Üniversiteye Dair Muhtelif Yazılar. İstanbul: Pati Kitap, 2020.

Üniversiteye öğrenci olarak ilk adım attığım tarih 1989’un Eylül’ü idi. O günden beri üniversitedeyim ve üniversite ile iç içeyim. Öğrenciliğimde Enderun Kitatevi’nde çalıştım ve müşterilerimizin büyük bir kısmı üniversite çevresindendi. Dolayısı ile üniversite ile irtibatım sadece öğrencisi olmaktan ibaret değildi ve hep üniversitenin çevresindeydim. Mezun olduktan iki sene sonra da araştırma görevlisi olarak üniversiteye intisap edince bu sefer içine de girmiş oldum.

1996 yılında İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmalar Enstitüsü’nde araştırma görevlisi olarak başladım ve 2005 Ekim’ine kadar on yıl çalıştım. Kadrosuzluktan Sakarya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümüne geçtim ve 2015 Haziranına kadar on yıl da burada çalıştım. 2015’te İstanbul Medeniyet Üniversitesi’ne geçtim ve halen bu üniversitede Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı öğretim üyesiyim. Beş yıl geçmiş. Bir beş yıl daha kalır mıyım bilmiyorum. Bunu zaman gösterecek.

24 yıllık çalışma hayatımda bir akademisyenin bir üniversitede üstlenebileceği tüm idari ve akademik görevlerde, araştırma görevlisi temsilciliğinden senatörlüğe kadar, bölüm başkanlığından rektörlüğe kadar tüm idari görevlerde bulundum, muhtelif komisyon ve kurullarda görev aldım. Bir enstitü, iki merkez, birkaç fakülte ve bir üniversitenin kurucusu ve ilk yöneticisi olarak çalıştım.

Üç farklı üniversitede çalışmak bana farklı bakıç açıları kazandırdı. Kurucusu olduğum vakıf üniversitesini de sayarsak dört diyebiliriz. İstanbul Üniversitesi’nde gelenek güçlü idi ve neredeyse kurulduğundan beri devam eden bir sistem vardı. Araştırma görevlisi iken hoca seni çağırıyor denildiğinde içimiz ürperir, kendimize çeki düzen verdikten sonra korkarak hocanın yanına giderdik. Çoğu zaman ne yapacağımızı ve nasıl davranacağımızı hocanın jest ve mimiklerinden veya vücut dilinden anlardık. Güçlü bir hiyarerşik yapı vardı ve hocalarımıza karşı hem hürmet ederdik hem de çekinirdik.

Böyle güçlü gelenekten yeni kurulan bir üniversiteye geçince kendimi bir müddet boşlukta hissettim ve kısa bir süre sonra arkadaşlarımın yardımıyla uyum sağladım. Sakarya Üniversitesi’nde kazandığım şey dünyaca meşhur olmuş üniversitelerin yapmaya çalıştıklarını öğrenmek oldu. Bologna süreçleri ve kalite-akreditasyon çalışmaları benim için yeni kavramlardı ve benim bunları algılamam zaman aldı. İdarecilik de yaptığım için süreçlerin bir parçası oldum ve yakından gözlemleme fırsatı buldum. Bu süreç içinde sistemi kavradığımı sanıyorum. Çalıştığım son üniversitede kazandığım tecrübeler oldu ama ilk iki üniversitede kazandıklarıma benzer şeyler değildiler maalesef.

Bu kitapta yer alan yazıların mihverinde genelde 24 yıllık çalışma hayatımda, özelde son iki yıl içinde şahit olduğum veya duyduğum kimi uygulamalara dair doğrudan ve dolaylı olarak muhtelif mecralarda muhtelif vesilelerle yazdığım muhtelif yazılar yer alıyor. Yönetici olduğum dönemlerde yapamadıklarımı ve başarısızlıklarımı da düşünerek kendimce doğru bulduğum bazı önerilerde bulunduğum yazılar da yazmıştım. Onları da ilave ettim. 2019 yılında başladığım ve halen devam ettiğim üniversite kavramı üzerine yaptığım çalışmaların sonuç bölümünün kısa bir özetini de ideal bir üniversite kavramının çerçevesini çizmek adına girişe koydum. Böylece olayları nasıl değerlendirdiğim ve hangi perspektiften bakarak yazdığımın anlaşılmış olacağını düşündüm.

Artık üniversiteleri bir kişinin yönettiği ve tüm kararları bir kişinin aldığı dönemler geride kaldı. Üniversite yönetimi hiçbir devirde bu kadar girfit bir hal almamıştı. Eğitim-öğretim faaliyetleri hem zenginleşti hem çeşitlendi. Bilgi teknolojileri üniversitenin her köşesine sirayet etti. Hem yönetimin hem eğitimin önemli bir parçası oldu. Kampüs hayatı ve etkinlikler başlı başına bir uzmanlık alanı. Üniversitenin tanıtım çalışmaları ve sosyal medya faaliyetleri geçen asrın üniversitelerinde görülmeyen şeyler. Devlet üniversitelerinde bile kontenjanların dolmaması ve kimi bölümlerin kapanması rekabeti öne çıkarmaya başladı. Kalite çalışmaları ve akreditasyon faaliyetleri birkaç kişi ile birlikte yürütülecek işler değil. Kısaca üniversite işletim bakımından bir şirket gibi ve profesyonelleşmiş yöneticiler istiyor. Ama hiçbir zaman öğretim üyesi olduğunu unutmayan yönetici.

Durum bu şekilde değişirken bu sefer idari kadrolar öne çıkmaya başladı. Rektörlerin dört yılda bir değişmesiyle neredeyse tüm idarecilerin yenilendiği sistemle bu sürekliliği sağlamak pek mümkün değil. Gelişimi ve sürekliliği sağlamak için özellikle idari kadrolarda devamlılığı sağlamaktan başka çare görünmüyor. Bunun için de o kadrolar liyakat esasına göre doldurulduğunda sorunun büyük ölçüde çözüleceğine inanıyorum. Mesela bir kere planlandıktan ve projelendikten sonra inşaatlar devam etmeli, yeni gelen yönetim öncekilerin yaptıklarını bir kenara koyup yeniden projelendirmekle vakit kaybetmemeli. Tabi tüm işlerin en başından beri usulünce yapılması şartı ile.

Doğru mudur, yanlış mıdır bilmiyorum ama benim bulunduğum noktadan gördüklerim bunlar. Ben sadece paylaştım. Benimki sadece hatırlatmak ve karar vericileri bir kez daha düşünmeye sevk etmek. Yoksa kimseye akıl vermek gibi bir düşüncem yok.

Ben Türk yükseköğretiminin dünyada çok daha iyi yerlerde olacak potansiyele sahip olduğunu düşünenlerdenim. Dünyada hak ettiğimiz yeri alacağımız günleri görebilmek duasıyla...

İsmail GÜLEÇ
Serdivan Mart 2020

Bölümler

Yazılarım

Yazılarımı okuyabileceğiniz sayfadır.

Kitaplarım

Kitaplarımı görebileceğiniz sayfadır.

Basında

Basındaki haberleri görebileceğiniz sayfadır...

Etkinlikler/Takvim

Tüm etkinlik, toplantı ve konuşmalarımın haberini takip edebileceğiniz sayfadır.

Videolar

Baba bu kitabı niye yazdın?

Ömer Melih Güleç sordu, ben de anlattım.

Nasreddin Hoca fıkraları, kültürümüzün en önemli metinlerinden. "Bu milletin çocuğu olmak" demek, biraz da Nasreddin Hoca'yı tanımak demek.

Bu kitapta, Nasreddin Hoca fıkralarının kişisel eğitim ve gelişim açısından nasıl kullanıldığına dair örnekler yer alıyor.

Kitaba kaynaklık eden üç metin var: Seyyid Burhaneddin'in, "Letaif-i Nasreddin"i, İsmail Emre'nin eserleri ve Lütfi Filiz'in, "Noktanın Sonsuzluğu".

Enderun Usülü Teravih Namazı

Enderun usulü teravihin ilk kez 1831 ramazanında, II. Mahmud döneminde (1808-1839) saray baş imamı Zeynelabidin Efendi tarafından kıldırıldığı söylenir. Sarayın müezzinbaşı ise Türk musikisinin dahi isimlerinden Hammamîzâde İsmail Dede Efendi’dir (ö. 1846).

Dr. Abdullah Uysal'ı misafir ettiğimiz Vavradyo’daki "Enderun Sohbetleri" programında, bu namazın nasıl kılındığını örneklerle dinlemiştik. İki saatin, iki dakika gibi geldiği sohbette tuttuğum notları paylaşayım.

ismailgulec.net