sürülmelerini emrini verir. Bu arada Kırım Tatar erkekleri, Kızılordu’da askerdir ve Almanların Nazi ordusuna karşı savaşmaktadır. Geride kalanlar ise çoğunlukla kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve hastalardır. Kocaları, babaları, evlatları Ruslar adına cephede savaşırken kimsesiz ve çaresiz Kırım Türkleri, bir gece yarısı yataklarından kaldırılarak 15 dakikada evlerini boşaltıp çıkmaları istenmiş, hayvan taşınan vagonlara doldurularak Orta Asya, Urallar ve Sibirya’ya sürgün edildiler. Sürgün edilen 420 bini aşkın Kırım Tatarının yarısı ya sürgün yolunda veya gittikleri yerlerde açlık, susuzluk ve hastalıktan hayatını kaybetti. Ruslar, hayatlarını kaybetmesi için de her türlü şartı sağladı. Mesela önce salamura balık yedirip sonra bataklıktaki sudan içirerek bulaşıcı hastalığa yakalanmalarını sağladılar. Dünyada benzeri nadir görülen zulümlerden biri idi.

ismailgulec.net