Bülbül Yuvası: Yakova
Kosova’ya gidenler genellikle Sultan Murad türbesini ziyaret ettikten sonra Prizren’e uğrar, duruma göre birkaç saat vakit geçirdikten veya bir gece kaldıktan sonra bir başka ülkeye geçerler. Oysa kanaatimce İpek ve Yakova da mutlaka gezilmeli ve görülmelidir.
İpek bir başka yazının konusu olsun, ben size Evliya Çelebi’nin “Bülbül yuvası” dediği Yakova’yı neden görmeniz gerektiğini açıklamaya çalışayım.
Ben, bir şehre gittiğimde ilk olarak ulu camiine, çarşısına, sokaklarına ve evlerine bakarım. Bunların yanında medrese, çeşme, tekke, köprü gibi her şehirde bulunmayan diğer mimari unsurlar gelir. Bunların uyum içinde olması ve şehrin tarihinin bir dönemini yansıtacak şekilde korunması da çok önemli. Apartmanlar arasında kalmış bir çeşme beni çok heyecanlandırmaz ancak tarihi dokusunu koruyan bir sokağın köşesindeki çeşme, yakın bir arkadaşımı görmüş gibi beni sevindirir. Yakova’nın merkezi tarihi dokunun korunmuş olması ve yapılarının çeşitliliği ile ziyaret edilmeyi hak ediyor.
Kuzey Makedonya'da Bir Osmanlı Kasabası: Kratova
Kuzey Makedonya’nın güzelliklerini maalesef düzenlenen turlarda gidildiğinde görmemiz pek mümkün olmuyor. Turlarda görülen yerler birkaç şehirle sınırlı. Üsküp’e gidilir, kafile birkaç saat serbest bırakılır. Bu arada Türk çarşısı ve köprü gezilir, bir şeyler yenilip içildikten sonra Kalkandelen’e gidilir. Orada Alaca Cami ve Harabati Tekkesi gezildikten sonra Gostivar’in içinden geçilerek Ohri ve Struga’ya gidilir. Ohri’de çarşı ve kale gezilip gölde tekne gezintisi yapılır. Bazı turlar Struga’ya da götürür ancak turlarla giden birkaç kişiyle konuştuğumda Struga’ya gitmediğini öğrenmiştim. Eğer otobüsle gelinmiş ise yol üzerinde Manastır’a da uğranır. Yani hepi topu bir gece kalınıp en çok gezdireni Manastır, Ohri, Struga ve Ohri’yi gezdirir. Oysa Makedonya’da oralara kadar gitmişken mutlaka görmesi gereken birkaç yer daha var.
Osmanlı döneminde bir kaza yani ilçenin nasıl bir yer olduğu görülmek isteniyorsa görülmesi gereken yer Kratova’dır. Bulunduğu konumla uyumlu evlerin bulunduğu mahalleleri, köprüleri, kuleleri ve çarşısıyla tam bir Türk şehridir. Küçük tarihi İtalyan şehirlerine benzettiğim küçük tarihi bir Osmanlı şehri olan Kratova köprüleri de Mostar köprüsüne benzer.
Makedonya’nın en güzel Türk köyü: Bahçebosu
Bir köyün güzel olup olmadığını neye göre belirlersiniz? Karar vermeden önce nelerine dikkat edersiniz? Sizi en çok etkileyen yönü hangisidir, deniz görmesi mi, içinden dere geçmesi mi, dağ köyü olması mı yoksa ova köyü olması mı? Yolların düzgünlüğü, evlerin güzelliği ve bakımına da dikkat eder misiniz?
Ben bir köyün güzel olduğuna karar vermeden önce mutlaka panoramik manzarasına bakarım. Köyler genellikle içine girilmeden önce uzaktan görülür. İlk defa gittiğimiz bir köy ise bu manzara ilk intiba için çok önemlidir. Uzaktan gördüğünüzde bulunduğu çevre ile uyumlu olup olmaması çok önemli. Evler, ağaçlar, taşlar, dereler gibi o coğrafyanın bir parçası olup olmamasına dikkat ederim. Evlerin birbiri ile uyumu da çok önemli tabi. Yükseklikleri ve biçimlerinin mevzun ve mütenasip olması, hatta camii ve minaresinin yüksekliği bile çok önemli. Bunların yanı sıra gidilen köyün bulunduğu yere göre birtakım özelliklerinin olup olmamasına da dikkat edilir.
Bir köye neden ‘Küçük İstanbul’ denir?
Birkaç hafta önce on günlük bir Makedonya gezimiz olmuştu. Bu vesile ile Makedonya’nın dört bir tarafına gitmiş, onlarca köyünü görmüştük. Gittiğimiz köyler arasında gidilmesi en zor ve uzak olan İştip’e bağlı Penüş idi.
İştip-Nogotino arasındaki çevre yolundan çıktıktan sonra beş-altı km kadar toprak ve taşlı yoldan geçerek gittiğimiz köyün bir zamanlar cıvıl cıvıl olduğunu düşünmek hayal gibiydi. Tüm köylerine gitmedim ama Penüş’ün İştip’in yolu en kötü ve gidilmesi en zor köyü olduğunu söyleyebilirim.
Sadece yolu değil, kitaplarda ve makalelerde de kendisinden pek bahsedilmeyen bir köy olduğunu söylemeliyim. Ancak köydeki tekke ve yıkılmak üzere olan eski camii görünce ilgi görmemesine ve kitaplarda kendisinden bahsedilmemesine şaşırdığımı ifade etmeliyim.
İran’da kutsal bir şehir: Meşhed
Geçtiğimiz hafta bir kaza sonucu vefat eden İran Cumhurbaşkanı Reisî’nin cenazesi Meşhed’de İmam Rıza Türbesi içinde hazırlanan mezara defnedilmesi üzerine dikkatler Meşhed üzerine çekildi. Birkaç sene önce ziyaret etme fırsatı bulduğum şehirde gördüklerimi sizinle paylaşayım.
İran’ın Afganistan sınırındaki Horasan eyaletinde yer alan Meşhed, İran’ın ikinci ve en önemli büyük şehri. Onu önemli yapan şey ise on iki imamdan sekizincisi olan İmam Rıza’nın türbesine ev sahipliği yapıyor olması. İmam Rıza’nın defnedilmesiyle birlikte şehir gelişmiş, büyümüş. Meşhed-i Rızâ, el-Meşhedü’r-Razavî, Meşhed-i Tûs, Meşhed-i Mukaddes gibi isimlerle anılsa da bugün artık sadece Meşhed söyleniyor.
Kıbrıs Camileri
Kıbrıs’ın görülmeye ve ziyaret edilmeye en çok değen yapılardan biri de camileridir. 1571’de ada Türkler tarafından fethedildikten sonra yapımına başlanan camilerin yapımına hâlen devam ediliyor.
Gezdiğim ve gördüğüm kadarı ile Kıbrıs’taki camileri yapılarına ve görünüşlerine göre dört farklı özellikle olduğunu söyleyebilirim. İlki ada fethedilince fetih hakkı olarak camiye çevrilen kiliseler. İkincisi fetihten sonra Osmanlı-Türk mimarisi tarzında yapılanlar. Üçüncüsü zaman içinde Kıbrıs’ın iklim şartlarına ve yerel dokusuna uygun yapılanlar ve sonuncusu İngiliz döneminde planı kiliseye benzeyenler. Bunları örnek vererek sırasıyla açıklamaya çalışayım.
“Hüve’l-Bâkî” ile “Ruhuna Fatihâ” arasında
Bir toplumun medeniyet seviyesini gösteren işaretlerden biri de mezarlıkları ve mezar taşlarıdır. Türkler, Müslüman olmadan önce atalarının mezarlarına gösterdiği hürmeti ve özeni Müslüman olduktan sonra da göstermişler, dünyanın en güzel mezarlıklarını ve mezar taşlarını yapmışlardır. Taşı kitabeye dönüştürmeyi başarmak kolay bir iş olmasa gerek. Dünyanın hiçbir yerinde bizim mezarlarımız kadar sanat değeri yüksek, sembollerle örülü ve birbirine hem benzeyen hem benzemeyen farklı mezar taşları bulamazsınız. Bizim mezarlarımız lahdi ile, baş ve ayak taraflarına dikilen taşları ile, çevresine dikilen bitki ve çiçek örtüsüyle bizim medeniyetimizin geldiği noktayı gösteren harika örneklerden biridir.
Öteden beri bizde heykeltıraşlık olmadığından dem vurulur, durulur. Oysa sıradan bir Osmanlı mezarlığı gezilse o mermerlerden ve taşlardan ne harika işler çıkarıldığı hemen görülecektir. Mermer üzerine işlenen nakışlar, motifler tezyini sanatların en güzellerindendir. Kitabe üzerindeki yazı ise biçim olarak hattın, muhteva olarak da şiirin güzel örnekleridir. Bir mezar taşında musiki dışında tüm sanatları görmek mümkündür.
Biz Buhara’dayız Buhara da bizde
Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi, Buhara Devlet Üniversitesi, Buhara Tıbbiyat Üniversitesi, Türkiye Yazarlar Birliği ve Türksoy’un birlikte düzenledikleri Doğumunun 150. Yılında Mehmet Akif Ersoy başlıklı bilgi şölenine katılmak üzere birkaç gün Buhara’da kaldım. Neden Buhara’da düzenlendiğini merak edenler için hemen söyleyeyim. Mehmet Akif Ersoy’un annesi Emine Şerife Hanım Buharalıdır ve Mehmet Akif’in başladığı ilk mektep Emir Buhari mahalle mektebidir. Yani Mehmet Akif Ersoy, annesinin memleketinde anılmış oldu. Dikkatimi çeken husus Buhara’da neredeyse kimsenin Mehmet Akif’in annesinin Buharalı olduğunu bilmemesi ve tanımaması idi. O yüzden bilgi şöleni kanaatimce çok isabetli oldu.
Eğitim hayatımız Buhara’da başlar
Kısa Yozgat Gezi Rehberi
Geçtiğimiz hafta (1-2 Kasım 2023) Mehmet Akif İnan Vakfı, Eğitim-Bir-Sen ve Yozgat Bozok Üniversitesi iş birliğinde düzenlenen Abbas Sayar 100 Yaşında Sempozyumu münasebetiyle Yozgat’ta idim. Şehri gezebilmek için bir gün önce gittiğim Yozgat’ı beklediğimden daha güzel bulduğumu ve çok beğendiğimi belirteyim. İkinci olarak da neden beğendiğimi gezip gördüklerimi anlatarak açıklamaya çalışayım.
Şehir, Nohutlu Tepe ile Çamlık arasında sıkışmış, iki dağ arasında kurulmuş. Maalesef Nohutlu Tepe’nin ardını eski bir Amerikan dizisini çağrıştıracak şekilde Şahin Tepesi yapmışlar. Oysa hikayelerde, türkülerde hep Nohutlu Tepe geçiyor. Nohutlu Tepe’yi unutturacak şekilde isim vermek Yozgat’ın tarihini ve kültürünü unutturmak demek. Buna izin verilmemeli.
Bilinmeyen hazinelerimizden: Beçin Kalesi ve Şehri
Bazı yerler var ki ne kadar anlatılırsa anlatılsın görülmedikçe kıymeti tam olarak bilinmiyor. Kıymetini ve önemini anlamak için illa görmek, yaşamak gerekiyor.
Aynı fakültede çalıştığımız Prof. Dr. Kadir Pektaş Hoca, kazı başkanlığını yürüttüğü Beçin’i ve önemini anlatır, biz de diğer kazı yerleri gibi toz-toprak içinde duvar kalıntıları olduğunu düşünürdüm. Geçen hafta bir münasebetle Milas’a gidince, buralara kadar gelmişken Kadir Pektaş’ın Beçin’ini de bir göreyim, dedim ve Kadir Hoca’yı aradım.
Şansıma hoca Milas’taydı ve bize Beçin’i gezdirdi. En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim. Hoca bize az bile anlatıyormuş, meğer Beçin bir hazine imiş. Neden böyle düşündüğümü izah etmeye çalışayım. Yine de ikna olmaz iseniz lütfen siz de ziyaret edin.
Taraklı Sarıkız ve Kızlar Türbeleri
Sakarya’nın merkeze en uzak ilçelerinden biri olan Taraklı şehrin güneybatısında ve 65 kilometre uzaklıkta şirin ve tarihi bir kasabadır.
Tarihi İpekyolu üzerinde bulunan Taraklı, Ertuğrul Gazi zamanında Osman Bey’in silah arkadaşlarından Samsa Çavuş tarafından Bizanslıların elinden alınması Osmanlı Beyliği’nin kuruluşundan öncesine gidiyor, bir rivayete göre 1289, bir diğerine göre 1293.
Evliya Çelebi Seyahatname’sinde halkın şimşir tarak ve kaşık yapmasından dolayı Yenice Tarakçı olarak geçen kasabanın adı zamanla Taraklı’ya dönüşür.
Güney Makedonya Camileri
Geçen yazımızda Teselya bölgesindeki camiler hakkında bilgi vermiştik. Bu sefer biraz daha yukarı çıkıp aralarında Selanik’in de bulunduğu Güney Makedonya bölgesinde gördüğüm camiler hakkında bilgi vereyim. Bilgi vermeden Heath Lowry’nin kitabını özellikle zikretmeliyim. Sadece camilerin değil diğer mimari eserlerin durumu hakkında bilgi veren bu eser her türlü övgüyü hak ediyor.
Güney Makedonya
Geçtiğimiz sene Avrupa gündemini meşgul eden konulardan biri de Makedonya meselesi idi. Yunanistan en başından beri kendi sınırları içinde Makedonya diye bir yer bulunduğu ve bölgenin Antik Yunan tarihinin ve kültürünün bir parçası olduğu ve Makedonların Yunan olduklarını gerekçesiyle karşı çıkmıştı.
Teselya'daki (Yunanistan) Camiler
29 Mayıs’tan bu yana ülkenin gündemini Ayasofya ile ilgili tartışmalar meşgul ediyor.
Tartışmalarda Yunanistan’daki camiler de geçince geçen sene bir proje kapsamında gezdiğim Yunanistan’da gördüğüm camiler hakkında bilgi vermek istedim.
Bu sefer sadece Teselya bölgesinde kalan camilerden bahsedeceğim. Teselya dediğimiz yer Orta Yunanistan. Yanya’dan Larissa’ya bir çizgi çizin. Yukarıda da Selanik’ten 20-30 km aşağısına kadar olan bölgeden bahsediyorum.
Bana göre Yunanistan’ın en güzel bölgesi, dağları, ovaları, denizleri ile bir doğa harikası olan bölgesi.
Katarin Bektaşi Tekkesi
Katerin, Selanik’e, yaklaşık bir saatlik mesafede (70 km) Olimpos Dağı’nın doğu eteklerinde kurulmuş bir sahil kenti. Bugün Pontus mübadillerinin yaşadığı bu şehirde bir zamanlar halk arasında Sarı Abdullah Baba Tekkesi olarak bilinen Katarin Bektaşi Tekkesi şehrin merkezinde, eski hastane binasının batısında, 50 metre ileride bir park içinde.
Gitmeden önce şehrin girişinde ve otoban tarafında diye okuyunca oralarda aradık. Kimse de bilmiyordu. Nedense birinin aklına siz cami mi arıyorsunuz diye bir soru geldi. Ben de gelmişken bari orasını görelim dedim. Ümitsizlik içinde gitmişken birden aradığımız tekke ve türbeyü görünce ne kadar sevindiğimi bilemezsiniz.
Bugün bahçesinde suyu akmayan aslanlı çeşmesi, türbe binası ve hemen yanında Bektaşi taclı mezar taşı olan iki kabir var. Türbe elden geçirilmiş ve gayet temiz durumda. Kapısı kilitli olduğu için içine giremedik.
Seyyid Ali Sultan Türbesi ve Tekkesi
Bektaşiliğin doğduğu ve yayıldığı tekke desem sanırım yanlış bir şey söylemiş olmam. Otman Baba, Demir Baba, Akyazılı Sultan da var ama hiçbiri Rumeli’nin en önemli tekkesi Kızıl Deli Sultan Tekkesi kadar Bektaşillik içinde büyük rol oynanamış.
Tekkeye adını veren Seyyid Ali Sultan, nam-ı diğer Kızıl Deli Sultan adında bir veli, eren, gazi. Maalesef hayatı hakkında Velâyetnâmesi’nde dışında bir bilgimiz yok.
Seyyid Ali Sultan Horasan erenlerindendir. Seyyid olduğuna göre Horasan’a gelen ehl-i beyt ahfadından birinin soyundan olmalı. Seyyid Ali Sultan bir gece rüyasında Hz. Peygamber’i görür ve Peygamberimiz Balkanların fethi için Yıldırım Beyazıd’a yardım etmesini söyler. O da kırk arkadaşı ile birlikte yola çıkar. Bir rivayette Hacı Bektaş ile Kadıncık Ana’nın çocukları olduğu söylenir ancak tarihçiler Hacı Bektaş’ın hiç evlenmediğini kabul ederler.
Gümülcine merkez türbe ve tekkeleri
Türkiye sınırının yaklaşık 100 km batısında, Bulgar sınırının 23 km güneyinde ve denizin de 40 km kuzeyinde bir ovada kurulmuş Yunanların Komotini, bizim Gümülcine dediğimiz kent. Batı Trakya Türklerinin dini ve kültürel merkezi olan bu kentte doğal olarak türbe ve tekke bakımından da oldukça zengin. 1371’de Evrenos Bey tarafından fethedilen Gümülcine 1912’de elimizden çıktı. 1344’te Aydınoğlu Umur Bey tarafından zaptedilir ama tekrar kaybedilir. Kaynaklara Gümülcine adı ilk defa bu dönemde geçer ve ondan sonra hep kullanılır.
Şehrin ismine dair bir takım rivayetler var. Evliya Çelebi’nin rivayetine göre Gümülcin adında bir Yahudi buraya gelmiş, çok beğenmiş ve bir kale inşa etmiş. Zamanla kalenin etrafı dolmuş ve insanlar Gümülcine demişler şehre. Bir başka rivayete göre bölgeye ilk yerleşenlerden Kömürcü Nine’nin adından geliyor. Bir başka rivayete göre Yunan hekimlerden Bilkos cüzzama yakalanan kızını Rumçine’yi buraya gönderir ve havası ve suyu iyi gelir, kız burada iyileşir. Derken burada insanlar çoğalır ve şehir kurulur. Rumçine adını verirler bu şehre. Türkler de bu ismi Gümülcine olarak telaffuz ederler. Ben şehrin eski adı Koumoutsina’dan geldiğini ve Türklerin telaffuzu ile Gümülcine’ye döndüğü rivayetini daha makul buluyorum.
İskeçe'nin Ova Köylerindeki Türbe ve Tekkeler
İskeçe’nin etrafındaki yakın köylere ova köyleri denildiğini ben İskeçe’ye gelince öğrendim. Öğrenince tasnifi de ona göre yaptım. Kırklar Tekkesi ile başlayalım anlatmaya.
Kırklar Tekkesi
Kırklar Tekkesi adını yanına kurulduğu nehirden alıyor, diğer Yeniceler ile karışmasın diye buraya Yenice-i Karasu demişler. Bir zamanlar İskeçe’den daha büyük ve merkez iken zamanla İskeçe’ye bağlı bir köy haline gelmiş. Bazı yerlerin böyle kaderleri oluyor. Bir deprem, bir yangın, bir doğal afet her şeyi değiştirebiliyor. Yenice’nin de kaderi değişmiş.
Yenice’de İskeçe’de olmayan abidevi eserler var. Vezir Mustafa Paşa camii ve Defterdar Ahmet Paşa külliyesi gibi eserler İskeçe’de yok. Evliya Çelebi Yenice’den bahsederken İskeçe’den hiç bahsetmez mesela. Kaynaklarda Hasan Baba, Mahsun Baba, Mercan Ana, Müsellem Baba, Öksüz Baba, Taybe Sultan, Ali Baba ve Ahmet oğlu Ahmet Baba türbelerinin adının olması boşuna değil. Ama gittiğimizde elimizdeki listeden sadece Kırklar tekkesini bulabildik.
İskeçe Balkan Köyleri Türbe ve Tekkeleri
İskeçe Balkanlardan denize kadar uzanan, hem denizi hem de dağı olan harika bir yer. İskeçe, dağın bitip ovanın başladığı yerde olduğu için köyleri Balkan köyleri ve ova köyleri olarak tarif ediyorlar. Balkan köyleri ile başlayalım biz de.
Karaca Ahmet ve Karaca Ayşe
İskeçe’nin dağ kolunda bulunan köylerden biri Şahin. Bu sokaklarından bir arabanın zor geçtiği ve herkesin motor kullandığı köy adını Lala Şahin Paşa’dan alıyormuş. 1375’lerde kuruluyor köy, oldukça eski. Bu güzel köyde iki türbe var. Biri köyün içindeki camiin içinde, evet içinde yanlış okumadınız. Diğeri de camiin tam karşısındaki tepede. Bir rivayete göre ikisi de makam türbesi.
Bölgede daha önce hiçbir yerde görmediğim bir şey türbenin camiin içinde olması. Girişte, yerden bir buçuk metre kadar yükseklikte. Muhtemelen cami yeniden inşa edilirken ve genişletilirken içeride kalmış olmalı. Camii de türbenin olduğu yere inşa etmişler zaten ilk yapıldığında. Türbenin duvara gelen taraflarında çini ile kaplanmış ve İstanbul Karaca Ahmet dergahından alınma şu ibare kuşak yazısı olarak dönülmüş: Hüve’l-Hayyü’l-Baki Menba-ı feyz-i Hüda mazhar-ı nûr-ı Hüda kutbü’l-arifîn Karaca Ahmed hazretlerinin dergah-ı muallâsıdır. 1350. Ketebehü Abdülkadir. Belli ki burası için yazdırılmış bu yazı. Aynı yazı bir mermer kitabe olarak da yazılmış ve sandukanın baş tarafında duvara dayalı bir şekilde duruyordu.
İskeçe Bektaşi Tekkesi ve Hacı Hasip Baba Türbesi
İskeçe’nin doğusundaki aşağı mahallelede Christou Kopsida 34’te bugün küçük bir kısmı kalmış bir Bektaşi tekkesi var. Gittiğimizde kapalı olduğu için içine giremediğimiz cadde ile sokağın köşesindeki kuçkuç tekkesi de denilen Hasip Baba tekkesi beyaz badanalı, kiremitli, orta büyüklükte kagir bir yapı. Önünde de dört mezar olan avlusu var. Belli ki büyük bir kısmı yola ve çevresindeki evlere gitmiş.
Tekke meşhur 1826 Vaka-ı Hayriye’den sonra tahrip edilir ve boşaltılır. Bu baskı uzun sürmez ve yirmi yıl içinde baskı gevşer, bir müddet sonra da Bektaşiler üzerindeki takibat kalkınca tekke yeniden faal olur. O dönemlerde postta Kesriyeli Hafız Kemalî Baba oturmaktadır. Hafız Baba’nın vefatının ardından yerine Limnili İbrahim Baba gönderilir. İbrahim Baba dergahın halini görünce üzülür ve İstanbul’dan, Mehmet Ali Hilmi Dedebaba’dan yardım ister. Mehmet Ali Hilmi Dedebaba bu iş için o zamanlar 86 yaşında olan Sütlüce Caferâbad dergâhı postnişini Hacı Hasib Baba’yı görevlendirir ve gönderirken de tamirat için bir tarih düşürür. Bu dörtlük kitabe olarak hâlen dergahın girişinde kapının üstünde asılır. Bir kısı boyanmış kitabe şöyle:
Kuzey Yunanistan'ın incisi: Selanik
Türkler arasında Selanik ismini duyup da heyecanlanmayan var mıdır acaba? Jön Türk hareketinin beşiği, İttihad ve Terakki’nin kurulduğu, Gazi Mustafa Kemal’in doğduğu, Türklerin “İstanbul’un bir parçası”, Yahudilerin “şehirlerin anası” dedikleri Kuzey Yunanistan’ın en önemli şehri. Osmanlılar döneminde çok dilli ve çok kültürlü kozmopolit bir şehir iken günümüzde bu özelliğinden eser kalmayan bu güzel şehirden 1912 yılında çekildik. Bizim ardımızdan iki dünya savaşı iki deprem geçiren şehir bayağı değişmiş.
Selanik 1387 baharında Çandarlı Hayrettin Paşa ve Gazi Evrenos Bey tarafından fethedildi. Her yerde olduğu gibi Selanik’te de Türkler Rumlara çok iyi davrandı ancak Ankara Savaşı’ndan sonra Bizans’a geçen Selanik, tekrar Türk hakimiyetine geçmek için 1430 yılını bekleyecekti. Bizans’ın Venediklilere sattığı şehri zorlu bir muhasaradan sonra alan II. Murad Venediklilerden kaçan Rumları geri çağırdı, mallarını iade etti ve yüzyıllarca sürecek Türk barışı şehre hakim oldu. Hatta papazların Türklere gizli geçitleri göstererek şehrin alınmasında yardımcı olduğu ve bu yüzden manastıra imtiyazlar verildiği rivayet edilir. İspanya’dan kaçan Yahudilerin bir bölümü de Selanik’e yerleştirilince şehrin ticaretinin yanı sıra ilim ve kültür faaliyetlerini geliştirdiler ve Osmanlı coğrafyasında ilk matbaayı burada kurdular. Sebatay Sevi’nin de burada yetiştiğini hatırlatmama gerek var mı?
Tırhala yahut Trikkala
Biz Tırhala diyoruz, Yunanlar Trikkala/Trikala diyorlar. Arta’dan Orta Yunanistan’ın tam ortasında olan bu şehre dağların arasından geçerek gittik.
Tırhala Yunanistan’ın en eski şehirlerinden biri imiş. I. Beyazıd ve Gazi Evrenos Bey’in 1394’de sulh ile alır bu güzel şehri. Sırp yöneticilerden kurtulmak isteyen halk Hristiyan nüfusa ve kiliselerine dokunulmaması şartıyla Türklerin idaresini tercih ederler. Sulh ile alınan bu güzel şehir yine bir anlaşma sonucu 1881’de yeni kurulan Yunanistan kırallığına bırakılır.
Şehirde Türkler ve Rumların yanında İspanya’dan kaçıp Osmanlılara sığınan Yahudiler de yaşamaya başlar. Ticaretin geliştiği şehirde kırmızı keçi derisi meşhurmuş. Pamuk ve ipek de şehrin ekonomisini canlandıran ürünlermiş.
Narda yahut Arta
Narda
Arta
Orta Yunanistan’ın bir diğer güzel şehri de Arta yahut bizim deyişimizle Narda. Göl ile dağ arasındaki düzlükte kurulu bu küçük ve sevimli şehir denize yaklaşık 15 km uzaklıkta. Yanya’nın 70 km güneyinde yer alan Narda’ya dağların ve ormanların arasında geçen yaklaşık bir saatlik keyifli bir yolculuktan sonra vardık. Şehir adını yakınında bulunduğu körfezden alıyor. Barbaros Hayraddin Paşa’nın Preveze Deniz Savaşına hazırlanan donanmasını burada konuşlandırdığını söylersem sanırım daha iyi anlaşılacak. Preveze de Narda’ya 45 dakikalık bir mesefade zaten.
Şehir sulh ile bize geçmiş ve biz de sulh ile devretmişiz. Yanya’nın fethinden sonra despotunun Osmanlı Devleti’ni tanıması üzerine 1449’da Türklerin idaresine geçer ve ismini de Narda olarak değiştirir atalarımız. Narda demelerinin iki nedeni olduğu rivayet ediliyor. İlki körfeze dökülen ırmağın adından dolayı. Evliya Çelebi ise buranın narlarının şöhretinden dolayı bu ismin verildiğini düşünüyor. Ama bana Türkçe söyleyiş kolaylığından dolayı verilmiş gibi geliyor. Türkler ve Rumlarla birlike Yahudilerin de yaşadığı Narda dört asrı aşkın bir süre sonunda Berlin Anlaşması ile de (1878) Yunanistan’a bırakılır ve 1881’de fiilen terkedilir. Müslüman halkı da kuzeye göç eder.
Yanya yahut Ioannina
Yanya, Yunanistan’ın kuzeybatısında Epir denilen dağlık bölgenin çok önemli bir merkezi. Yarımada üzerine kurulu şehir coğrafi ve tarihi özelliklerinden dolayı turistlerin gözdesi. Kuzeyi ve doğusu dağlarla, batısı göl ile çevrili bu güzel kent Yunancada "Yahya'nın Şehri" anlamındaki adını koruyucu azizi olan Aziz John’dan alıyor.
Türkler Yanya’ya ilk önce şehrin despotunun Arnavut saldırılarına karşı yardım istemesi üzerine Gazi Evrenos Bey’in kumandanlığında 1390’larda gelir. Saldırıları savuşturan ve sükuneti temin eden Evrenos Paşa kalenin dışında, göl kenarında Livadiyot mahallesinde cami, mektep ve zaviyeden oluşan bir külliye kurar. Evrenos Paşa’dan kırk yıl sonra 1430’da sulh yoluyla alınır. Osmanlı döneminde Yanya gelişir, büyür ve şehir Ortaçağ kalesinin dışına taşar ve sancak merkezi olur. Epir’in bu önemli Bizans merkezi Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerin sulh içinde yaşadıkları bir huzur kentine dönüşür.
Koniçe yahut Konitsa
Koniçe Yunanistan’ın kuzeybatısında, Arnavutluk sınırında, Yanya’nın 60 km kuzeyinde dağların arasında, doğal güzellikleriyle ünlü bir köy. Köyün sırtına yaslandığı dağdan baktığı manzara, hemen yanı başından akan dere ve o derenin üzerindeki 1870 tarihli taş köprü ile gerçekten Yunanistan’da görülecek bir yer varsa burası dedirtecek kadar güzel. O kadar güzel ki o güzelliği bizim için bir kat daha güzelleştiren köyün eski mahallesinde gördüğümüz bir cami, bir türbe ve sibyan mektebinden oluşan külliye. Birbirine yakın ve bir külliye içinde olduğu belli olan bu taştan yapılmış üç eser hem birbirine hem köye hem de doğal manzaraya o kadar yakışıyor ki adeta ağaçlar ve taşlar gibi kendiliğinden orada bitivermiş gibi geliyor.
Mübadelede Kapadokya bölgesinden gelen 45 bin Rumun bir kısmı bu köye yerleşmiş. 1950’lerde köyde yaklaşık 30 müslüman hane varmış. On sene öncesinde ise hala köyde yaşayan 7 müslüman hane varmış. Bugün kaç hane kaldı bilmiyorum.
Kesriye yahut Kastoria
Aynı adla anılan gölün kenarında kurulmuş güzel ve şirin bir kasaba Kesriye. Şehre girerken gördüğümüz manzaradan etkilendiğimizi söylersem sanırım güzelliği hakkında sizde kanaat oluşmasına yardımcı olurum.
Selanik’in yaklaşık 200 km batısında olan bu kasaba adını Yunanca “Kunduzların yaşadığı yer” anlamına gelen Kastoria’dan almış. Osmanlılar döneminde de şehir kürk ticaretinin merkezi imiş. O yüzden zengin kürk tacirlerinin yaptırdıkları muhteşem konakları var. Bir kale, kışla, camiler, medrese ve tekkelerin olduğu bu kasaba Yunan Ortodoks kültürü için de önemli bir yer imiş. 16. asırda irili ufaklı 72 kilise bulunuyormuş ve bir kısmında sanat değeri taşıyan freskler mevcutmuş. Beş yüz sene şehri yöneten Türklerin 72 kiliseden hiçbirine dokunmamaları ve günümüze kadar gelmesi sanırım anlayanlar için çok derin şeyler söyler ve ne kadar büyük bir millet olduğumuzun bir başka sağlam delilidir.
Sinan Bey'in şehri: Karaferye
Rivayete göre şehir ismini fatihlerinden almış. Gazi Evrenos Bey tarafından 1373’te fethedilen şehrin yönetimi ve korunması Karaferye Gazi’ye verildiğinden ismi ile anılır olmuş derler ama bana makul gelen diğer rivayet. Şehrin Yunanca adı Veria, eski Makedon krallarından Veres’in kızının ismine nispetle konulmuş. Kara sıfatı ise şehrin üç tarafını kuşatan kara ormanlardan gelirmiş. Ayrıca Türklerde renk isimlerinin aynı zamanda yön bildiren birer sıfat olduğunu düşününce ismin Rumca ismin önüne onu niteleyen bir ek ile oluştuğunu söyleyebiliriz. Karaveria’yı Türkler Karaferye olarak Türkçeleştirmişler.
Gazi Evrenos Bey Türbesi
Yenice-i Vardar (Giannitsa)
Yunanistan’da adı Yenice olan iki belde var. Biri günümüzde Giannitsa olarak bilinen Vardar Yenicesi veya Yenice-i Vardar, diğeri de Karasu Yenicesi, İskeçe’de. İkisinin iki ortak özelliği var, biri ilk kurulduklarında merkez olmaları. Diğeri, tanımlayan isimlerini yanlarına kuruldukları ırmaktan alıyor oluşları. Bu durum tesadüf olmasa gerek.
Sizlere anlatmaya çalıştığım Vardar Yenice’si Selanik’in yaklaşık 50 km kuzeybatısında. İsminden de anlaşılacağı gibi burası ilk defa Türkler tarafından kurulmuş bir şehir. Kuran da Rumeli’nin fethedilmesinde ve Türkleşmesinde büyük emekleri olan Batı Trakya fatihi Gazi Evranos Bey. Her ne kadar çoğu günümüze kadar ulaşmamışsa da Gazi Evrenos Bey şehrin üst tarafına cami, kervansaray, imaret, medrese gibi her Türk beldesine olan binaları inşa ettirmiş, halkın ihtiyacı olan suyu da 10 kilometre uzaklıktaki dağdan yer altından ve kemerlerle şehre akıtıp hamamlar ve çeşmeler yaptırmış.
Semerkand: Yeryüzünün süsü
Semerkant ismini duymayanımız yoktur ama görmeyenimiz çoktur. Geçen haftaya kadar ben de görmemiştim.
İslam coğrafyacılarına ve seyyahların yazdıklarına göre akarsuları, yemyeşil bitki örtüsü ve tertemiz havasıyla sıhhatli bir yaşama son derece müsait cennete benzeyen bir şehirmiş eskiden. Şair;
Taşlarla örülen şehir: Mağusa
Mağusa dünyada benzeri nadir görülen şehirlerdendir desem yanlış bir şey söylemiş olmam. Çünkü adeta bir açık hava müzesi. Başınızı kaldırıp baktığınız her yerde ortaçağlardan gelip size selam veren bir eser görebilirsiniz. Sadece Ortaçağ değil elbet görecekleriniz. Bir sokakta hem Bizans, hem Latin, hem Osmanlı tarihini görebilirsiniz. Biraz tarih ve sanat tarihine merakınız varsa sokaklarda saatlerce vakit geçirebilirsiniz.
Size ne zaman kurulduğunu ve günümüze kadar nasıl geldiğini anlatmayacağım. O zaten kaynaklarda ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Size şehirde gördüklerimden bahsedeceğim.
Mağusa Lala Mustafa Paşa Camii (St Nicholas Katedral)
Bana “Suriçi’nin en büyük, en önemli ve en güzel binası hangisidir?” diye sorsanız hiç düşünmeden Lala Mustafa Paşa Camii derim. Cami derken Ortaçağların gökdelenleri olan katedralden çevrilme bir cami. Çünkü Türkler bir şehri fethettiklerinde ilk olarak şehrin büyük kiliselerinden birini fetih hakkı olarak camie çevirir, daha sonraki yıllarda da yeni bir cami inşa ederlerdi. Bu kuralı Mağusa için yarım işletmişler. Şehrin en büyük kilisesini camie çevirmişler ama daha sonra yeniden büyük bir ulu cami inşa etmemişler.
Türkler 9 Ağustos 1571 perşembe günü görkemli bir törenle Mağusa’ya girerler. Fetih hakkı olarak şehrin en büyük ve görkemli kilisesini içindekileri boşaltıp minber ve mihrab ilave ettikten sonra camie çevirirler ve Lala Mustafa Paşa ilk cumayı maiyetindekilerle birlikte 17 Ağustos 1571’de burada kılar. Sinan Paşa da bir yıl sonra katedralin çan kulelerine minare ekler. Kuşatma esnasında isabet eden güllelerle dökülen taşlar yerine konulur, yıkılanlar yapılır. Bunu yaparken de genel görünüşü muhafaza ederler. O kadar muhafaza ederler ki Sinan Paşa’nın fetihten bir yıl sonra çan kulesine eklediği minaresi olmasa cami olduğu hiç anlaşılmaz.
Mağusa Surları
Ortaçağlardan günümüze kadar ulaşan en uzun ve kalın surlar Mağusa’da bulunuyor. Dimdik ayakta duran surlar Ortaçağ ve Rönasans askeri mimarisinin en önemli örneği aynı zamanda. Sadece bu surları gezerek Ortaçağda bir şehrin nasıl savunulduğunu ve nasıl kuşatıldığını anlayabilir ve anlatabilirsiniz.
Surlar ilk kez Lusinganlar tarafından inşa ediliyor. Elli metre mesafe ile iki sıra halinde inşa edilen surların dış duvarları daha alçak. İç surlar ise yüksek olmasına karşın kalın değillerdi ama devrine göre oldukça muhkemdi. Çünkü ateşli silahlar henüz kullanılmıyordu. Venedikliler kaleye hakim olunca artık yaygınlaşmış olan ateşli silahlara karşı surları kalınlaştırarak güçlendirdiler. Surların çevresine hendekler kazmayı da ihmal etmediler.
Yaklaşık kare planlı şehrin etrafını saran 3.8 km uzunluğunda, 18 metre yüksekliğinde, bazı yerlerinde 9 metreyi bulan genişlikte 15 kulesi olan oldukça büyük surlar iri kesme taşlar kullanılarak yapılmış.
Kıbrıs'ta bir antik kent: Salamis
İsmi ilk defa İ.Ö. 6. asırda duyulan Salamis, Mağusa’nın 6 km kuzeyinde deniz kenarında, bir zamanlar suların aktığı Kanlıdere olarak bilinen Pedios nehrinin döküldüğü yerde kurulmuş Kıbrıs’a gidince mutlaka gezilip görülmesi gereken bir antik kent. Peşinen söyleyeyim, burayı gezmeyi düşünüyorsanız ekimden mayısa kadar olan dönemde gidin ve yanınızda mutlaka yiyecek ve içecek bulundurun. Birkaç saatten önce gezilemeyecek bu yerde dolaştıktan sonra çevresinde ve içindeki ağaçların altında birşeyler içmek ve atıştırmak gerekebilir. Bir de yürüme sorunu olanlar sadece girişe yakın yerleri ziyaret etmekle yetinsinler. Zira parkur hem uzun hem yorucu.
Anadolu’dan gelen kavimler ve Akalar tarafından kurulduğu söylenen Salamis’in tarihi M. Ö. 11. asırda Fenikelilere kadar uzanıyor. İÖ 6. yüzyılda para basılan bu şehrin adına ilk kez 6. yüzyıla ait yazıtlarda rastlanıyor. Arkeologlara göre Enkomi İÖ 1075 yılında büyük bir deprem geçirdikten sonra halkıyavaş yavaş buraya göçerek Salamis'i kurmuşlar. Kıbrıs’ın kaderi ne ise Salamis’in kaderi de o olmuş. Akdeniz’e hakim olmak isteyen her egemen güç Kıbrıs’ı ve onun zengin şehirlerine hakim olmak isteyince bundan Salamis de bundan nasibini almış.
Bulgaristan'ın Manevi Bekçileri
Bulgaristan ile yakından ilgilenmem doktora yaparken olmuştu. Tezim İsmail Hakkı Bursevî ve onun bir eseri üzerine idi. İsminden dolayı Bursalı olduğunu düşündüğüm bu muhterem zâtın Filibeli olduğunu öğrenince şaşırmıştım. Daha sonra Şumnu ve diğer şehirlerin de ismini gördükçe kendisi de Bulgaristan’dan gelen bir ailenin çocuğu olan mesai arkadaşım merhum Erol Çetin’e bu yerleri sorar ve oralarla ilgili sohbet ederdik. Bursevî’nin şeyhi Atpazarî Osman Fazlî İlahî de Şumnulu idi ve ömrünün son yıllarını Kıbrıs’ta geçirmiş ve Bursevî de ziyaretine Kıbrıs’a gitmişti.
Kaderin garip cilvesi olsa gerek Kıbrıs’ta iki yıl kaldım ve bu süre zarfında defalarca Kutup Osman olarak bilinen Osman Fazlî İlahî’nin Mağusa’daki türbesini ziyaret ettim. Kıbrıs’ta kaldığım hafta sonları tarihî ve turistik yerleri gezerdim. Bu geziler sonucunda da Kıbrıs’ın Manevi Mimarları isimli bir kitap yayınladım. Kitaptan mesai arkadaşım Abidin Karasu’ya da verdim. Her şey bu kitap verme ile başladı.
Vidin'de bir garip türbe: Selahattin Bey
Bulgaristan'ın Türkiye’ye en uzak noktasında, bir hastanenin bahçesinde kalmış, yıkılacağı günü bekleyen bir garip ve öksüz türbe var: Sadeddin Baba olarak da biline Selahaddin Bey türbesi.
Bir zamanlar türbe bir zaviyenin içindeymiş. 1904 yılında hastane yapılacağı gerekçesiyle zaviye yıkılır, sadece Selahaddin Bey’in türbesi bırakılır. O da el atılmazsa birkaç sene içinde yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya.
Bulgarlar Selahaddin Bey’in türbesini yıkmazlar ama ona bir ortak bulmaktan da geri kalmazlar. İddialarına göre tekke olmadan önce burası Hristiyanlara ait kutsal bir mekân imiş. Ama bizim bildiğimiz öyle değil. Selahaddin Bey Vidin’de görev yapan bir kumandandır. Viyana seferi ilan edilince gönüllüler çıkar. Viyana kuşatmasına katılmak isteyen bin kadar gönüllü askerin eğitilmesi ve düzene sokulması gerekmektedir. Onlara komutanlık yapacak biri aranır ve bulunur. Gönüllü birliklerin eğitimi ve komutası Selahattin Bey’e emanet edilir. Kuşatması öncesi yapılan savaşlarda Selahattin Bey ve yanındaki gönüllüler şimdiki hastanenin olduğu yerde şehit edilirler.
Rumeli'nin manevi fatihlerinden Otman Baba
Bulgaristan’da hakkında en çok araştırma yapılan ve en eski dört türbeden biri Otman Baba türbesidir. Akyazılı Sultan, Demir Baba, Kıdemli Baba ve Mestanlı’daki Hamza Baba türbeleri ile birlikte değerlendirebileceğimiz Otman Baba türbesi günümüze kadar gelmeyi başarmış oldukça görkemli ve etkileyiciliğiyle klasik dönem Osmanlı türbe mimarasinin güzel bir örneği. 1976 yılında elden geçirilen ve halkın desteğiyle yenilenen türbe bugün gayet iyi durumda. 1967 yılında milli kültür anıtı ilan edilmesinin de rolü olsa gerek.
Eski adı İlyasça olan Trakiets köyünün adını tekkeden alan Teketo mahallesinde bulunan ve Hasköy ve civar köylerde yaşayan Müslümanlar tarafından sık sık ziyaret edilen Otman Baba türbesi bir külliye. Zamanında tekke, cami, medrese, hamam, meydan-ı fukara ve meydan-ı bahar bulunurmuş. Maalesef bugün sadece türbe kalmış.
Türbenin durumu
1507 yılı civarında, Sultan II. Bayezid Han döneminde yaptırılan Otman Baba Türbesi'nin önünde arabaların da park edebileceği bir meydanın olduğu güzel bir girişi var. Basık bir ahşap kapıdan boyun bükülerek girilen girişin her iki yanında gelen misafirlerin dinlenmesi, beklemesi veya bir şeyler okuması için ayrılmış iki oda bulunuyor. Bu odaları geçince bizi içinde türbenin de olduğu bir avlu karşılıyor.
Elmalı Baba ve tekkesi
Bulgaristan’da gezdiğim gördüğüm yerler içinde en bakımlı ve tamamlanmış yapının Elmalı Baba Tekkesi olduğunu söylemesem bu hâle getirmek için çalışanlara haksızlık etmiş olurum. Daha girişinden itibaren başlayan düzen ve intizam tekkenin her bir köşesinde görülüyor. Etrafı taş duvarla çevrili külliye bahçe, mihman evi, meydan, mescid, türbe, çilehane, aşhane hasılı her köşesi taş ve ahşapın mükemmel uyumunun sergilendiği adeta bir film platosu gibi hoş ve güzel bir yer olmuş. Bu hale gelmesinde emeği geçenlere can u gönülden teşekkür ederim.
Elmalı Baba Tekkesi, Doğu Rodopların en önemli ve tarihi mistik yapısı. Rodoplara geçiş noktasında, bir derbentte kurulan tekkenin bulunduğu yer oldukça önemli. Eski adıyla Mandacılar, yeni adıyla Bivalyone köyünün içinden geçtikten sonra bir kilometrelik bir yolun ardında muhteşem yapısıyla karşımıza çıkan Elmalı Baba’nın bulunduğu köy 1913 yılına kadar Dimetoka’ya bağlı iken Bükreş Anlaşması ile Bulgaristan’a bağlanmış.
Karalar Köyünün Hızır Baba'sı
Bulgaristan’da Hızır Baba adıyla birkaç tane türbe var. Burada anlatılan Karalar (Gorna Krepost) köyündeki Hızır Baba.
Köye vardığımızda kahvedekiler sorduk Hızır Baba’nın yerini. Yerini gösterdiler ve kilitli olduğunu, anahtarının Veysal Aga’da olduğunu söyleyince biz de doğruca tarif edilen eve gittik. Köylülerin Veysal Aga’sı, bizim Veysel amcamız 91 yaşında bir yiğit. Onu evinden alıp türbeye gittik ve bize türbeyi gezdirdi.
Etrafı dağlarla çevrili köyün çevreye hâkim ve manzarası güzel bir tepesinde türbe. Türbenin bulunduğu alan çevrilmiş ve içinde türbeden başka iki katlı bir bina ve topluca yemek yenilmesine imkân sağlayacak uzun bir kameriye ile aynı anda birçok kazanın kaynatılabileceği uzun bir ocak var. İki katlı bina üst kat misafirler için hazırlanmış birkaç oda, alt kat mutfak ve meydana ayrılmış. Köyde cemler burada yapılıyor. Her sene kırk kazan kaynatırlarmış ve otuza yakın kurban adanırmış.
Türbe altıgen planlı, altı yamaçlı kiremitli çatısı var ve küçük bir girişten geçilerek giriliyor. Girişde 1939 tarihinin altında mermer üzerine şunlar yazılı:
Kıdemli yahut Kademli Baba
Yolculuğumuzda bazen erenlerin himmeti mi, bizim şansımız mı nedir, işimiz çok rast gitti. Tersi olduğu durumlar da olmadı değil ama şansımızın yaver gittiği durumlar daha çok oldu. Kıdemli Baba türbesini nasıl bulduğumuzu anlatırsam söylemeye çalıştığım şey daha iyi anlaşılacak.
Ona geçmeden önce ismi üzerinde durmak isterim. Kademli mi, Kıdemli mi? Her ikisi de geçiyor. Kademli ayağı uğurlu, bereketli anlamlarına gelebilir ama hakkında buna dair bir menkıbe bilmiyoruz. Kıdemli ise daha özellikle tarikatlerde beyat tarihine göredir. Akyazılı Sultan, Hacı Baba ve Demir Baba’nın kendisini ziyaret etmesi ve çağırmesi üzerine gelmesine bakara onlardan daha kıdemli olduğunu, bölgedeki en kıdemli şeyh olmasından dolayı da Kıdemli Baba olarak bilindiğini düşünebiliriz. Bizimki sadece yorum. Doğrusunu Allah bilir diyelim ve konumuza dönelim.
Hüseyin Baba
Adaköy (Ostrovo) yakınlarında harika bir ulusal park var. Voden Milli Parkı. Park o kadar büyük ki içinde vahşi hayvanlar da yaşarmış. Üst düzey yöneticilerin konaklamaları ve avlanmaları için tahsis edilmiş parkın büyüklüğü ve güzelliği gerçekten çok etkileyici. Hüseyin Baba’nın türbesi bu parkın içinde.
Parka geldik, bekçi bizi durdurdu, ne için girmek istediğimizi sordu. Biz de Hüseyin Baba türbesini ziyaret etmek istediğimizi söyledik. Amirini aradı, izin aldıktan sonra bizim içeri girmemize izin verdi.
İçeri girdikten sonra delik deşik olmuş bir yolda dört kilometre gittikten sonra hemen sağ tarafta karşımıza çıktı türbe. Yollar delik deşik ama yolun her iki tarafındaki muazzam ağaçların verdiği resim olağanüstü güzellikte idi. Buraları kışın kar altında tehayyül ettim birden. Kim bilir ne kadar etkileyici bir manzara olur.
Arabayla türbenin yakınlarına kadar geldik, park ettikten sonra sanki çim biçme makinesiyle kesilmiş gibi düzgün çimlerin üzerinden yürüyerek türbeye vardık.
Demir Baba
Pehlivanları ve yiğitleriyle meşhur Deliorman’ın ağaç denizleri de denilen ormanlarının birinin içinde, büyük taş kütlelerine sırtına vermiş derin bir vadide, dere kenarında kurulmuş bir tekke var: Demir Baba Tekkesi. Hasan Demir Baba, Deli Orman Bektaşi Tekkesi, Timur Baba Tekkesi, Pehlivan Baba Tekkesi olarak da bilinen bu tekke Razgrad ilinin eski adıyla Kemallar yeni adıyla İsperih’in altı kilometre batısındaki Mumcular (Sveştari) köyü yakınlarında ve ulaşımı ve bulunması çok kolay oldu. Ancak türbeye inme o kadar kolay olmadı.
Enihan Baba türbesindeki o uzun tırmanışın yerini bu sefer uzun iniş aldı. Yüzlerce basamaktan oluşan merdivenlerden indikçe yukarı nasıl çıkacağımı düşünmeye başladım. Ağaçlar arasından, zaman zaman trabzanlardan tutunarak ve dinlenerek indim ve ilk görüşte insanı etkileyen muhteşem manzara ile karşılaştım: Etrafı taş vuvarla çevrili avlu içinde üç koca taşın kesilmesiyle yapılan ve etrafı yeşile boyanmış kuşakla belirlenmiş giriş, klasik ahşap bir ev ve art arada iki taş binadan oluşan türbe. Büyük bir uçurumun hemen dibinde bir su başında ve orman içindeki bu mevki insanın içini ürpertecek kadar serin, muhkemliğiyle güven verirken yalnızlığıyla korkutucu.
Buranın ziyaretçisinin çok olduğunu merdivenlerden inerken sağlı sollu ağaçlara bağlanan çaputların sayısından anlıyoruz. Merdivenlerin özellikle aşağ taraflarında eski mezar taşlarını da görüyoruz. Burası tekkenin mezarlığı imiş bir zamanlar.
Dobruca'da bir Bektaşi tekkesi: AKYAZILI SULTAN
Yolculuğumuz esnasında en kolay bulduğumuz yer Akyazılı Sultan Türbesi oldu. Kimseye sormadan bulduğumuz türbeyi daha uzaklarda iken farketmiştik, Tekkeköy’e (Obrocşite) girerken köprüyü geçer geçmez karşımıza çıktı. Müzeye çevrilen türbe ve imaret veya meydanevi onca savaş ve badireden sonra ayakta kalmayı başarmış çok önemli bir merkez. Bir külliye içinde olan türbenin konumu merkezi ve yol üzerinde olduğu için bulunması ve ulaşımı çok kolay olması avantaj ama çevrede Türk nüfusun kalmaması ve sahip çıkılmaması, senede bir gün ziyaretlerle çok uzun süre bu haliyle kalacağına dair ümitlerimi azaltıyor.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde Hafız Halil Baba adına inşa edilmiş olduğu teftiş için görevlendirmeye dair bir belgeden anlaşılan ve günümüze kadar kısmen korunarak gelen, iç ve dış mimarisiyle dikkatimizi çeken Akyazılı Sultan Tekkesi çok bakımlı ve temiz bir bahçe içinde yer alıyor. Evliya Çelebi de gül bahçesi içinde olduğunu yazıyor. Bahçedeki sekiz sutun üzerine yapılmış şadırvan da oldukça etkileyici. Ancak bir zamanlar kubbesi olduğunu düşündüğüm bu yapının bugün üzeri açık. Bu haliyle de uzaktan şadırvan olduğu hemen anlaşılmıyor.
Bir zamanlar büyük bir merkez olduğu her halinden belli olan külliye bugün müze olarak hizmet veriyor. İki bölüm var para verilerek girilen. Biri eskiden imaret ve meydan olarak kullanılan ve müzeye çevrilen ana bina, diğeri Bulgaristan’da gördüğüm en büyük ve en yüksek yapı olan türbe.
Deniz Ali Baba Türbesi
Tutrakan’ın köylerinden birinde, eski adıyla Denizler şimdiki adıyla Varnentsi köyünde Deniz Baba’nın türbesi. Köye geldikten sonra bir iki kişiye sorup türbeyi bulduk.
Türbe köyün azıcık dışında ama yürüme mesafesinde, on dakikade gidilebilir. Çok geniş bir bahçe içinde etrafı çevrili bir alan içinde bulunuyor türbe. Meydanda türbenin yakınlarında eski mezar taşları da var ama yeni gömülmüş bir mezar göremedik. Temiz ve çimleri düzgün meydanda içinde kutlamalar ve toplu ziyaretlerde yararlanmak için yemek pişirmek ve ikram etmek için mekanlar hazırlanmış.
Bahçe içindeki etrafı çevrili alanın kapısı var ve yan yana döşenen üç sıra taş genişliğinde on metrelik bir yoldan geçilerek türbeye gidiliyor. Yolun kenarı tellerle çevrili, üzerine taklar yapılmış ve asmalar dikilmiş. Güzel bir hava verilmiş yola. Doğal olarak asmalardan önce çaputlar bağlanmış.
Sinan Köyü (Pomen) Erenleri
Eski adıyla Sinan, yeni adıyla Pomen Köyü Rusçuk’a bağlı az da olsa Bulgarların da olduğu bir Türk köyü. Razgrad’a daha yakın olmasına rağmen biz daha önce hazırladığımız güzergaha uygun olarak Silistre üzerinden gittik
Sinan (Pomen) köyü erenleri: Masul Baba, Sinan Baba, Veli Baba
Buraya gelirken baktığımız kaynaklarda üç türbeden bahsediliyordu. Mustafa, Sinan ve Hızır Babalar. Burada ise sadece Sinan Baba türbesi vardı. Diğer ikisi farklı idi. Masul ve Veli Baba. Muhtemelen isimler farklı kaydedildi ve karıştırıldı. Çünkü bölgede bu isimlerde çok sayıda baba türbesi var. Bize mihmandarlık yapan teyze de üçü dışında başka türbe olmadığını ısrarla söyleyince ben karıştırılma ihtimalinin daha kuvvetli olduğunu düşündüm.
Yağmurlu bir günde ve ikindi vakti vardığımız köyde, daha önce birçok köyde gördüğümüz gibi evlerin bahçe duvarlarının önündeki banklarda oturanlar vardı. Köylüler vakti gelince, işlerini bitirince kapılarının önüne çıkıyor, bu banklara oturuyor ve artık o gün gündemlerinde ne varsa onu konuşuyorlar. Gelirken de yanlarında yiyeceklerini ve içeceklerini de getiriyorlar. Genellikle kahve içtiklerini gördüm.
Niğbolu'da bir eren: Ali Koç Baba
Osmanlılar döneminde önemli bir merkez olan Niğbolu Tuna kıyısında güzel, küçük ve şirin bir şehir. Şehre tepelerin arasından kıvrılarak inen bir yolla giriliyor. Nüfusun büyük bir kısmı Türk. Tuna’ya hâkim tepelerde kurulmuş mahalleler tam da Türklere mahsus yerleşme biçiminde.
Türbesini ziyaret etmek ve görmek için geldiğimiz Ali Koç Baba da böyle bir tepe üzerinde. Tekke Deresi adında bir derenin üzerine yapılan köprüden geçip kıvrılarak çıkılan çok fazla yüksek olmayan bir tepenin üzerinde. Tepeler arasında kıvrılan yollardan geçerek geldiğimiz Niğbolu’nun girişinin sağında kalıyor ve bir köprüden geçilerek gidiliyor Ali Koç Baba Türbesine.
Burası, eskiden mezarlıkmış ve bir zaviye varmış. Niğboluların himmetiyle yapılan ve yenilenen türbenin hizmetlerini Gürsel Hoca yapıyor, bakımını yapıyor ve ziyaretçilerle ilgileniyor. Gürsel Hoca bu işe gönül vermiş ve büyük bir zevkle yapıyor bu işi. Biz ilk gittiğimizde kapı kapalıydı ve içeri girememiştik. Karşı tepelerdeki evinden bizi görmüş ve tam biz ayrılmak üzere iken gelip kapıyı açarak bize ziyaret etme imkânı verdi.
Sofyalı Bâlî Efendi ve Türbesi
En kolay bulduğumuz türbelerden biri Bâlî Efendi türbesi idi. Navigasyona yazdık ve elimizle koymuş gibi bulduk. Ancak Bâlî Efendi olarak yazarsanız bulamazsınız, Hram Sveti Prorok İliya yazacaksınız. Çünkü kiliseyi türbenin bahçesine inşa etmişler. Ve türbe yoldan görünmüyor. Kiliseye gider gibi bahçesine gireceksiniz, sağa dönüp kilisenin yanından arka tarafa geçeceksiniz, solda sevimli öksüz ve yetim bir çocuk gibi yalnız duran türbeyi sizi bekliyormuş gibi görürsünüz.
Türbenin bulunduğu semtin adı olan Salahiye’nin ilginç bir öyküsü var. Salahiye denmesinin nedeni bir rivayete göre bölgeye bir camii inşa ettiren Kadı Yusuf Salahaddin’den geliyormuş. Bâlî Efendi’nin türbesinin ardından burası Bali Efendi olarak bilinmeye başlamış. Bulgarlar başa geçince de ismi Bulgarlaştırmışlar, Balcı Köy manasına Medeno Selo adını vermişler. Derken Bulgarların başına geçen Alman prens, Vitoş dağının eteklerindeki bu köyü çok beğenmiş ve adı bu sefer Kralın Mekanı anlamında Kniajevo olmuş. O günden beri de bu isimle anılıyor.
Bâlî Efendi kimdir?
Enihan Baba (Yenihan Baba) Türbesi
Enihan Baba veya İnihan Baba Türbesi Paşmaklı (Smolyan) şehrinde Davidkovo köyü sınırları içinde, kuzeyden gelen yol üzerinde, köye gelmeden on üç-dört kilometre önce, yolun sağında simetrik bir şekilde tek parça halinde yapılmış yan yana sıralanan beşli çeşmenin arkasındaki tepenin üzerinde yer alıyor. Dikkat edilmezse ve önceden bilinmezse bulunacak gibi değil, çünkü girişinde ne bir işaret ne de bir tabela var. Köye kadar gidip sorup geri dönmek zorunda kaldık. Oysa burası bölgenin en sık ziyaret edilen ve en meşhur yerlerinden biri. Türbenin civarında herhangi bir tabelanın bulunmaması ilginç.
Zar zor bulduğumuz türbeye giden yolun olduğu meydana girdiğimizde araba parkı, parkın hemen batı tarafında üzeri çatılı, önü açık, içi masa ve sandalye ile dolu adaklar ve kutlamalar için verilen yemeklerin yenildiği uzunca bir sundurma karşıladı bizi. Ortada da koca bir meydan tabi. Gittiğimizde arabalar ile gelen birkaç aile kurban kesmiş, mangalı yakmış, yemek için hazırlık yapıyorlardı. Türbe ise buradan görülmüyor. Çünkü tepenin zirvesinde ve onu görmek için tam 604 basamaklı bir merdivenden çıkmak gerekiyor.
Ozanköy’ün ve Hisarköy'ün Şehidaları
Eski ismi Kazafana olan Ozanköy, Girne’nin 5 km doğusunda yol üzerinde şirin ve güzel bir köy. 1974 yılına kadar Rumlarla Türklerin birlikte yaşadığı bir köy olan Ozanköy'ün nüfusu yaklaşık 3.800 ama yazları bu nüfus on bini aşıyor.
Ozanköy’ün küçük bir camii var. Minaresi, çatısı, pencereleri, kapısı, avlusu, avlusundaki mezarları ile görülesi bir yer. Kıbrıs’a has mimari özelliklerin hepsini görebileceğiniz camii avlusunda camiin girişinin iki yanında adeta bir bekçi gibi bekleyen iki mezar var. Sağ tarafta küçük ve sevimli, sade mezar taşlı olanı Altunizade İsmail Ağa’ya, sol tarafta olan ise Mesut Efendi’ye ait. Özellikle Mesut Efendi’nin mezar taşı benzerlerini Eyüp Mezarlığında görebileceğimiz kadar güzel. Hem Altunizade hem İsmail’i görünce dikkatimi çeken mezarın taşları ise sade. Cami avlusunda olduğu için olsa gerek dikemedikleri serviyi ayak tarafındaki taşın üzerine çizmişler. Eğer yanlış değilse gördüğüm bir kaynakta bu iki mezarın baba-oğula ait olduğu yazılı idi. Baba Altunizade İsmail Ağa ve oğlu Mesut Efendi. Zengin bir aile imişler ve çevreye yaptıkları yardımlarla bilinirlermiş. Hem hayırsever olup hem de mezarları camiin hemen girişinde olması camiin yeniden yapanların veya tamir ettirenlerin bu aile olduğunun kuvvetli bir işareti olsa gerek.
Ağırdağ’ın Sakallı Dede’si
Ağırdağ Girne’ye bağlı Girne Boğazı'nın yaklaşık 1.5 km batısında, dağın ova tarafına bakan eteklerinde kurulmuş 400 civarında nüfusu bulunan bir Türk köyü. Bu köyde de Sakallı Dede adında bir şehida var.
Sakallı Dede, köyün içinde, daracık bir sokak ortasında uzaktan bakıldığında bir fırını andıran küçük bir kümbet. Yanıbaşındaki ev ile arasında bir metre var, yok. Sokak ortasında olduğu için araba geçişlerine mâni oluyor. Anladığım kadarı ile köylüler arasında eskisi kadar değer verilmiyor. Muhtemelen bir sonraki sokak düzenlemesinde gider. Zaten bu haliyle de ne olduğu pek anlaşılmıyor.
Meşhed: İran’da kutsal bir şehir
Bugünlerde Meşhed adını sık duyar olduk. İran’ın başını ağrıtan ve epeyce bir süre de ağrıtacak gibi duran sokak hareketleri ilk olarak Meşhed’de başladığı için haberlerde sık geçmeye başladı. Geçen sene görme fırsatı bulduğum halde bir türlü anlatamadığım bu şehri yılbaşı münasebetiyle biraz zaman bulunca oturup yazdım.
Kantara Kalesi
Konumu ve muhteşem manzarası ile görülmesi gereken yerlerden biri de Kantara Kalesi. Beşparmak dağlarının en doğusunda, dağların başladığı tepeye inşa edilen kaleden, Torosları, Karpaz yarımadasını ve Mesarya ovasını seyredebilmenin keyfini anlatamam.
Kale diğer iki kale ile aynı dönemde yapılmış, onuncu asırda. Bizanslılar tarafından Arap saldırılarına karşı yapıldığı yazılı kaynaklarda. O dönemlerde özellikle Endülüs Emevilerinin bu taraflara ve Anadolu’ya geldiklerini biliyoruz. Muhtemelen saldırıları karşılamak için değil, gelenleri gözetlemek için olmalı. Çünkü kale o kadar çok askeri barındırıacak kadar büyük değil.