Hüsn ü Aşk’ın Hayrabâd’dan farkı
Şeyh Gâlib Hüsn ü Aşk’ın girişinde eserini niçin kaleme aldığını açıklarken Nâbî’yi Attâr’ın hikayesini gereksiz yere bir hikâye ekleyerek uzatıp âdeta yeni bir hikâye yazarak özünü bozmakla eleştirir. Dolayısıyla Nâbî’nin Attâr’ın hikâyesindeki mesajı anlamadığını düşündüğünü okurlara hissettirir. Ayrıca Hayrabâd’da yeni bir mazmun olmadığını, evlilik gibi sıradan bir olayı uzun uzun anlattığını, bir sultan ile bir hırsızı arkadaş yaptığını söyleyerek eleştirilerini devam ettirir.
Şeyh Gâlib’in eleştirilerinin nedenini anlamak için sırayla Attâr’ın, Nâbî’nin ve Şeyh Gâlib’in hikayelerini kısaca hatırlatmak isterim. Attâr’la başlayalım.
Fahreddin-i Gorgânî ile Sultanın Kölesi
Ferîdüddin Attâr’ın İlâhînâme’sinde 80 beyitlik anonim hikâyenin 65 beytinde olaylar anlatılırken son 15 beytinde hikâyede verilen mesajlar yer alır.
Türkçenin de Türkçesi: Râşid Efendi’nin Sırf Türkçe Divân’ı
Ensar Karagöz, merhum Mehmet Şevki Eygi’nin Cumhurbaşkanlığı Külliyesi Kütüphanesine bağışladığı kitaplarını kataloglarken çok ilginç bir divanla karşılaştığını fark eder. Şeyh Râşid Efendi’ye (d. 1861-ö. 1945) ait olan bu eserin ilginçliği içinde Arapça ve Farsça kelimeler geçmeyen şiirlerden oluşmasıdır.
Cerrahî âsitanesine bağlı Sertarikzade Tekkesi şeyhi olan Râşid Efendi eserini harf devriminden 5, dil devriminden 9 yıl önce 1923’te kaleme almış. Daha önce de Mevlid’i Türkçe Doğum olarak çeviren Râşid Efendi bir sözlükçü gibi çalışmış ve yabancı dillerden Türkçeye geçen kelimelere bulduğu karşılıklara dair Yâd Dili adında bir eser ile Türkçeden Türkçeye bir sözlük olan Türk Dili adında eserler kaleme almış. Sırf Türkçe Divân’ın da temelini oluşturan Lügatü’l-Etrâk adını verdiği Niyazi Mısrî Divânı’ndan seçtiği kimi şiirleri sadeleştirerek hece vezniyle yeniden yazmış.
Somuncu Baba’nın Somunları
Somuncu Baba’yı bilmeyenimiz yoktur. Tekkesi ekmek fırını olan bu büyük veli, pişirdiği ekmekleri Bursa sokaklarında “Mü’minler, somunlar” nidalarıyla satarken yaptığı işi anlayan kişi sayısı çok azdı. Rivayete göre ekmekleri sırtında ve elinde tuttuğu bir tablaya koyar, “müminler, somunlar” diyerek satardı. Bursalılar ondan ekmek almak için birbirini çiğnermiş. Çünkü ondan ekmek alanlar sadece bir ekmek almaz, aynı zamanda nazarına mazhar olmakla feyizlenirler, gönülleri inşirah bulurmuş.
Cevabını merak ettiğimiz soru şu: Somuncu Baba ekmeklerini neden ‘müminler, somunlar’ diyerek satıyordu? Mümin ile ekmek arasında kurduğu ilişki neydi?
Okyanusların taşmasına izin vermeyeceğiz
Eskiler,
Mevtin elinden ne civân-ı kavî kurtulur ne pîr-i zebûn
İnna lillahi ve inna ileyhi râciûn
Derlerdi. Kelimenin her iki manasıyla bir pîrimizi, bir büyük dava insanımızı kaybettik. Rıhlet kösü bu defa Alev Alatlı için çaldı ve o da ömür kafilesini toplayıp bir vatanından diğerine göçtü. Allah rıhletini âsân eylesin.
Alev Alatlı ismini ilk defa öğrencilik yıllarımda duymuştum. Onunla ilk tanışmam “Orda Kimse Var mı?” üst başlığı altında yayınladığı dört kitapla olmuştu. Son okuduğum kitapları ise Nasihatnâme adı altında yayınlananlar idi. Bunlar, bize endoktrine edilen Batı hayranlığının tesirini gidermek için Batı’nın ve kapitalizmin gerçek yüzünü anlatmaya hatta öğretmeye çalışan eserlerdi. O eserlerinde, önce Türkiye’yi gündemimize almaya ve meselemiz yapmaya çalıştı. Sonra da bizi o meselenin bir tarafından tutmaya ikna etmek için uğraştı. Başarılı oldu da.
Mehmet Akif ve Mevlana
17 Aralık Mevlana’nın, 27 Aralık da Mehmet Akif Ersoy’un ölüm yıldönümü olduğu için bu ayda bu iki büyük değerimizi muhtelif etkinliklerle anıyoruz.
Alim Kahraman Tutuşmuş Bir Yürek Adanmış Bir Hayat: Mehmet Akif Ersoy kitabında Mehmet Akif’in hayatında Mevlana’nın yerini çok güzel derleyip açıklar. Ben de kitaptan Eşrep Edip ve Mithat Cemal’den de yararlanarak maddeler halinde özetleyeyim.
Mehmet Akif, henüz dört-beş yaşlarında ilk mektep öğrencisi iken bir taraftan Farsça ve Arapça dersleri alırken diğer taraftan evinin yakında bulunan Fatih Camii’nde Hafız Divanı, Gülistan ve Mesnevî gibi eserler okutan Esad Dede’nin derslerine devam eder. Çocukken dinlediği Esad Dede, Ahmet Avni Konuk ve Tahirü’l-Mevlevî gibi Mesnevî şarihlerinin şeyhidir ve devrinin en önemli mesnevihanı olduğunu ilave edeyim.
Çocukluk yıllarında tanıştığı Mesnevi’yle ikinci kez buluşması için uzun süre bekleyecektir.
Yaman değil, Yanan Dede
Yaman Dede’yi tanıyanlar, bilenler onu anlatırken üzerinde durdukları, bahsetmeden geçemedikleri konu onun has bir Hz. Peygamber aşığı olmasıdır. Talebeleri ondan bahsederken onun mutlaka bu yönüne işaret eder, ders anlatırken konu Hz. Peygamber’e geldiğinde göz yaşlarına hakim olamamasını anlatırlar. Dersi ağlayarak anlatırmış. Meşhur hikayedir, hep anlatılır. Bir gün Yaman Dede, Galata Mevlevihanesi’ne giderken yolda sendeler ve düşmemek için duvara yaslanır. Talebelerinden biri görür ve koşarak yanına gelir. “Aman hocam, iyi misiniz, hemen hastaneye gidelim.” Diyecek olur. Yaman Dede duyanın aklından hiç çıkmayacak şu cevabı verir:
- İyiyim oğlum, sadece aklıma Resulullah geldiğinde böyle oluyorum.<
Çekiç ile Örs Arasında Mehmet Akif Ersoy
Malûmunuz, içinde bulunduğumuz sene, yani 2021 yılı, Cumhurbaşkanımızın, İstiklâl Marşı'nın kabulünün 100. yılı olması münasebeti yayımladığı bir genelgeyle "Mehmet Âkif ve İstiklâl Marşı Yılı" olarak kutlanıyor.
Bu yıl vesilesi ile Mehmet Âkif'i anlatan çok sayıda yeni kitap ile tanıştık, tanışmaya devam ediyoruz. Bunlar arasında özellikle birini diğerlerinden çok farklı buldum: Ahmet Güner Sayar hocamızın telif ettiği Çekiç ile Örs Arasında Mehmet Âkif Ersoy isimli kitap.
Ahmet Güner Sayar'ın kitaplarının iki önemli özelliği olduğunu düşünürüm. İlki, ciddi bir ilim adamı titizliği ve dikkatinin hemen göze çarpması. Diğeri de ilmî kitaplarda görmeye pek alışık olmadığımız, hikâye veya roman gibi metni okunabilir kılan akıcı ve güzel Türkçe.
İlmi dimağında meknûn bir âlim Mehmet Genç Hoca
Birkaç gün önce sosyal medyada, Mehmet Genç ile Erol Özvar'ın Osmanlı Ekonomisi Üzerine Konuşmalar isimli kitaplarının çıktığını görmüş ve almak için sipariş sepetine eklemiştim. Hayfa ki kitap elime ulaşmadan ve okuyamadan, dün akşam (18 Mart 2021) aldığımız bir haberle Hoca'mızı kaybettiğimizi öğrendim. Şeref Hanım'ın veciz şekilde ifâde buyurduğu gibi;
Çâre yok bir vechile geldikde vakt ü sâati
Câm-ı mevti nûş eder pîr ü civân bây u gedâ
Mehmet Genç Hoca'mız da mevt kadehinden nûş etmişti.
Özel sohbetlerinde az da olsa bulunma lütfuna eriştiğim, "Bir âlim var mı?" sorusu karşısında akla gelecek ilk isimlerden biri olan Mehmet Genç Hoca'nın akademik çalışmalarını takdir etme cür'etinde bulunacak değilim. Çünkü bunu yapmaktan âciz olduğumu biliyorum.
22 Mürekkep Damlası yahut bir ömrün muhassalası
Her ne kadar lâyık olamasam da öğrencisi olmakta iftihar ettiğim muhterem hocam İsmail Erünsal ile yapılan söyleşi, iki kapak arasına girdi. Halil Solak'ın titizlikle ve sabırla bir yılı aşkın bir sürede hazırladığı kitabı okuduktan sonra Erünsal gibi bir bilim adamını tanıdığım ve öğrencisi olduğumdan dolayı iftihar ettim. Öte yandan, ona lâyık olmadığımı ve tembel öğrencisi olduğumu düşünerek utandım.
Dikkatlice ve özellikle konu ile ilgilenenleri en az iki kere okuması gerektiğini düşündüğüm kitap 22 bölümden oluşuyor. Her bir bölümü bir mürekkep damlası olarak düşünmüş hocam. Siz hocamın damla dediğine bakmayın, her biri bir derya.
Bir ömrün muhassalası
Kitap, hocamın akademik hayatı boyunca yapıp ettiklerinin, yazıp çizdiklerinin ihtisârı. Bu haliyle de diğer nehir söyleşilerden biraz farklı. Bunun nedenini de kendi sunuş yazısında açıklıyor.
Mim Kemal Öke’nin Turgut Reis’i
Mim Kemal Öke’yi biz akademisyen olarak tanıdık önce. Musul, Irak, Filistin ve Ermeni sorunları ile Türkiye ve Türk kimliği üzerine yazdığı kitaplarla onu tarihçi ve uluslararası ilişkiler uzmanı olarak biliyorduk. Son on yıl içinde akademisyenlik dışında, tasavvufa olan ilgisini daha belirgin kılacak işlerle de meşgul olmaya başladı. Televizyon programları, seminerler derken geçen sene bir filmde başrol oyuncusu olarak izledik kendisini. Ve bu sene de bir roman yazarı olarak karşımıza çıktı.
Turgut Reis kim?
Osmanlı kaynaklarında Turgutça, Avrupa literatüründe Dragut şeklinde tanınmış, İslâm dünyasında “Seyfü’l-İslâm / İslâm’ın kılıcı” gibi sıfatlarla anılan büyük bir denizci komutandan bahsediyoruz.
Bu dünyadan Walter G. Andrews da geçti
Türkiye dışında Divan edebiyatı denilince akla gelen birkaç isimden biri olan Walter G. Andrews’u 31 Mayıs 2020 Pazar günü kaybettik.
Amerika’nın taşrasında doğup büyüyen bu adamın hayatını Türk edebiyatına vakfetmesinin öyküsünü anlatmaya çalışayım.
Seneler önceydi. İskoçya’da iken Ulusal Kütüphane’deki Türkçe kitapları merak etmiştim. Sordum, Şark Kitapları bölümünde dediler ve yerini tarif ettiler. Şark Kitapları bölümüne gittiğimde hep Arap ve Fars edebiyatına dair kitaplar gördüm.
Roger Finch'in Yahya Kemal tercümeleri
Alemgir Haşimi (Alamgir Hashmi), son kırk yıldan beri şiir yazan ve değişik yıllarda farklı ülkelerden ödüller kazanmış, İngilizce konuşulan ülkelerde kitapları yayınlanmış Pakistan'ın tanınmış şairlerinden biridir. İngiliz ve Urdu dilleri karşılaştırmalı edebiyat profesörü olan Haşimi'nin bir çok şiir kitabının yanında bir çok şiir antolojisi de yayımladı.
İsmail Emre ve Nasrettin Hocanın fıkralarına farklı bir yaklaşım
Nasrettin Hoca Anadolu insanının ortak dilidir. Onun şöhreti yetiştiği topraklarda kalmayıp Romanya'dan Pakistan'a kadar uzanan geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Türkçe konuşulan bu toprakların yanı sıra bir çok Avrupa dilin 17. asırdan beri tercüme edilmiş ve okumuştur. Nasrettin Hoca sadece bize has olmayıp fıkraların benzerleri dünyanın her tarafında anlatılmakta ve insanları güldürürken düşündürmeye devam emmektedir. Fıkraları yüzyıllar boyunca anlatılmış ve çağlar ötesine mesajlar vermiş ve vermeye de devam edecektir. Nasrettin Hoca üzerinde en çok araştırma yapılan şahsiyetlerden biridir. Onun bir halk bilgesi olduğu ve fıkralarının hepsinde birer hikmet gizli olduğu onun hakkındaki ortak kanaattir. Nasrettin Hocanın fıkraları genellikle ahlak ve ibret bakımından değerlendirilmekte ve onun her fıkrasının son cümlesi adeta ata sözü gibi dillerde dolaşmakta ve yeri geldikçe de söylenmektedir. Hatta bu son cümleler, adeta herkesin bildiği bu fıkraların kod numarası gibi söylendiğinde fıkranın tamamı hatırlanmaktadır.
Asaf Halet Çelebi'nin İbrahim şiiri üzerine
Türk edebiyatının mistik şairlerinden Asaf Halet'in en bilinen şiirlerinden biri İbrahim'dir. Şairle arasında ilişki kurularak açıklanan bu şiirden anladıklarımı şairinden bağımsız olarak ifade etmeye çalışacağım. Bu şiirden ne anladığımı açıklamaya başlamadan evvel Hz. İbrahim'in putlarla olan münasebetini anıştırarak dile getirdiği modern insana, kendisini Allah'tan uzaklaştıran şeyleri hatırlatan şiirini paylaşayım.
Şah İsmail namaz kılar mıydı?
Basında çıkan cemevlerinin ibadethane sayılıp sayılmaması tartışması bana, birkaç yıl önce sosyal medya ortamında bir arkadaşımızın sorduğu şu soruyu hatırlattı:
Yardım talebi: Aşağıda kaydedilen "Şah Hatâyî" mahlaslı nefesteki "İki rek'at namaz"ı anlamakta zorluk çekiyorum, anlamama yardımcı olabilir misiniz?
Şâhım gelir sağa sola bakınur
Şah hışmından gökte melek sakınur
Allah deyu ism-i a'zam okunur
İki rek'at namaz vardır kılana"
Yazının devamını okumak için tıklayınız.
Pak gönüllü bir ışık: Nuri Pakdil
Geçen hafta sonu Nuri Pakdil ile geçti. Kimilerine göre Nuri Pakdil yaşadığı çağa damgasını vuran bir düşünce adamı, bir şair kimilerine göre ise değil. Hakkında olumlu-olumsuz o kadar çok şey söylendi ki hiç tanımayanların ve okumayanların kafası karışabilir. Dile getirdiği düşüncelerin şairliğini geri plana attıracak kadar kuvvetli olduğu kesin. Şiir kitapları kısa şiirlerden oluştuğu için eleştirilir zaman zaman ve şairliği tartışılır. Ama herkesin beğeneceği ve terennüm edeceği bir dizesinin olması Koca Ragıp Paşa’nın dediği gibi;
Eger maksûd eserse mısra-ı berceste kâfidir
Devamını okumak için tıklayınız.
Nedir bu Tahirlerin Nefi'den çektikleri
Adı Tahir olup da Nefi’nin meşhur kıtası ile yapılan bir espriye muhatap olmayan var mıdır bilmem. En azından bizim ve bizim bir sonramız olan neslin yoktur herhalde. Halen edebiyat derslerinde bu şiir örnek olarak veriliyorsa yeniler de bilir.
Nefi’nin bahsini edeceğimiz kıtası derslerde özellikle edebi sanatlar bahsinde tevriye için verilen örneklerin başında gelir ve şiir anlaşıldıktan sonra öğrenciler mutlaka gülerler. Hele bir de sınıfta Tahir adında biri varsa vay onun haline. Artık bir süre sınıfın esprilerine katlanmak zorunda kalmaktan başka elinden bir şey gelmez.
Methiye ve hicviye şairi Nefi. Dili çok keskin, bazen çok acıtıcı. Dostlarına bile kıyacak kadar gözü kararıyor eğer canını sıkacak bir şey görürse. Bu yüzden de başına gelmedik kalmıyor. Affediliyor, yine yazıyor ve cezalandırılıyor. Üç defa uzaklaştırıldıktan sonra en sonunda yazdığı hicviye onun ölümüne çıkarttığı davetiyesi oluyor.
Şevket Abinin ardından
Ben Şevket abiyi Enderun’da tanıdım. Mesleği nedir sorusuna hemen cevap vermek mümkün değil. Ne mezun olduğu okul, ne yaptığı işler tam olarak onun mesleğini tanımlamıyor. Gazete sahibi ama diğer gazete sahipleri gibi değil, gazeteci ama diğer gazeteciler gibi değil, yayıncı ama diğer yayıncılar gibi değildi. Ömrü inandığı dava uğrunda say u gayret ile geçti. Bunun için de ne yapması gerektiğne inanıyorsa onu yaptı.
Bugün gazetesini kurdu, uzun yıllar çıkardı. Kapatıldığında tirajı 70 bindi. Borç harç kağıt alınır, gelecek para ile ödenerek çıkarılırdı. Almanya’ya gitmek zorunda kaldığında da güvendiği insanlara teslim etmişti ve gazete çıkmaya devam etmişti. Sabah namazında Sultanahmet’te binlerce kişiyi toplayacak kadar tesirli idi.
Devamını okumak için tıklayınız.
Gazi Evrenos Bey Türbesi
Yenice-i Vardar (Giannitsa)
Yunanistan’da adı Yenice olan iki belde var. Biri günümüzde Giannitsa olarak bilinen Vardar Yenicesi veya Yenice-i Vardar, diğeri de Karasu Yenicesi, İskeçe’de. İkisinin iki ortak özelliği var, biri ilk kurulduklarında merkez olmaları. Diğeri, tanımlayan isimlerini yanlarına kuruldukları ırmaktan alıyor oluşları. Bu durum tesadüf olmasa gerek.
Sizlere anlatmaya çalıştığım Vardar Yenice’si Selanik’in yaklaşık 50 km kuzeybatısında. İsminden de anlaşılacağı gibi burası ilk defa Türkler tarafından kurulmuş bir şehir. Kuran da Rumeli’nin fethedilmesinde ve Türkleşmesinde büyük emekleri olan Batı Trakya fatihi Gazi Evranos Bey. Her ne kadar çoğu günümüze kadar ulaşmamışsa da Gazi Evrenos Bey şehrin üst tarafına cami, kervansaray, imaret, medrese gibi her Türk beldesine olan binaları inşa ettirmiş, halkın ihtiyacı olan suyu da 10 kilometre uzaklıktaki dağdan yer altından ve kemerlerle şehre akıtıp hamamlar ve çeşmeler yaptırmış.
Cenneti Arayan Adam'ın Öyküsü
Ziyaüddin Serdar Pakistan asıllı İngiliz vatandaşı bir Müslüman düşünür, yazar, eleştirmen ve yayıncı. Hayatını Müslümanların neden Batı’nın gerisinde kaldıklarını araştırmakla ve Müslümanların kalkınması için neler yapması gerektiğini aramakla geçirmiş bir entelektüel. Elliden fazla kitabı var ve önemlileri de Türkçeye kazandırıldı.
Türkçe yayınlanan eserlerinden Mukaddes Belde Mekke’sini daha önce okumuş ve çok beğenmiştim. Kitabı okurken Kabe’de olanları ve yapılanları öğrendikçe hem üzülmüş hem de ürkmüştüm. Hatta Kabe’nin esir olduğunu ve bu esaretten kurtarılması gerektiğini bile düşünmüştüm. Bir çırpıda okuduğum Cenneti Arayan Adam da beni çok etkiledi. Bunda tercümesinin de başarılı olmasının rolü var elbette. Mütercim sanki Türkçe yazılmış bir metin gibi çevirmiş. Çevirmeni İbrahim Kapaklıkaya da tebrik ve takdiri hak ediyor.
Devamını okumak için tıklayınız.
Hem zengin hem dindar olmak mümkün müdür?
Özellikle sosyal medyada, dindar olduğu bilinen veya düşünülen kimselerin zenginliklerini gösteren bir fotoğraf yayınlayıp eleştirmek moda oldu. Ellerine fırsat geçse benzerlerini yapacak olanların çoğu kere kıskandıkları veya ideolojik saplantılarından dolayı Müslümanları eleştirmek ve düşmanlılarını kusmak için fırsat kollayanların yaptıkları bu eleştiriler kısa sürede yayılıyor ve tüm Müslümanları töhmet altına alacak bir şekle bürünüyor.
Bu cümleler ile dindar zenginlerin şımarıkça hareketlerini tasvip ettiğimin anlaşılmasını istemem. Bunu kastetmediğimi hemen anlamış olmalısınız. Aslında bu dindar olup olmamaktan daha çok görgüsüzlük ve sonradan görme ile ilgili bir durum. Böyle olmakla birlikte bu tür insanların dindarlıklarıyla görünür olma çabalarını kınadığımı da ifade etmesem eksik olur söyleyeceklerim.
Devamını okumak için tıklayınız.
Cemal’imin ardından
Şubatın İstanbul’u iliklerine kadar üşüttüğü bir günde dünyalar iyisi bir kardeşimi, dostumu toprağa teslim ettik ve İbnülemin Mahmud Kemal’in deyişiyle semere-i hayâtın hayırla yâd edilmesini müşahede ettik.
Cemal ile arkadaşlığımız asistanlık yıllarına kadar uzanıyor. 24 yıl olmuş tanışalı. Dile kolay geliyor ama çeyrek asırdan bahsediyorum. Cemal’le aynı sene yüksek lisansa başladık. Askerliği tecil ettirmek için Ankara’ya gitmek kaydımı dondurup askere gitmekten daha zor gelince derslere haliyle bir sene sonra başladım. Cemal benden bir yıl önce bitirdi tezini ve doktoraya da bir yıl önce başladı. Benden bir yıl önce de asistan oldu ve doktorasını da bir yıl önce bitirdi.
2005’te İstanbul Üniversitesi’nden ayrıldıktan sonra eskisi kadar görüşemesek de zaman zaman muhtelif vesilelerle karşılaşırdık. Ortak tanıdıklardan birbirimize selam gönderir, haberdar olurduk. İdari vazifeler ve lüzumsuz işlerin yoğunluğundan dolayı son yıllarda birkaç telefon dışında pek görüşemedik. Muhibbi’nin;
Müslüm filmi üzerine kısa notlar
Gişelerde rekor kırmasa da çok seyredilen bir film ve hakkında hem geleneksel medyada hem sosyal medyada epey bir yazıldı, çizildi. Vizyona girdiğinden beri gitmek istememe rağmen fırsat bulamamıştım. Nihayet fırsatını buldum ve gittim. İzledim ve sinemadan çıkınca da bir müddet kendime gelemedim. Eve gelip Müslüm şarkılarını dinledim, dinledikçe kendi içimde boğulduğumu hissedince bilgisayarı kapatıp kendimi dışarı attım.
Peki birçok insan gibi beni de etkileyen şey neydi? Müslüm’ün şarkıları mı, bir trajediden farksız hayatı mı, talihsizliği mi, replikler mi, fotoğraflar mı, filmin kendisi mi, neydi? İçine düştüğü girdaptan kurtulmaya çalışan bir insanın çırpınışları mı beni etkiledi? Kimsenin elini tutmasına izin vermeyecek kadar müstağni olması mı? Bir türlü bırakamadığı içkisi mi? Kaderini çizen babasının acımasızlığı mı? Yoksa hepsi mi?
Hakikatli bir talebe ve hoca : Yozgatlı İhsan Efendi
Geçtiğimiz günlerde elime alınca bitirmeden bırakamadığım bir kitap okudum: Yozgatlı İhsan Efendi. Osmanlıların son dönemleri, Cumhuriyet’in ilk yılları Türkiye’si hakkında bilgi bulabileceğimiz, dönemin bir taşra şehri, o şehrin ileri gelen bir ailesi, eğitimi, Mısır ve Ezher, Ezher’e giden Türk öğrenciler ve bugüne kadar hakkında yazılmayan bir şeyin kalmadığı Mehmet Akif hakkında bilgi veren eşsiz bir kaynak. Yalnız sıradan bir okurdan daha fazlasını istiyor ve bekliyor kitap. Eğer satır aralarını okuma beceriniz varsa yazılanlardan daha fazlasını da kitaptan öğrenebilirsiniz. Ama ben, kendisine hayran bırakan bir özelliği üzerinde durmak istiyorum: İlim öğrenme aşkı, alim olmak için gösterdiği çaba.
İhsan Efendi Yozgat eşrafından ticaretle uğraşan bir babanın medreseden çıkmayan bir oğlu. Evine çok yakın olduğu halde tahsil gördüğü medresenin küçük bir hücresinde kalmayı tercih eden öğrenme aşkıyla dolu gerçek bir talebe.
Şah İsmail Namaz Kılar Mı?
Facebook’ta bir arkadaşımızın şöyle bir paylaşımını gördüm:
Yardım talebi: Aşağıda kaydedilen "Şah Hatâyî" mahlaslı nefesteki "İki rek'at namaz"ı anlamakta zorluk çekiyorum, anlamama yardımcı olabilir misiniz?
Şâhım gelir sağa sola bakınur
Şah hışmından gökte melek sakınur
Allah deyu ism-i a'zam okunur
İki rek'at namaz vardır kılana"
Soruyu soran kişi muhtemelen iki rekat namaz ile ne kastedildiğini biliyordu. Emin olmak veya başka bir anlamı olup olmadığını öğrenmek için soruyordu. Belki de bir şeyleri öğretmek amacıyla sormuştu. Verilen cevaplar meselenin rayından çıkıp başka bir yöne doğru akmaya başladını gösteriyordu. Basit bir soru “Alevilikte namaz var mı, yok mu?” tartışmasına döndü.
Yapılan yorumları dört ana başlık altında özetleyebilirim.
Kıbrıs’ta Bir Çelebi: Harid Fedai
Dehr içinde hangi gün gördün ki akşam olmaya
13 Ekim Cuma günü sabahı Prof. Dr. Oğuz Karakartal’dan aldım elim haberi. Harid Fedai Hoca’nın iyice zayıflamış ve güçşüzleşmiş bedeni emaneti daha fazla taşıyamamış. Garip bir hüzün çöktü üzerime. Telefonu kapattıktan sonra bir süre kendime gelemedim. Oysa hoca yaşlı ve hasta idi ve başı bekleniyordu ve bizim tanışıklığımız çok eskilere gitmiyordu.
Yusuf İslam neden hâlâ gitar çalıyor?
Yusuf İslam’ı biz çok sevdik, Muhammed Ali Clay’i sevdiğimiz gibi. Onun Müslüman olmasıyla gururlandık, mutlu olduk. Gariptir, Müslüman olmadan önce o şarkı söyler, biz dinlemezdik. Müslüman oldu, o şarkı söylemeyi bıraktı, biz onun şarkılarını dinlemeye başladık. Bu konu sosyologların ve psikologların alanına giriyor. Konuyu onlara havale edelim ve geçelim.
Bildiğiniz gibi, Yusuf İslam müslüman olduktan sonra uzun bir süre şarkı söylemeyi bıraktı. Ali Köse’nin isimlendirmesiyle birinci Yusuf dönemiydi bu. Sonra enstrümansız birkaç şarkı ve ilahi söyledi. İkinci Yusuf dönemi. Derken bendir girdi. Sonra gitar ve orkestra. En sonunda aralarında eski şarkılarının da olduğu konserler vermeye başladı ve sevenleri çok mutlu oldu. Bu da üçüncü Yusuf olduğu dönem.
Üç İsmail
Hayfâ ki geçti bilmedik ol hoş zaman idi
Bir insanın şanslı olup olmamasının ölçülerinden biri de kanaatimce, karşısına çıkan insanlardır. Allah’a şükürler olsun, hayatım boyunca çok güzel insanlarla karşılaştım. Bu bakımdan kendimi şanslı addederim. Her birinden bir şeyler öğrendim. Saymaya kalksam bir kitap olur. İçlerinde ikisi var ki benim hayatımı şekillendirmesi bakımından oldukça önemli. Bu iki ismin ve benim iki ortak noktamız var. Enderunîlik ve isimlerimiz. Sahib-i enderun Sahhaf İsmail Özdoğan, Prof. Dr. İsmail Erünsal ve fakiriniz. Enderunîler bizi Büyük İsmail, İsmail Hoca ve küçük İsmail olarak çağırırlardı.
Yanında beş yıl çırak olarak çalıştığım İsmail Özdoğan’dan birçok şeyin yanında hayatı, insanlığı, çalışkanlığı, kitabın ne kadar değerli olduğunu ve ulemaya hürmeti öğrendim. Prof. Dr. İsmail Erünsal’den ise bir ilim adamının nasıl olması gerektiğini. Daha doğrusu hocam öğretti, benim yeterince öğrenip öğrenmediğim konusu tartışılabilir. Ciddiyet ve tevazu her ikisinin iki önemli özellikleri idi. Gösterişi sevmezlerdi, kendilerini övenlere acırlardı. Hz. Peygamber muhabbeti ise bir diğer ortak noktaları idi.
Bir Hristiyan Ermişi: Aziz Barnabas
Kıbrıs doğal güzelliklerinin yanı sıra tarihiyle de oldukça dikkat çekici. Çok zengin bir tarihi birikim var burada. Antik Yunan ve Roma döneminden kalma şehir kalıntıları var. Erken Hıristiyanlık dönemine, özellikle Ortodoksluk için çok önemli din adamlarının mezarları ve adlarına inşa edilen kiliseler var. Bizans, Lusignanlar, Venedikler dönemlerine ait anıtsal mimari eserler var. Ve bizim için önemli iki dönem. Hz. Peygamber’in vefatının ardından başlayan Müslüman fatihlerin akınları ve Osmanlılar tarafından fethedilmesi. Bu iki dönemden kalan çok sayıda şehit mezarlarımız var.
Bu yazıda sizlere ilk dönem hıristiyanları açısından oldukça önemli bir ismi Aziz Barnabas’ı ve onun mezarını tanıtmaya çalışacağım.
Aziz Barnabas Türkiye’de daha çok yazdığı İncil ile bilinir. Bugün Ahd-i Cedîd olarak da bilinen Kutsal Kitap’ta yer alan incillerde teslîs ve enkarnasyon yer alırken Barnabas İncili’nde her ikisi de reddedilir. Bizleri heyecanlandıran kısmı ise peygamberimiz efendimiz Hz. Muhammed’in risâletini müjdeleyen ayetlerin Barnabas’ın incilinde yer alıyor olması. Bu nedenlerden dolayı Barnabas İncili Vatikan tarafından onaylanıp kabul edilmiyor.
Halil İnalcık’ın ardından
Halil İnalcık’ı ilk defa 1992 veya 1993 yılında tanıdım. İsmini duyduğum bu büyük alim o zamanlar çırak olarak çalıştığım Enderun Kitabevi’ne emekli bir büyükelçinin terekesindeki kitapları Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi için seçmek üzere gelmişti. Yanında kütüphaneci vardı ve Hoca neredeyse beş bin kitabı tek tek elden geçirdi ve büyük bir kısmını da kütüphaneye aldırmıştı. Bilkent Üniversitesi de alamayız, demedi ve aldı. O zaman daha iyi anlamıştım büyük bir hoca ve tarihçi olmanın ne demek olduğunu.
Bu arada hakkını teslim etmemiz gereken bir kişi var. Halil İnalcık’ın değerini bilen ve onu Türkiye’ye davet edip getiren İhsan Doğramacı da büyük bir teşekkürü hak ediyor. İhsan Doğramacı sadece Hoca’yı Bilkent’e kazandırmakla kalmadı, onun zengin kütüphanesini de Bilkent Üniversitesi Kütüphanesine kattı. Bugün tarih konusunda en zengin kütüphaneye sahip üç üniversite varsa bunlardan biri mutlaka Bilkent Üniversitesi’dir. Neyse biz yine Halil Hoca’ya dönelim.
Abdurrahim Fedâî’nin Hâfız Divânı’nın İlk Beytine Yaptığı Şerhin Önceki Şerhlerden Farkı
[Uluslararası Melâmîlik ve Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî Sempozyumu 9-10 Mayıs 2015 Antalya Bildirileri, ed. Rıdvan Yıldırım, Ankara: TİKA, 2016, s. 189-202.]
Sadık Vicdanî Tomar-ı Turuk-ı Aliye’sinde (1995: 19-84) ve Abdülbaki Gölpınarlı, Melamilik ve Melamiler (1982) isimli eserinde Melamileri üç devirde inceler. Bunlar, ilk dönem melamileri olarak da adlandırılan hicretin üçüncü asrında Nişabur’da ortaya çıkan Hamdun Kassâr’la başlayan Melamiyye-i Kassâriyye, orta devre melamileri olarak da anılan Hacı Bayram Veli’nin halifesi Ömer-i Sikkînî’ni ile başlayan Melamiyye-i Bayramiyye ve son devre melamileri olarak da isimlendirilen XIX. asırda Muhammed Nûru’l-Arabî tarafından kurulan Melamiyye-i Nûriyye’dir.
Üçüncü devre melâmilerinin kutbu Nûru’l-Arabî, Kudüs’e yerleşmiş Hz. Hüseyin soyundan gelen bir ailenin çocuğu olarak 1813 yılında dünyaya geldi. Babasının Mısır’a göç etmesiyle de tahsil hayatını Mısır’da tamamlamıştır. Babasının küçük yaşta vefat etmesiyle dayısı tarafından himaye edilmiştir. 1820’de Şeyh Hasan Kuveysni’nin yanında başladığı tahsil hayatı dokuz yıl sürdü. Farklı hocalar ve şeyhlerden feyz aldıktan sonra döndüğü Mısır’da hocası tarafından Rumeli’ye gönderildi. Burada Kazanlı Abdülhalık Efendi’ye intisap etti ve onun ölümüyle de Trabzonlu Şeyh Mustafa’ya bağlandı ve Nakşıbendiyye-Müceddidî icazeti aldı. Ömrünün büyük bir kısmı bugün Makedonya sınırları içinde olan Usturumca ve Üsküp’te geçti. 13 Mart 1888’de Usturumca’daki evinde vefat etti ve vefat ettiği odaya defnedildi. (Azamat 2005: 560-561)
Bir Yunus Emre şarihi olarak İsmail Hakkı Bursevî ve şerhleri
[¨Bir Yunus Emre Şarihi Olarak İsmail Hakkı Bursevi ve Şerhleri¨, Yunus Emre Kitabı, yay. haz. Ercan Yılmaz, Fahri Tuna, Hüseyin Yorulmaz, Sakarya, Değişim Yayınları, 2014, s. 139-148.]
Bir Yunus Emre şarihi olarak İsmail Hakkı Bursevî ve şerhleri
Rûhü’l-Mesnevî’yi şerh ederken Arapça, Farsça ve Türkçe şiirlerden bolca örnekler vermiştir. Arap edebiyatından 16, Fars edebiyatından 19 şairin şiirlerini kullanan Bursevî, Türk edebiyatından ise 49 şairden örnekler vermiştir.
Konusu tasavvuf olan bir kitapta mutasavvıf şairlerin ilk üçte yer almasında bir olağandışılık bulunmamaktadır. Bursevî’nin mensubu bulunduğu tarikatın piri olması bakımından Aziz Mahmûd Hüdâyî’den sıkça alıntı yapılması anlaşılabilir bir durumdur. Ahmed Bîcân Efendi’den fazlaca alıntı yapmasının nedeni ise Bursevî’nin, onun Muhammediye isimli eserini şerh etmesiyle, dolayısıyla yakınen bilmesiyle açıklayabiliriz.
İki mutasavvıfın özel durumlarını göz önünde bulundurup değerlendirme dışı tutarsak Bursevî’nin şiirlerini en çok kullandığı şairin Yunus Emre olduğunu söyleyebiliriz.
Prizrenli bir veli: Abdurrahim Fedâî ve Risâle-i Iydiyyesi
"Abdurrahim Fedayi ve Rısale-i Iydıyye’si¨, Balkan Studies II History&Literature, ed. Deniz Ekinci vd., İstanbul: Ciril Metedhiy Universtiy, 2011, s. 45-53.
br>
Prizrenli bir veli: Abdurrahim Fedâî ve Risâle-i Iydiyyesi
İsmail GÜLEÇ
br>
Sadık Vicdanî Tomar-ı Turuk-ı Aliye’sinde (1995: 19-84) ve Abdülbaki Gölpınarlı, Melamilik ve Melamiler (1982) isimli eserinde Melamileri üç devirde inceler. Bunlar, ilk dönem melamileri olarak da adlandırılan hicretin üçüncü asrında Nişabur’da ortaya çıkan Hamdun Kassâr’la başlayan Melamiyye-i Kassâriyye, orta devre melamileri olarak da anılan Hacı Bayram Veli’nin halifesi Ömer-i Sikkînî’ni ile başlayan Melamiyye-i Bayramiyye ve son devre melamileri olarak da isimlendirilen XIX. asırda Muhammed Nûru’l-Arabî tarafından kurulan Melamiyye-i Nûriyye’dir.
br>
Nûru’l-Arabî, Kudüs’e yerleşmiş Hz. Hüseyin soyundan gelen bir ailenin çocuğu olarak 1813 yılında dünyaya geldi. Babasının Mısır’a göç etmesiyle de tahsil hayatını Mısır’da tamamlamıştır. Babasının küçük yaşta vefat etmesiyle dayısı tarafından himaye edilmiştir. 1820’de Şeyh Hasan Kuveysni’nin yanında başladığı tahsil hayatı dokuz yıl sürdü. Farklı hocalar ve şeyhlerden feyz aldıktan sonra döndüğü Mısır’da hocası tarafından Rumeli’ye gönderildi. Burada Kazanlı Abdülhalık Efendi’ye intisap etti ve onun ölümüyle de Trabzonlu Şeyh Mustafa’ya bağlandı ve Nakşıbendiyye-Müceddidî icazeti aldı. Ömrünün büyük bir kısmı bugün Mekadonya sınırları içinde olan Usturumca ve Üsküp’te geçti. 13 Mart 1888’de Ustrumca’daki evinde vefat etti ve öldüğü odaya defnedildi.** (Azamat 2005: 560-561)
Yaşar kemâle eren her vakit gönüllerde
Yaşar kemâle Eren Her Vakit Gönüllerde |
Türkiye, 28 Şubat 2015’te büyük bir edebiyatçısını, Nobel’e aday gösterilen ilk romancısı Yaşar Kemal’i kaybetti. Hayatı boyunca Türklerle Kürtlerin kardeşliğini savunan Yaşar Kemal'in, silah bırakma çağrısının yapıldığı gün gözlerini kapaması kaderin binlerce garip cilvesinden biri olsa gerek. Büyük ihtimalle bu haberden haberdar olmadı ama bu yaşa kadar bu haberi beklediğini söylesek sanırım yanlış bir şey söylemiş olmayız.
Yaşar Kemal’i tanımak demek biraz Türk toplumunu, en azından bir kısmını tanımak, Türkiye’nin son elli yıllık siyasi hayatından ve tartışmalarından haberdar olmak demek. Kutuplaşmanın had safhalara ulaştığı dönemde sol tarafta kaldığı için sağcılar tarafından fazla okunmayan bir yazar olması aslında okumayanlar için bir kayıptı. Aynı şekilde kendilerini solda görüp sağın önemli edebiyatçılarını görmezden gelen solcular için de benzer kayıplar söz konusu. Oysa o Türkçenin romancısı ve hikayecisi idi, iyi bir yazardı ve eserleri okunmayı fazlasıyla hakediyordu. Ama maalesef ideolojik asabiyet ve mahalle baskısı bu ülkenin çocuklarının beslenmelerini eksik bıraktı. Ölümün ardından bir çok insan Yaşar Kemal’i yeniden keşfedecek, neden şimdiye kadar okumadığını kendisine soracak ve hayıflanacaktır. İlk defa okuyacaklara tavsiyem hikâyelerinden başlamalarıdır.
İsmail Amca
Beş yıl çıraklığını yaptığım ve kendisinden çok şey öğrendiğim, üzerimde büyük emeği ve hakkı olan İsmail Özdoğan amcam Hakk'ın rahmetine kavuştu. Allah mekanını cennet, kabrini pür nur eylesin. Amin.
Bir nokta peşinde geçen bir ömür
Bir nokta peşinde geçen bir ömür:
Lütfi Filiz (28 Subat 1911-15 Aralık 2007)
Bundan iki sene önce büyük bir Hak aşığı ve dostu Lütfi Filiz’i kaybetmiştik. Hayatında Mevlana’nın ve neyin çok önemli bir yeri olan Lütfi Filiz’in bir Mevlevi dedesi önünde diz çökmesine vesile olan rüyasını sizlerle paylaşmak istedim.